Nefs, ruhun karanlık kutbudur. Ruh çok saf ve çok latiftir. Nefs ise onun kabuklaşması, letafetini kaybetmesi, kendine yabancılaşmasıyla bambaşka bir formda ve onun antitezi olur.
Eşya mahiyeti itibariyle hakikate nisbetle yoktur. Varlığı yarım yamalak, adeta bir hayal yahut gölge gibidir. Onun varlığı ileriye ve geriye doğru uzanan sonsuz sayılar dizisinde belirlenmiş bir aralıktaki sayılar gibidir. Maddi manada zaman da böyledir, mekan da… “Yok bile yoktu…”
İnsanda akıl, ruha karşılık insanın katılaşmış yönünü temsil eder. Ve eşyanın (maddenin, nesnenin, objenin) mantığına uyum sağlamıştır. Zaten bilindiği üzere nesnellik lafı da buradan türemiştir. Bu demektir ki sahici manada nesnellikte eşyanın ötesi yokluk ve hiçlik demektir. Zihin de bu iki kavram arasındaki köprü gibidir. Ve zihnin statiklikten, katılıktan, donukluktan uzaklaşması hakikate yaklaşması demektir. Hatırlayalım, aynı yeri dikip dikip söken bir veliye ne yaptığı sorulunca verdiği cevap: “Nefsim beni uğraştırmasın diye ben nefsimi uğraştırıyorum.” olmuştu. Büyük dehaların hayatlarının tehlike ve ızdırapla dolu olmasının sebebi de budur.
“Allah insanı eşya ve hadiseye tesir ve tahakküm etsin diye yarattı.” Sanıyorum buradan dışa tatbik şartıyla içsel çıkarımlarda da bulunabiliriz.
Ruh mevzuuna beşeri bilgi ve fikir yönünden bakacak olursak şöyle bir teşbih uygun olur sanıyorum; ferdi olarak zihnimizin dışında sonsuz tane fikir kıvılcımı vardır. Bunlar aynı şöminenin kıvılcımları olarak sıçrarken başkalaşır ve karar kıldığı zihne adeta bir ok gibi fırlar. Burada fikirler şömineye nispetle antitez konumundadır ve kıvılcımların hakikati şöminedir. Mesela biz hiç okumasak bile, her şeyden habersiz de olsak kendimizi ve biraz da çevreyi gözlemleyerek aslında farketmeden bize çok yabancı olduğunu düşündüğümüz pek çok kavrama ve düşünce sistemine aşina oluruz. Bu aşinalık her kıvılcımın aynı şömineden geldiğine işarettir. Ve birinin aşinalığı bir diğerinin aşinalığından farklıysa demek ki fikir, ona bakana göre ona özel form kazanıyor. Bu izafiyet ismini subjektiflik kavramıyla bulmuştur. Şuraya dikkat edilmeli; subjektiflik demek aynı zamanda nefs ölmez de demektir, çünkü kesret nefstedir. Ve bu mutlak tevhidi de imkansız kılar.
Bize benzeyen ve benzemeyen bütün fikir ve fikir sistemleri tam da bu yüzden benzer veya benzemez. Buna pek çok misal verilir; mesala eşya mantığında varlık ve yokluğun aynı şey olduğunu belirtmiştik; budistlerin fani olma fantezileri buradan gelmektedir. İdealistler hakikatin sürekli ve ötelerde olacağını kavramış içini dolduramamışlardır. Materyalistler eşyayı mutlaklaştırarak hakikati tersinden gerçekleştirme yoluna girmişlerdir. Fertçiler topluluk hakikatini, kollektivistlerse fert hakikatini görür gibi olmuşlardır. Yine varlıkçılar varlığı, oluşçular oluşu anlar gibi olmuş ama anlayamamıştır. “Binbir başlı kartal” işte vahdet…
Bu mevzuu fikir ve diyalektiklere nisbetle bedahetler ve hatta tüm insani oluşlar bile katılarak genişletilebilir şüphesiz.
Bütünsel ve toplu bir bakış karşısında hemen görülür ki bütün insanlık bir mihraka, ölçüye ve onlara nisbetle bir muvazene nizamına, “gerekli olana” muhtaçtır. Tarih ve aktüalite her geçen gün artan bir zaruretle muhasebe edilmeye mecbur konuma gelmiştir. Dünya bizi beklemektedir.
Solmuşken çiçekler, kan damlarken bulutlar, sönmüşken yıldızlar ve buz kesilmişken güneş, ne sevilecek masum ne sevecek yürek, ne ihtiyar ne intihar… Uykulu gözlere… Bunun ızdırabını duyalım.
Yazar: Recep Kuşdemir
Aylık Dergisi 194. Sayı, Kasım 2020