Tasavvufa Dair Birkaç Not

Tasavvuf, ıstılahta nefsi terbiye etme tarîki, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashâb-ı güzîn’in bizlere aktardığı dini Allah’tan korkarak (Takva) yaşamanın adıdır. Birtakım bazı kimselerin ortaya attığı asılsız iddia olan “Budizm gibi mistik dinlerden etkilenerek ortaya çıkan” bir tarîk asla değildir. Zira başta da dediğimiz gibi Allah Rasûlü nasıl yaşamışsa onun gibi yaşamanın adıdır. Tabiî son dönemlere doğru, her hakikate sahtesi musallat olduğu gibi “ehl-i tasavvuf” bazı güruhun batıldan etkilenip, batınîlik gibi bozuk itikatlara kapılıp saptığı da sarîhtir.

Tasavvuf’tan kastın Kur’an ve Sünneti tastamam yaşamak olduğunu gelin beraberce erbâbının sözlerinden öğrenelim:

Ebu Said el-Harrâz: “Zahirî hükümlere aykırı düşen her bâtın bâtıldır.”

Seriyyü’s-Sakatî: “İnsan önce zühd ile işe başlar, sonra hadisi ve zahiri ilimleri tahsil ederse ayağı sürçer, hata eder; fakat önce hadisi ve zahiri ilimleri beller, sonra zühde ve tasavvufa intisap ederse işini sağlamlaştırmış olur.”

Cüneyd-i Bağdâdî: “Peygamberlerin izini takip müstesna Allah’a giden yolların hepsi kapalıdır.”

Tasavvuf sonradan diğer ilimler gibi (Fıkıh, hadis, kelam) sistemleştirilmiştir ve meşrep farklılığından dolayı tarikatlar ortaya çıkmıştır. Her tarikatın Efendimiz Aleyhisselâm’a kadar dayanan silsilesi mevcuttur. Silsilesi olmayan tarikatlar kabul görülmemiştir.

Tasavvuf erbabının kullandıkları terimlerin genelinin mutlaka Kur’an ve sünnetten delili mevcuttur. Bunlardan birkaçı: Tarîk, sâlik, sûfi…

Târik: Yol

Sâlik: Yolcu

Sûfi kelimesi ise bazılarına göre Ashab-ı Suffa’dan, bazılarına göre de koyun, kuzu postundan yapılan ve tevazu için giyilen softan gelmektedir.

Takva ve zühd terimlerinden daha çok tasavvuf ve sûfiyye terimlerini kullanmalarının amacı: Her mezhep (Şia, Mutezile, Hariciyye) zühdün ve takvanın kendilerinde olduğunu iddia ederek Müslümanları celbetmeye çalışıyorlar. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mensupları ise diğer batıl mezheplerden kendilerini soyutlamak için zühd kelimesinden ziyade bâkir terimler olan tasavvuf ve sûfiyyeyi kullanmaya başladılar.

İlk dönem tasavvuf erbâbı çoğunluk tarafından kabul görmüş isimlerdir. Bunlardan bazısı

Hasan-ı Basrî, Abdulkadir Geylânî, Abdulkerim Kuşeyrî rahmetullahi aleyhim…

Tarikatlar Selçuklu döneminde şahlanışa geçip, Osmanlı’da zirveyi bulmuşlardır. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte her önüne gelen gizli kapaklı tekkeler açtığı, bu azîz yolu kötü temsil ettiği için tarikatlar bozguna uğramıştır. Toplum, tekkeyi ve tasavvufu bozguna uğrar halde görünce tabii olarak bir kesim mesafeli durma gereği duyarken bir kesim de küfür rejimine muhalefetin getirdiği insiyak ile sorgusuz sualsiz kabul etti. Peki nedir bu tekke?

Dervişlerin ortak alanı tekke farklı isimlerle de karşımıza çıkmıştır. Ribat, dergah gibi… Genel olarak tekke ismi kullanılmıştır. Sanıldığı gibi yalnızca zikir çekme, ibadet etme alanı değildir. Adeta toplumun nabzının tutulduğu mekân vazifesi gören tekke, yeri gelmiş askerî olarak cephe olmuş, yeri gelmiş sığınak, aşevi, misafirhâne olmuştur. Bu konuda Süleyman Uludağ “Tekke demek sanatta, edebiyatta, musikîde, ahlâkta, edepte, cesarette, doğrulukta, cömertlikte ve hizmette kemâl ve ideal demektir. Kırk yıl odun taşınan bir kapıya bir gün eğri odun getirmemek manasında doğruluk!” demiştir. Mustafa Kara da “Tekkeler ve Zaviyeler” isimli eserinde tekkelerin vazifelerinden bahsederken şu ifadeleri kullanır: “Bunlar yeni fethedilen yerleri şenlendirmek, askerî sevk ve idareyi kolaylaştırmak, iç ve dış turizmin ve ticaretin engellerini ortadan kaldırmak, fikir ve mal naklini sağlamak, ahlaksızlara doğru yolu, ümitsizlere kurtarıcı eli uzatmak, dolayısıyla siyasî ve sosyal hayatı kuvvetlendirmek gibi gayelerle, mühim noktalarda, tenha, korkunç hatta yağmurlu ve karlı havalarda tehlikeli olabilecek bölge ve geçitlerde vazifelerini sürdürmüşlerdir.”

Böyle mukaddes bir yola kendilerine “Şeyh” deyip son dönemlerde ahlaksız ve şeriatsız bir şekilde temsil etmeye kalkışarak leke getirmişlerdir. Bunun nedenini biraz evvel bahsettiğim gibi “tekke ve zaviyelerin kapatılması” olarak görmek gayet yerinde olacaktır. Zira bir otorite bulunmayan yere anarşi hâkim olur. Denetimin el-ayak çekip, şer’i devlet ile bağını koparan/bağı kopartılan tarikatlarda henüz kendisini dahi irşâd edemeyen adamların başkalarını irşâd için -böyle bir amaç güttüklerine inanmak mümkün değildir- “Mürşîd” vasfında ön plana çıkması, bu müessesenin başıboş bırakıldığını gösterir. Bunun da üstüne sahte sûfilerin oluşması da darbe üstüne darbe olmuştur. İlm-i hâl bilgilerini dahi bilmeyenlerin takva hayatı yaşaması sonucu doğacak olan batınîlik, tasavvufu kirletmek için yeterli bir sebep olmuştur. Böylesine tehlikeli bir durum insanı küfre götüreceğinden mütevellit Şeyhu’l-İslâm Ebu Suud Efendi, zahirî ilimler ile uğraşan birisine bir sûfi gelip “Böyle boş şeylerle uğraşma” derse kafir olur demiştir. Zira Peygamber Efendimizin beşikten mezara ilim talep edilmesi yönündeki hadisleri malûmdur. En başta da dediğimiz gibi tasavvuftan maksat Kur’an ve sünneti yaşamaktır. Eğer maksadını aşarsa bu batınîlik olur ve İslâm’da yeri asla yoktur.

Yazar: Eren Haklı

Aylık Dergisi 193. Sayı, Ekim 2020

Yazar

Bir yanıt yazın