Çağımızın en büyük hastalıkları ruhî bunalımlar sanki. Bu durumu her geçen gün daha net görebiliyoruz artık. Geriye doğru geçen uzun bir zaman dilimine bakıldığında geldiğimiz noktanın sürpriz olmadığı aşikar. Yaradan ile bağımızın kopmuş olması tek bir cümle ile izah etmiyor mu durumu? Yaradılış gayesi olarak Allah rızasını kazanmak yerine zevklerin, hazların peşinde koşması gerektiği dayatılmadı mı insanlığa? Tövbelerin ancak farkındalıkla başladığını hiç anlayamadan, ölmemiz için hayat eğlenceye, gösterişe verdirilmedi mi? İntiharlar her geçen gün artıyor, psikologlar psikiyatriler randevu defterlerindeki doluluktan dolayı kimseyi kabul edemeyecek durumda. Boşanma hızındaki artış bir önceki yıla göre yüzde yüzü geçti. Kadın cinayetleri had safhada. Güçlünün güçsüzü ezmesi normal bir hal artık. Bunlar durumun istatistiklerle belirlenmiş görünen yüzü. İnsanların içinde bulunduğu hale şuurunun olmaması ise durumun içler acısı diğer yüzü. Ne istediğine, neye ihtiyaç duyduğuna dair en ufak bir fikri olmayan bireyler yetişti. Ve onların yetiştirdikleri yetişiyor. Tek bildiği şikayet olan bu insanlar sadece konuşuyor. Bağırıyor. Karışık ilişkileri, günü birlik fantezileri ve karmaşık yaşamayı tercih ediyor. Olması gerekenin de bu olduğu kanısında çoğu. Sadelikten, doğallıktan ve bunların getireceği güzelden, doğrudan uzaklaşıldı. İnsan fıtratına uygun olmayan bir yaşam biçimi tercih edildi.
- yüzyılda yaşamış Allah dostu Mevlâna Celaleddin Rumi Hazretleri’ne etrafındakiler soruyor:
-Efendim bu kadar karmaşık şeylere nasıl basitçe çözüm buluyorsunuz?
Allah dostu şöyle cevap veriyor:
-Siz bu kadar basit şeyleri nasıl karmaşık hale getiriyorsunuz?
Basitçe çözülebilecek şeyleri karma karışık düğümler haline getirdik. Debelendikçe kargaşa daha da arttı. Sorunların kaynağına bakmayı, çözüme oradan başlamak gerektiğini unuttuk. Bütünden uzaklaştık ve uzaklaştırıldık. Parçalardan hareketle hakikate varmak istedik. Üniversitelerdeki bu kadar branşlar, bölümler bunun göstergesi. Bir kardiyolog kalpteki hastalığın insana verdiği rahatsızlığın önüne geçmek için (dikkat buyurun tedavi etmek için değil) hastaya ilaç verirken karaciğerin, böbreklerin diğer organların ilaca nasıl tepki vereceğini düşünmüyor. Aynı şekilde bir mühendis bir elektronik cihazı tamir ederken bütün olarak değil de parça parça bakıyor. Bu durumun bedelini her geçen gün daha şiddetli bir şekilde ödüyoruz.
Fakat her şeye rağmen bir Müslümanın sonuç odaklı değil de süreç odaklı olması gerektiğine inanıyoruz. Her şeye rağmen umudunu kaybetmemesi gerektiğini biliyoruz. Beklentinin tuzağına takılmaması gerektiğinin, elinden geleni sonuna kadar yapıp sonrasını Allah’a havale etmek gerektiğinin farkındayız. Ve dünya görüşümüz sayesinde bunları ifade edebiliyoruz. Bu noktada geçmişin yüklerini ve geleceğin kaygılarını Allah’a havale edip, şimdinin sorumluluğunu üzerimize almak gerektiğini biliyoruz. Büyük Doğu Mimarı bir cümlesinde şöyle der:
-Güzel için yaşıyoruz bir bakıma.
Yüce Yaradan güzelin, güzelliğin ne olduğunun ve nasıl olduğunun görülmesi için başta sevgili peygamberimiz Hazreti M…… Mustafa (s.a.v), sahabîler, evliyalar, âlimler göndermiş. Onların hayatlarındaki iyi, doğru ve güzelin örnek alınmasını istemiş. Ancak bu şekilde Yaradan’a yaklaşabileceğimizi ve yaklaştıkça güzelin, güzel olanın meyvelerini yiyebileceğimizi mukaddes kitabında belirtmiş. Bu sebeple bu yazıda 13. yüzyılda yaşamış bir mutasavvıf, sufi, fakih ve âlimden bahsetmek istedik. Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri…
Mevlâna, 30 Eylül 1207 tarihinde bugün Afganistan sınırları içindeki Horasan ülkesinin Belh şehrinde doğmuş. Babası Bahaeddin Veled, Belh şehrinin ileri gelenlerinden. “Sultânü’I-Ulemâ” yani “Bilginlerin Sultanı” ünvanına sahip. Annesi ise; Belh Emiri Rükneddin kızı Mümine Hatun. Babası Bahaeddin Veled yaklaşmakta olan Moğol İstilası gibi bazı siyasi olaylar nedeniyle ailesi ve yakın dostlarıyla birlikte Belh şehrinden ayrılıyor. Ve ilk durağı Nişabur şehri oluyor. Mevlâna bu tarihlerde 5-6 yaşlarında. Nişaburda tanınmış mutasavvıf Feriduddin Attar ile karşılaşıyorlar. Mevlâna Hazretleri küçük yaşlarda olmasına rağmen bu mutasavvıfın ilgisini çekiyor, takdirlerini kazanıyor. Bahaeddin Veled Nişabur’dan sonra Bağdat’a oradan da Kufe yoluyla Kabe’ye gidiyor. Burada hac farzını yerine getiriyor. Dönüşte Şam’a uğruyor. Şam’dan sonra ise Anadolu topraklarına geliyor. Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Karaman’a gidiyorlar. Karaman’da Subaşı Emir Musa tarafından yaptırılan medreseye yerleşiyorlar. Burada 7 yıl kalıyorlar. 1225 yılında Mevlana Hazretleri Şerafettin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evleniyor. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alaaddin Çelebi adlı iki oğlu oluyor. Yıllar sonra Gevher Hatun vefat ediyor. Ve Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yapıyor Mevlâna. Üç çocuğu daha oluyor. Muzaffereddin, Emir Alim Çelebi isimli iki oğlu ve Melike Hatun isimli bir kızı. Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliğinde. En parlak dönemini yaşıyor. Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubat ve başkenti Konya. Alâeddin Keykubat, Bilginlerin Sultanı Bahaeddin Veled’i Karaman’dan, Konya’ya davet ediyor ve buraya yerleşmesini istiyor. Çünkü Konya devletin baş şehri, sanat eserleriyle donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlar burada yaşıyorlar. Bahaeddin Veled Sultan’ın davetini kabul ediyor, 3 Mayıs 1228 tarihinde ailesi ve dostlarıyla Konya’ya yerleşiyor. Sultan onları muhteşem bir törenle karşılıyor ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ediyor. Babası Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat ediyor, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesine (bugünkü Mevlâna Dergâhındaki yerine) defnediliyor. Sultânü’l-Ulemâ vefat edince müritler ve talebeler Mevlâna Hazretlerinin etrafında toplanıyor. Çünkü Mevlâna büyük bir alim ve din bilgini oluyor. Medresede vaazlar ve dersler veriyor. Vaazlar kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyor. 15 Kasım 1244’de “Mutlak kemâlin varlığını” gördüğü Şems-i Tebrizi ile karşılaşıyor. Mevlâna Şems-i Tebrizi’nin cemalinde de “Allah nurlarını” gördüğünü söyler. Şems’in ani ölümüyle beraberlikleri sona eriyor. Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekilen Mevlâna, yaşamını “Hamdım, piştim, yandım.” şeklinde özetler. Ve 17 Aralık 1273 yılında vefat eder.
Vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadrettin Konevi kıldıracak. Fakat bu zat Mevlâna’yı çok sevdiği için cenazede bayılıyor. Bunun üzerine cenaze namazını Kadı Sıracettin kıldırıyor. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul eder; çünkü öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’a kavuşacağına inanır. Bu seb-eple de ölüm günü için düğün gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” ifadesini kullanır. Dostlarına ölümünün ardından “Ah-ah vah-vah deyip ağlamayın.” diye vasiyet eder.
Aylık Dergisi 193. Sayı, Ekim 2020