Şehirden Uzakta

Çıkarken kapıyı kapatmadı ve anahtarı almadı. Aklında kalan tek şey kapının gıcırtısı olmuştu. Onu da birkaç adım sonra unutacak ve bir daha hiç hatırlamayacaktı. Bu duruma alışıktı yolcumuz. Her kapıdan çıktığında gerçek denilen dünyayı geride bıraktığını biliyordu. Sabahın mahmurluğunu, akşamın rehavetini kabul etmeyen bir canlılık gösterirdi. Sahip olduğu şeyler bir başkasının sahip olduğu cinsten değildi. Soyut şeyleri biriktirmeyi seven açgözlü biriydi. Bu açgözlülüğüne nazaran elde tutulur hiçbir şeyi yok denilecek kadar da azdı.

Okyanus bir yol onun için. Aradığı her şeyi orada bulacağını bilir. Yokluğu da varlığı da orada bulur. Okyanus onun için ayrı bir şehirdir. Kimsenin fazla rağbet etmediği, korktuğu, ürkütücü bir yerdir. Başkalarının bu düşüncesi onu rahatlatır. Sanki o şehir kendisine ait olmuştur ve tek başına orada yaşıyordur. Doğru da düşünür yolcumuz. Kendisi okyanus kadar yalnızdır ve okyanus da onun kadar yalnız. Yalnızdır çünkü hesapsızdır.

Yolcumuz biraz kapalı biraz da ketumdur. Fazla sır vermez ama canlıdır demiştik. Biz o canlılığına bakıp anlamaya çalışacağız. Kimdir ve ne yapmaktadır, neden yalnızdır bu yolcu?

Yüzüne birikmiş çizgiler ve gözlerine oturmuş o olgunluk, bütün şehirleri alnında taşıyormuş hissini veriyordu. Şuurunda yatan şeyler daha çok bir ölüyü andırıyordu. Modern insana nazaran bir ilkeli. Bu yüzden tuhaftı belki de. Ölümün bir kurtuluş olduğunu söyler. Hırsa en büyük ilaç olabileceğini. İyi biliyordu ki, bu koca gettoları gökyüzüne doğru uzatan, yer yüzünü betona gömen, kazandıkça daha çok kazanmanın yolunu arayan bu hırs küplerini ancak ölüm doyurabilirdi. Hem yolcumuzun prensipleri de vardı. Prensipsiz yaşamanın mümkün olmadığını, her insanın kurallar bütünü içerisinde yaşaması gerektiğine inanırdı. Bir keresinde tartıştığı birine Dostoyevski’nin Ezilenler ve Hor Görülenler eserinde geçen bir anekdotu aktarır. Prensin, Nikolay Sergeiç’e yazdığı mektupta, prens oğlunun ahlaksız oluşundan yakınıyor ve Sergeiç’ten oğluna bakmasını, onu uslandırmasını istiyor ve ardından şunu söylüyor: İnsan hayatında öylesine önemli yeri olan kurtarıcı kesin ilkeleri ona aşılamanızı diliyorum.

İnsanın kötü de olsa, yanlış da olsa ilkelerinin kurtarıcı vasfı olduğuna inanır yolcumuz. Belki de bundan dolayı yalnızdır. Kimse bu kadar kurala dayanamaz. Hem herkes hür değil mi, ne var canım bu kadar kuralla üstümüzü örtmeye? Hem başkasının koyduğu kural neden bizi ilgilendirsin ki? Yolcumuza göre ilgilendirir efendim, hem de bal gibi ilgilendirir. Ölçüsü belirlenmemiş her şeyin hududunu aştığına inanır. Şu insanoğlundaki belirsizlik, anlayışsızlık hep bundan değil miydi? Ya şu kalabalığın hayatını allak bullak eden sistem? İnsanı insanca yaşamaktan alıkoyan şu sistemsiz sistem değil miydi?

Başını kaldırdı ve uzun uzun denizi seyretti yolcumuz. Oltaya gelen balığa hiç aldırış etmeden, peki modern insanın bu kadar aptallaşması neden diye mırıldandı. Cevabını bilmiyormuşçasına birkaç kez daha tekrar etti. Çakıyla bazı yerleri çizilmiş, sanki yıllardır oradaymış gibi duran masaya dayadı kolunu. Masanın üzerinde sayfalarının çoğu dökülmüş, bir kısmı yanmış olan kitaba göz gezdirdi. Birkaç sayfa karıştırmaya başladı. Custav ilkel insanın odaklanma probleminin olmadığını anlatıyordu. Mektuplarını taşıyan yerlinin hiç durmadan yetmiş beş mil koşabildiğini, altı aylık hamile bir kadının sırtında bebeği, ağzında uzun piposu, 95 derece sıcaklıkta, bir ateşin çevresinde sabaha kadar hiç yorulmadan dans ettiğini gördüğünü anlatıyor Custav. Bu nedenle ilkel insanların kendilerini ilgilendiren konulara odaklanma kapasitelerini inkâr etmenin mümkün olmadığını söyler. Yolcumuz modern insanın eksikliğinden birinin bu olduğunu anlıyordu. Bizi ilgilendirmeyen konulara yoğunlaşan insanın odaklanması da zayıflar ve idrakı kavramakta zorlanabilir. Modern insanın eli her yerde ama tam tutmuş vaziyette değil.

Şimdiki insan hiçbir şeyden geri kalmıyor. Her şeyi istiyor, her şeyi yapıyor, her şeyi alıyor, her şeye dadanıyor. Hiçbiri de yetmiyor ona. Çünkü hazmetmiyor. İyi biliyor, hatta çok iyi biliyor ama sadece biliyor. Öğütüp posasını atmıyor. Bilgisi var ama tefekkür yok. Yolcumuz bunları düşünürken oltadaki balık aklına geldi. Oltayı sardı ve oltaya gelen büyükçe balığı masanın üzerine koydu. Sayfaları eksik olan kitaba gözü takıldı. Neden birçok kez bu kitabı okumuştu. Uzun yolculuklarda yanına birçok kitap alması gerekirken neden bir tanesiyle yetiniyordu? Hafifçe gülümsedi. Daha bitmedi diye mırıldandı. Yolcumuz da birçok kitabı bir kez okumaktansa bir kitabı çok kez okuyanlardandı. Kitabın kolay kolay bittiğine inanmazdı. Aceleyle her şeyi okumak, her şeyi öğrenmek isteyenler hızlandığı zaman çok şeyi kaybediyorlardı. Belki de bu bir alanda ihtisaslaşmadıkları içindi. Tekâmül şarttı. Dediğim gibi yolcumuz prensip sahibidir ve ölçüsüz hareket etmez. Yaptığı işte de tutarlı ve sonuna kadar giden birisidir. Basit ve kendisini yormayan işlere itibar etmez, kalabalığın koştuğu yere gitmezdi. Haliyle acele etmezdi ve alakalı olduğu alanda sabırla olgunlaşmayı beklerdi. Yolcumuz modern insanın hız anlayışına akıl erdiremiyordu bu sebepten. Koşan insanların yetişemediklerini görmüştü. Papini’nin sorusu geldi aklına. Bu yavaşlıkta nasıl yaşayabiliyorsunuz insanlar? Her şeyin nasıl yavaş hareket ettiğini, her şeyin nasıl da katlanılmaz sakinlikte geçtiğini hissetmiyor musunuz? Hepimizin uyuşuk göründüğünün farkında mısınız? diyordu. Bu hız içinde yavaş değillerdi aslında. Hızın verdiği tembellik ve rehavetti bizimkisi. Yolcumuz dalgaların sesinden uyanır gibi oldu. Ayağa kalktı ve balığı şişe takıp pişirirken şehrin insanını irdelemeye devam etti.

Kölelik kaldırılmıştı fakat modern insanın köleliği sürüyordu. Makineye bağlı olarak hayat yaşadığını sanan canlılardı. Bilim tanrı kılınmış, madde yüceltilmiş, insanın şahsiyeti ve haysiyeti aşağılara çekilmişti. Maddeleştirilmişti. Ruha dair tüm hasletler ya yıkılıyor ya da maddenin cazibesi üstünü örtüyordu. Aklı maddeyi kutsadığından ruhu maddeyi alaşağı edebilecek gücü bulamıyordu. Madde donduruyordu insanı, ruh ise devamlı terakki halindeydi. Ki bizim sır idrakimizden payımız da ruhtandı. Varoluş sancımız da bu iki gelgit arasında değil miydi? Tüm bu arayışlarımız O’na olan hasretimizden. Gayemiz de O’nu aramaktı… Varoluş gayemiz Mutlak Varlık’a erişmenin yolunu bulmak, bulduğunda aramanın derdine düşmekti. Modern insanın bu kadar derinliğe ihtiyacı yoktu anlaşılan. Kalbinden ziyade aklının peşine düşen ama her peşine takıldığında tökezleyen, her tökezlediğinde batan bir varlık halini alıyordu.

Yolcumuz akşamı etmişti. Balık pişmiş, kil bir kâseye konulmuş, çay demlenmiş ve afiyetle yenilip içilmeyi bekliyordu. Balığın iyice pişmiş tarafından bir lokma aldı ve çayından da bir yudum çekti. Aklına bir şey gelmiş gibi başını kaldırdı ve sanki karşısında biri varmış gibi sordu: Sahi neydi, dünyaya nizam verecek ideal fikir. Neydi bu hastalığın teşhisini yapacak olan mutlak fikir?

Yaşadığı şu devirde kaç kere yeni dünya düzeni kurulmuştu. Bir tarafta iştihaları doymak bilmeyen, beslendikçe beslenen, hırslandıkça hırslanan, bundan dolayı dünyayı cehenneme çeviren, domuz gibi yaşayan, ne kendilerine ne de başkalarına hayat hakkı sunan, kendilerinden başka tüm milletlere açlığı, sefaleti, acıyı, katliamı, sömürgeyi reva gören ve azımsanmayacak kadar büyüyen bu devletlerin kurdukları düzenleri yıkacak o ideal fikir neredeydi? Biliyordu ki dünya her geçen gün semiren, semirdikçe göbeği şişen bir adamın devamlı kemerini gevşettiği gibi gevşeyen ve sonunda infilak edecek olan bir balondu. Sonu geliyordu. Kendi kendine sordu; peki yaşanmaya değer hayat neydi? İslam’a nispetle bunu sistemleştiren bir anlayış olmalıydı. Yolcumuzun uzun süredir üzerinde durduğu, cevaplandıramadığı, neyi düşünse devamlı takıldığı engel bu soruydu.

Hava gitgide soğumaya başlamıştı. Gözlerini ufka dikmiş olan yolcumuzun çayı yine soğumuştu.

Aylık Dergisi 192. Sayı, Eylül 2020

Authors

Bir yanıt yazın