Belirsizliğin İkinci Günü

Apartmandan aşağı inerken üç numaradan yine kavga sesleri yükseliyordu. Haftanın birkaç günü  üzerimize sağanak gibi yağar bu sesler. Bizim apartman arı kovanı değil, deli kovanı gibi bir şeydi. Her çeşit insanı bulmak mümkündü. Hele beşinci kattaki mimarın çocukları tepemde zıplarken bazen kendimi pencereden atacak kadar bunalmış hissederdim. Çocuklar dünyada icad edilmemiş sesleri çıkarmanın yolunu bir şekilde bulmakta mahirdiler. Mimar o kadar mülayim ve efendi adamdı ki, ona biraz sitem ederek bunu düzeltecek bir şey yapmasını isteyemiyordum. Dairem dışarıda çıldıracak gibi olduğum zamanlarda ise yegâne sığınağımdı. İnsan bazen bu gereksiz gürültülere bile ihtiyaç duyabiliyor. Size yaşadığınız hayatın dikensiz gül bahçesi olmadığını hatırlatıyor. Seviyordum yani bu tantanayı bir yandan.

Yaz geldiğinde, İstanbul’da hava neredeyse elle tutulur, yapışkan bir hale gelir. Vücudunuzda iz bırakır, teninize dokunur ve sizi rahatsız eder. Şimdi adı bile anılmayan eskilerin “eyyamı bahur” dedikleri günler olmalı.

Hava kurşun gibi ağırdı. Kurşun gibi ağır, ne demek? Bu, edebiyatçıların ifadeyi mübalağa ile güzelleştirmek için buldukları bir söz olsa gerek. Kurşun gibi ağır… Aslında düşününce, nefes alınamayacak gibiydi, demek herhalde. Fakat benim nefes alamayışımın havayla alakası yoktu. İman tahtama taş gibi bir şey oturmuştu, demek daha doğru olur. Etrafımda görünmez bir kafes vardı. Nereye gidersem gideyim içinden çıkmadığım bir kafes. Her ân beni takib eden ve verdiği sıkıntıyı bir ân bile olsun eksiltmeyen kafesimin bana yapışık şekilde bir varlığı vardı. İnsanlara bunu anlatamaz, bazen hiç kimse ile konuşamazsınız.

Sokağa adımımı atar atmaz, günlük bir rutinin tatbikatına da başlamış olurum. Selamlanacak ve hatırı sorulacak insanların sıralaması bile bellidir bu rutinin içinde. Bir gün bu sıralama bozulduğunda her şeyin tepetaklak olacağından korkuyordum. Kör İsmet sandalyesini yine kapalı olan barın önünde gölgede bir yere koymuş oturuyordu. Körlükle alakası falan yoktu. Fakat bu lakabın ona ağzı sıkı olduğu için verildiğini sanırdım. Fakat bir gün kontrole gelen polisleri oyalamak ve içeridekilere zaman kazandırmak için polislerin ayağına dolandığı için bu lakabın ona konulduğunu yeni öğrenmiştim. Polislerden biri ona çarpınca “kör müsün?” demişti. Bu da ona lakab olarak kalmıştı. Erkenden gelir, temizlikçileri bekler, onlar işlerini bitirince kapıyı kilitleyip akşamki görevi için hiçbir yere ayrılmadan barın kapısında dikilirdi. Kimi kimsesi yoktu. Bütün çevresi de bu bar ve barın müşterilerinden ibaretti. Onunla münasebetim ise bu acaib adama selam vermek ve arada bir hatırını sormaktı. Selam verdim. Ağzından tek kelime çıkmadan başını salladı.

Bu gibi temennilerden nefret ederim, zira kimse bir başkasının halini, derdini, içini bilemez, ama bir ân onun yerinde olmak istedim. Dünya yıkılsa kılı kıpırdamayacak kadar rahattı. Umursamak ve bir şey için canını sıkmak onun karakterinde yok gibiydi. Beklemeden geçtim. Antikacı Avni Bey beni çaya davet etti. Her sabah bir bardak çayını içmeden beni bırakmazdı. Hızlı bir sohbet ve acelem varmış gibi çabucak içtiğim çayın ardından kalktım. Alelacele bir yere çağrılmış gibiydim. Sahilde yürüyüş yapmak istiyordum. Beni sıkan bir şeyler vardı, fakat adını koyamıyordum.

Bakkalı, manavı, cadde üzerindeki bir başka antikacıyı selamlama faslı bitince caddeden aşağı inmeye başladım. Sahile indiğimde hemen yanımdan alışılmış feryadıyla bir ambulans geldiğim caddeye girdi. Kimin imdadına yetişecekse bir ân evvel ulaşabilmesini temenni ettim. Beşiktaş’a doğru yürümeye başladım. Sahili işgal eden binalardan tiksiniyorum. İnsanlara denizi ve ufku göstermemek için yapılmış birer engel gibiler. Akşam rutin bir buluşmam vardı ve onu kaçırmamalıydım. Bazen yürüyüşün dozu kaçabiliyor ve bir kahve içmek için oturduğum yerde haddinden fazla kalabiliyordum. Faik Bey bana gönül koymazdı. Geç kalsam da en fazla biraz serzenişte bulunur ve kendisi gibi bir ihtiyarı üzmememi söylerdi. Ona “abi” diye hitab edebilme izni olan birkaç kişiden biriydim. Bize semtin eski zamanlarını anlattığı fasılların tadına doyum olmazdı.

Beşiktaş’ın keşmekeşi ve Ortaköy’deki saçma kalabalığın arasında kalmak istemediğimden bir taksiye bindim. Emirgan da son senelerde kalabalıklaşmıştı, neyse ki hâlâ birçok kimse için uzak bir yerdi. Emirgan’ın sakin sokaklarında gezmek içimdeki sıkıntıyı biraz hafifletir gibi oldu.

***

Tabii ki cenazeye gitmeyecektim. Cenazelerden nefret ederdim. Bir kimseye teselli vermek kadar zor bir şey yoktur, kaldı ki bir cenazede geride kalanlara teskin edici birkaç söz söylemek benim için fevkalade zordu. Kuru lakırdılar şeklinde alışılmış sözleri tekrar etmek de bana göre değildi. Nimet Hanım’ın yüzüne bile bakamazdım. Hele ki dünkü bütün aramalara rağmen bana ulaşamayışlarından sonra karşısına nasıl çıkardım. Telefonumu bilerek evde bırakmıştım. Her şeyden uzak kalmak isterken bana imdat çağrısında bulunanlara da uzak kalmıştım.

Dün akşama doğru Faik abiyle buluşmak için geri döndüğümde, o eski bir eser gibi ihtişamlı demir kapının önünde insan kalabalığı vardı. Tabii bir merak ve aceleyle oraya gittim. Karşıma binanın hemen karşısında kafe işleten Oktay çıktı. Ne olduğunu sorduğumda bana Faik abinin fenalaştığını ve ambulansla  hastaneye kaldırıldığını söyledi. Aklıma hemen öğleye doğru yanımdan geçen ambulans geldi. Oktay benim Faik abiyle ne kadar yakın olduğumu bilirdi, elini omzuma koydu:

“Her şey için çok geç kalmışlar.”

Bu kadar, sabah var olan biri akşam olmadan bu dünyadan ayrılmıştı. Bu kadar basit olabilir miydi?

Kuru kuru yutkundum ve birdenbire dehşet hissi kapladı bütün bedenimi. Az kalsın “Nasıl ölür, akşama buluşacaktık.” sözleri dökülecekti ağzımdan. Ve ben hiçbir şey söylemeden oradan kaçtım. Sokağıma geldiğimde herkesin gözü benim üstümdeymiş gibi hissettim. Apartmana girmedim. Hemen köşeyi dönerek tam aksi istikamette oradan uzaklaştım. Bazen insana sığınak gibi gelen yerler bile zindan olabilir. Kendi başıma kalmak fikri de kötü bir fikirdi, fakat o ân insanların ağızlarından çıkacak alışıldık ve kopya sözlere katlanamazdım. Nimet Hanım beni kaç defa aramıştı acaba? Gün karanlığa karışırken kendimi bilmeden, hiç bilmediğim sokaklarda yürüyüp duruyordum, fakat yorulmama rağmen durmak da istemiyordum.

Faik abi akrabam değildi. Fakat kadim bir dosttu. Eski bir İstanbul beyefendisiydi ve az rastlanan hatır, adab bilir bir insandı. Gerçekten İstanbul ve Beyoğlu hakkında büyük bilgi sahibiydi. Size binlerce küçük hikâye anlatabilirdi. Tanıdığı ve birçoğu hayatta olmayan yüzlerce insan hakkında hikâyeler… İşte ben de onun yanına güzel dostluğu ve bu küçük hikâyeleri dinlemek için giderdim. Nasıl ki bir eşyaya üstündeki işçilik ve sanat için tarihi eser muamelesi yapılıyorsa böyle insanların da aynı şekilde muamele görmesi gerekmez mi? Fakat o ân onun için mi üzülüyordum, yoksa kendi halim için mi endişeliydim, tam bilemiyordum. Kesinlikle Faik abi büyük bir kıymetti, fakat kimin için? Şimdi ölmüştü. Pekiyi o kıymeti kim bilecekti? Beni dehşete düşüren şey onun ölmesi mi, yoksa ölüm fikrinin kendisi miydi?

Kör olmuştum. Kendime ve hayatıma dair yarını hatta bir ân ötesini dahi göremiyordum. Ölümün buz gibi gerçeği bütün benliğimi sarmıştı.

Ne kadar yürümüştüm bilmiyorum, fakat dermansızlık bütün bedenimi kaplamıştı. Tarlabaşı’ndaki o berbat otellerden birinde kalmak istemiyordum. Niçin eve gitmek istemediğimi de bilmiyordum. Sanki evim bana, üzüleceğim bir şeyleri hatırlatacaktı. Bir taksiye bindim ve Sultan Ahmet’teki otellerden birinde kalmaya karar verdim. İlk birkaç otelin bana göre olmadığını resepsiyonun önünde birkaç saniye geçirince anladım. Klodfarer Caddesi’nde tam kendime göre bir otel buldum. Odaya girdiğimde ışıkları yakmadım. Bir an gelir ve sadece uyumak istersiniz, uyumak ve her şeyi unutmak, bu fikir bana cazip gelmişti.  Kendimi yatağa bıraktım ve uzun süredir uyumadığım kadar derin bir uykuya daldım.

Karanlıkta bir şey sürekli beni rahatsız ediyordu. Ne yana dönsem beni uyandırmak için inatla uğraşıyordu. Gözlerimi açtım ve buna neyin sebeb olduğunu anlamaya çalıştım. Sabah ezanları okunuyordu. Tabii ya, eski İstanbul sınırları içindeyseniz, ezanların biri biter biri başlardı. Yatağımda doğrulup oturdum. Bacaklarım hâlâ biraz ağrıyordu ama uykumu da almıştım. Kalkıp pencereyi açtım. Denizin kokusu sabahın bu vaktinde buradan hissediliyordu. Nihayet ezanlar bittiğinde aklın alamayacağı kadar güzel bir sessizlik kapladı her yanı. Ne kadar duyulur ve güzel bir ândı bu. Fakat bu güzel ân uzun sürmedi, ezanlar bana Faik abiyi hatırlatmıştı ve onun hatırasının verdiği huzursuzlukla pencereyi kapattım. Yatağa oturdum ve ellerimi başımın arasına aldım. Neden kaçıyordum? Hiçbir cevab beni teskin etmeyecek gibiydi. Açlığımı hissettim.

Otel hesabını kapattım. Bir şeyler yiyebilmek için henüz çok erkendi. Sarayburnu’na doğru yürümeye başladım. Neyse ki benim gibi erken vakitte yollara düşenleri düşünen dükkânlar vardı. Açlığımı bastırmak için bir şeyler atıştırdım. Çay güzel geldi fakat ikinciyi içmeden kalktım. Dükkândan çıkarken tekrar sigaraya başlasam mı diye düşündüm. Fakat bu sadece bir bahaneydi.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Vapur iskelesinin yanında denize ve karşı kıyıya bakarken orada durdum ve bütün günü nerede geçireceğimi, cenaze işleri halledilirken ne yapacağımı düşünmeye çalıştım. Ayaklarım beni Cankurtaran tarafına doğru sürükledi. Başım önümde yürüyordum. Hava rüzgârlıydı. Fakat öğlen sıcağına bu rüzgârın da fayda etmeyeceğini düşündüm. Bir yanda dalgalar kayaları kamçılarken, bir yanda martılar, kısmetleri için çığlık atıyorlardı. Cenaze ve Faik abiden başka her şey aklıma geliyordu. Daha doğrusu bunlar aklıma gelmesin diye uğraşıyordum.

Yaptığım şey ne kadar saçmaydı. Her gün birileri ölüyordu, her gün insanlar cenazelere katılıyordu. Sanki daha önce hiç cenazeye katılmamışım gibi…  Evet, daha önce hiç cenazeye katılmamıştım. Dedelerim öldüğünde çok küçüktüm ve cenazeye götürülüp götürülmediğimi hatırlamıyordum. Ama yine de cenazeye gitmemekte kararlıydım. Daha da uzaklaşmak istiyordum buralardan. Beni bir şeyler buna şartlandırmış gibiydi.

Sanki hayatım silinmiş, bir ân sonrası için bile bir şey düşünemeyecek hâle gelmiştim. Evet, benimkisi bencillikti, ben Faik abinin ölümünden ziyade düzenimin alt üst oluşunun derdine düşmüştüm. Bu nasıl bir his iptali olabilirdi? İnsanların hisleri sadece kendine hasredilmiş olamaz. İnsan etrafındaki her şey için de bir parça hissini ayırmak zorundadır. Sonra Nimet Hanım’ı böyle bir günde nasıl yalnız bırakırdım? Faydasız bir kaçıştı benimkisi.

Omuzlarım yıkılmış, gözlerim devrilmiş halde mahalleme döndüm. Ne kadar kaçmak için uğraştıysam, şimdi de belirgin bir acelecilikle cenazeye yetişmeye çalışıyordum. Taksiciden paranın üstünü bile almadım. Cami bahçesinde birkaç kişi vardı, fakat çoktan kaçırmıştım namazı. Caminin beş on kişilik müdavimi ihtiyarlardan birinin yakasına yapıştım ve hangi mezarlık olduğunu sordum. İhtiyar sorumu korkuyla cevapladı. Taksici hâlâ oradaydı, hemen arabaya atladım ve adresi söyledim. Şoför taksimetreyi açmadı. Bonkörlüğe mi karşılık veriyordu, yoksa durumun nazikliğine mi, bilemedim.

“Yakınınız mıydı?” dedi nihayet yolun yarısında.

Ne demeliydim? Ne denmeliydi? Gözlerim dolar gibi oldu. Güzel bir insan, bizim gibi, kendini düşünmekten başka işi olmayan insanlardan kurtulmuştu. Her hikâyesinden sonra bir bir yitip giden güzelliklerin arkasından hayıflanmaktan kurtulmuştu. Anlatırdı, severdi anlatmayı, fakat üzülürdü de. Şoföre başımı salladım, ama ondan yana bakmıyordum.

Birdenbire her şey berraklaşıvermişti. Silinen her şey geri gelmişti. Kaçmak yerine, karar almak gerekliydi. Mezarlığın kapısında durduğumuzda taksiciye teşekkür ettim. Adam hiç tanımamasına rağmen “Allah rahmet etsin” temennisinde bulunmayı ihmal etmedi.

Mezarlıktaki bu kadar büyük kalabalığın hepsi camiye de gelmiş miydi acaba, diye düşündüm. Büyük kısmını yakından tanıyordum. Zira hemen hepsi bayramda bile olsa camiyle işi olmayan tiplerdi. Cenaze namazı için camiye geldilerse bile artık sık rastlanılan ve bir konu mankeni edasıyla camilerin bahçelerini dolduran kalabalıklardan pek de farkları olmadığına emindim.

Ölüm de gerekli hayat için, yoksa nasıl yaşarız? Ölüm kadar hayatın hakikatini meydana çıkarabilecek başka bir vakıa var mı acaba? Her şeyi maddi bir plan içerisine hapsetmek bizi hayatın gayesinden koparmaktan başka ne işe yarıyor? Hayatlarımızın esiriyiz. Taptıklarımızın yerini idealleştirilmiş hayatlar aldı. Sadece hayatımız ve kendimizi düşünüyoruz. Ve bunlar bizi hiçbir yere götürmüyor. Taptığımız hayatımızdan her geçen gün daha çok şikâyetçi oluyoruz. Fakat yine de yeni bir şey olmuyor, daha çok şikâyet ediyoruz ve yine bir yere gitmiyoruz.

Ve sonunda ölüm gibi bir gerçekle karşılaşınca dün benim başıma geldiği gibi duvara tosluyoruz. Ama başkaları namına konuşmamalıyım. Pekâlâ, şu kenarda kürek sırası beklerken hâlâ birbirlerinin kulaklarına fısıldadıkları sözlere gülebilen tipler için bu geçerli olmayabilir. Onların hayatlarının duvarları yok galiba.  Hayatlarına engel olabilecek bütün duvarları yıkmış olmalılar. Ve bir gün karşılarına hayatın en temel gerçeği çıktığında bir uçurumdan yuvarlanmış kadar dehşete kapılıyorlar.

Sonu olan bir şeye sahibiz, fakat hiçbir kaygımız yok!

Sonu olan bir şeye sahibiz, fakat hiç bitmeyecekmiş gibi yaşıyoruz!

Sonu olan bir şeyi insan körü körüne harcamaz!

Hayatım bana kör bir kuyu kadar dipsiz ve karanlık göründü. Onu manalandıracak bir şey bulamadım.

Elime kürek alıp bir parça toprak da ben attım dostumun üstüne…

 

Aylık Dergisi 192. Sayı, Eylül 2020

Authors

Bir yanıt yazın