Bir Tebessüm Gelip Geçer Her Gün Önümden

Yine yağmur yağıyordu. Güzel, insana başka şeyler düşündüren bir yağmur. Havalar ısınmadan evvel son yağmurlardı belki. İnsanların telaşla bir yerlere gidip gelmeleri gibi, hızlıca yağıp geçen, sonra bir şey unutmuş gibi koşarak tekrar üzerimizden gelip geçen bulutlar, hayat dolu yüklerini boşaltıp gidiyorlardı. Kemalettin Tuğcu Sokağı’na çıkmadan evvel birkaç sokak aşağıda, küçük süs ve hediyelik eşyalar satan bir dükkânım vardı. Biz burada birkaç esnaf, aşağıda sahil yolu üzerindeki kalabalık ve karmaşa ile Kemalettin Tuğcu Sokağı’nın huzurlu sakinliği arasında kalmıştık. Ben kendi namıma bu durumdan memnundum.

Buranın yani Çengelköy’ün neredeyse bir köy kadar sakin olduğu zamanları da hatırlıyorum. Daha çocuktum ve babamla beraber onun kahvehanesine gider gelirdim. Şimdi üzerinden çok zaman geçti ve o küçük semt hâlâ küçük olmasına rağmen insan akınına uğramaya başladı. O zamanlar her şey, ya çocuk olduğum için bana güzel geliyordu yahut da gerçekten güzeldi. Her esnafın ve müşterinin birbirini tanıdığı, tantanadan uzak bir yer nasıl güzel olmasın?

Taburemi ve çayımı alarak kapının önüne çıktım. Yan komşum daha yeni tozdan kurtulmak için sokağı sulamıştı. Karşı tarafta İhsan’ın yerinde çenesini bastonuna dayamış oturan Kâmil Bey kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından yolda sabit bir noktaya buğulu gözlerle bakıyordu. Her zamanki gibi şıktı Kamil bey. İhsan ona çayını getirince huzursuzca kıpırdandı ve İhsan’ın varlığından habersizmiş gibi uzanıp çayına iki şeker attı. Komşum Atıf da gelip yanıma oturdu.

“Neye bakıyorsun?” dedi. Aslında kime baktığımı pekâlâ biliyordu. Çenemle Kamil beyi işaret ettim. Bazı insanlar vardır, samimiyetiniz derecesinde ona abi, amca, dayı gibi lakabları da ekleyerek hitab ederdiniz, ama kimse Kamil Bey’e bu gibi bir hitabla seslenemezdi. O herkes için Kamil Bey’di.

“İnsanın her gün aynı düzende, aynı şeyi işi olmadığı halde gelip yapması ne kadar tuhaf, değil mi?” dedim.

“Ben de onun gibi olmak isterdim.” dedi, Atıf. Başımı çevirip ne demek istediğini anlamak için ona baktım. “Ne var, her gün zevkini duyarak aynı ânı yaşıyorsun, sessiz sakin yaşıyorsun.”

“Ama çok kederli görünüyor.”

“Ha! Sen onu hatırlamıyorsun değil mi? Tabii sen o zamanlar çocuktun. İşte onun kederinden asla istemem.” diye anlatmaya başladı Atıf’la aramızda altı-yedi yaş fark vardı. Benden büyüktü ve esnaflığı benden daha eski olduğu için buranın insanlarını benden daha iyi tanıyordu. Bu acıdan donmuş yüzün hikâyesini dinlemek için dikkatimi ona vermiştim.

“Babası buranın en büyük mülk sahiblerinden biriymiş. Ben tanımadım tabii, hayal meyal hatırlar gibiyim, ama yalan olmasın şimdi, başkalarından duyduklarımla karıştı her şey. Altı kardeştiler. İki ablası ve üç ağabeyi varmış. Kamil bey en küçükleriymiş. Baba vefat edince ağabeyler birlik oluyorlar analarının elindeki her şeyi alıyorlar, kız kardeşlerine de biraz sus payı, Kamil Bey anasına tek sahib çıkan olmuş. Anasını da, Kamil Beyi de kapının önüne koymuşlar.”

“Olur mu öyle şey, kanun var, nizam var, kimse sahib çıkmamış mı?”

Atıf burada öyle bir kahkaha attı ki, yoldan gelip geçen birkaç kişi ister istemez dönüp bize baktı. Atıf bana dönüp söyleyeceği şey aksi isbat edilemez bir gerçekmiş gibi, ciddi bir yüzle o kahkahanın bütün izlerini silerek:

“Para kanundur. Paran varsa sana sahib çıkarlar veya sahib çıkmaları için satın alırsın. Her neyse,” diyerek devam etti. “Fakat anaları eli iş tutan akıllı bir kadınmış. Öz evlatlarının hırsına yenilmiş olsa da, hayata yenilmemek için ahdetmiş olacak ki, tek göz, ahşab bir eve Kamil Bey ile beraber yerleşmiş, pazarda sebze meyve satmaya başlamış, tek tahta birkaç tahta olmuş, kimse nasıl olduğunu anlamamış, ama Şengül Hanım birdenbire sebze meyve toptancısı olmuş. Bu arada kardeşler babalarının sonu gelmez servetini büyük bir iştahla yemeye koyulmuşlar, her günleri tatil, her günleri eğlence, gezme… Nihayet en büyük iki kardeş sen çok aldın ben az aldım kavgasında birbirlerini vuruyorlar, iki numara ölmüş, bir numara hapse girmiş. Eh, tabii üç numara meydanı boş bulunca durur mu, her şeyin üstüne konmuş, kız kardeşlere verdikleri evler hariç, bütün mallar birkaç sene içinde tek tek ellerinden çıkmış. Şengül Hanım burada devreye girmiş, meğer yok pahasına oğlunun elinden çıkardığı malları başkası adına kendine alıyormuş. Nihayet üç numara ailenin yıllardır yaşadığı büyük konağı elinden çıkardığında Şengül Hanım da meydana çıkmış. Yıllar önce konağın kapısından çıkarken ne kadar sersefil durumdaysa şimdi de o kadar gururlu ve başı dikmiş. Üç numara ile konağın kapısında karşılaştıklarında oğlu içkiden perişan olmuş, neredeyse pahalı kıyafetler içinde bir dilenci görünümündeymiş. İşte Kamil Bey hatayı orada yapmış, herkes öyle der, ama Allah bilir.”

“Ne hatası?”

“Ağabeyini o hâlde görünce annesinin eline yapışmış ve anne affet, demiş.”

“Yani?..”

“Şengül Hanım ona öyle bir bakmış ki, Kamil Bey başka bir kelime edememiş. İki gün sonra da onu kapının önüne koymuş.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Fakat hemen aklıma Kamil Bey’in o büyük konakta yaşadığı geldi.

“Yalnız bir saniye, Kamil Bey hâlâ o konakta yaşıyor.”

“Evet, iki ağabeyi de yanında.”

“Ama bu nasıl olur?”

“Anneleri vefat ettiğinde bütün serveti Kamil Bey’e bırakmış, vasiyetinde ağabeylerine ve kız kardeşlerine de sahib çıkmasını istemiş.”

“Vay be! Pekiyi, bir şekilde annesinin affına uğradıysa Kamil Bey niçin bu kadar kederli?”

“Bilmem, bütün bunların para ve hırs yüzünden bütün aileyi darmadağın etmesinden, milletin diline düşmelerinden ve annesinin o bakışı yüzünden olabilir. Acı, bazen sadece acıdır, onu anlatmak için kelimelere ihtiyaç yoktur ve kederi yalnız, yaşayan bilir.”

Dinlediklerimden dumura uğramıştım. Ve hikâyenin kahramanı çoktan çayını içip gitmişti. Atıf da müşterisine bakmak için dükkâna girmişti. Ben de dükkâna girmek için davranmak üzereyken sokağın yukarısından yine o geliyordu. Kamil Bey gibi, her gün dakik, her gün aynı saatte, her gün aynı ifadeyle.

Başı devamlı önünde, yüzünde tebessümlerin en güzeli, sanki önünde mesud bir varlığı takib eder gibi. O her gün buradan geçer ve ben her gün onun geçişini beklerim. Kaç sefer nereye gittiğini öğrenmek için peşine düşmek arzusu duydum, fakat bunu, yani tanımadığı biri tarafından takib edilmeyi ona konduramadım. Nasıl bir huzur bulmuştu acaba bu hayattan? Ne idi ona mutlu eden?  Kaç defa bir gün de benim dükkânıma gelsin istedim. Kaç defa onun hayali oldum. Gözleri ile tebessüm eden bu yüze ne hayaller kurdum. Yüzü gibi sesi de güzel miydi, merak ettim. Bir zaman o hâle geldi ki, sadece onun için dükkânımı açar oldum, onu görebilmek için. O benim burada bulunma sebebim gibi bir şey olmuştu; benim ümidimdi.  Hep o aheste yürüyüşle yine geliyordu. Etrafındaki hiçbir şey, hiçbir gürültü ve patırtı onu rahatsız etmiyor gibiydi. Kendini bütün menfiliklerden tecrid etmişti. Hiçbir şeye ani bir tepki vermezdi. Bir gün çekingenliğimi yenebilirsem peşinden gidecek, hakkında biraz daha bilgi edinecektim. Ve önümden gelip geçti. Başımla onu takib ediyordum. O esnada Atıf da müşterisini savmış dışarı çıkmıştı. Nereye baktığımı anladığını fark edince hemen başımı herhangi bir şeyle ilgileniyormuş gibi başka tarafa çevirdim.

Ama yakalamıştı beni. Sessiz ve manidarca güldü. Gelip tekrar yanıma oturdu.

“O, kim biliyorsun, değil mi?”

“Kim?” dedim hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi.

Yine o manidarca gülüşle başını iki yana salladı. İçinden kim bilir benim için ne düşünüyordu.

“Neyse, o Arif abinin kızı.” Biraz da korkuya kapılarak heyecanla:

“Hangi Arif abinin?” dedim. Söyleyeceği ismin başka biri olmasını ümid ederek gözlerinin içine baktım.

“Geçen seneki kaza…” dediğinde kalbime bir ok saplanır gibi oldu. Göğsüm nefes alamayacak kadar daraldı. Atıf’ı dinlemiyordum artık.

Arif abi öğretmendi. Aynı kızı gibi, mütebessim çehresi ile Çengelköy’de tanınmış biriydi. Ve geçen sene, burayı pis alışkanlıklarının döküm sahası olarak gören insan kılıklı biri tarafından kaldırımda yürürken ezilmişti. Dahası, Arif abi bir önceki sene hanımını da aynı caddede yine trafik kazasında kaybetmişti. Yani benim hülyam hem öksüz hem yetimdi.

O benim dikkatimi son bir, bir buçuk senedir çekiyordu. Nasıl yeise kapılmaz insan, nasıl üstesinden gelir bu kadar ağırlığın, nasıl böyle vakur durabilir.

Atıf’a döndüm; beni teskin edecek bir cevab versin istiyordum. Onun niçin bu kadar mütebessim olduğunu, gerçekten mutlu olduğunu anlatacak bir şey.

“Ama hiç de öyle görünmüyor, yani bir öksüz…” ama sonunu getiremedim cümlenin.

Bilmem artık, gibilerden kaşlarını kaldırdı, derin düşüncelere dalmış gibi, gözleri yerde belirsiz bir noktaya daldı ve bana bakmadan:

“Her tebessüm bir acıyı gizler.”

 

Aylık Dergisi 191.Sayı, Ağustos 2020

Authors

Bir yanıt yazın