Bir insanın değeri bayağı kesire benzer:
Pay gerçek değerini gösterir,
Payda kendisini ne zannettiğini.
Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır.
Fikirler buruşturup çöp kutusuna atabileceğimiz karalanmış kâğıt parçaları değildir. İnsanın gözlerinden süzülüp kanına karışan ve tüm uzuvlarına dağılan sıvılaşmış vesvese gibidirler. Sen farkında olmasan da zihnindeki kontrol noktalarını ele geçirip bir virüs gibi tüm güvenli bölgeleri tarumar eder ve fiillerine hakimiyet kurar. İçtiğin bir bardak suyun molekülleri arasında gezinen mikropları göremezsin. Balın içinde sunulan zehri de geri çeviremezsin. Zihnine uladığın metinler de böyledir. Satır aralarında gizlenen hastalıklı fikirleri frambuazlı pasta gibi indirirsin midene. Ta ki kanser, hücre çeperlerini ele geçirip, nöral ağlarını zehirli bir örümcek gibi dokuduğunda, sana ait olmayan eylem ve telaffuzlarda bulunduğunda fark edersin. İznin olmadan biri seni senden kaçırmaktadır. Oyuncak bebek gibi giyindirip, soyundurmaktadır. Ama ellerin bağlı, gözlerin kapalıdır.
Tam da bu yüzden elimize aldığımız her metne temkinli yaklaşıyoruz. Ölçüp, tartıyor, kesip, biçiyor ve okuyup okumayacağımıza karar veriyoruz. Fayda-zarar muvazenesinde hangi kefenin daha ağır geldiğini müşahede ediyor akabinde olasılıkları mülahaza edip bir karar veriyoruz. Ne kadar iyi yüzücü olsan da bulduğun her dereye lop diye atlayamazsın. Kırk yıllık baytar da olsan destur demeden boğanın ardından geçemezsin. Tabiî ki risk her zaman önemlidir. Biraz kafa karışıklığı iyidir. Ama çorba olmuş bir kafa ne kendisine ne de bir başkasına fayda verebilir.
Bu ikircikli durumu daha çok başka medeniyetlere ait yazarların eserlerini okumadan evvel yaşarız. Malayani ile iştigal etmek biz doğuluların pek sevmediği bir şeydir. Pragmatist denemez bize. Fayda odaklı düşünmeyiz sadece. Ama fayda meşgul olacağımız işten hasıl olacak önemli olgulardan bir tanesidir. Zülfü Livaneli, ünlü yönetmen Elia Kazan(3) ile anılarını anlattığı ve biyografik malumatlar sunduğu Elia ile Yolculuk isimli kitabında okuyucularıyla garip bir ayrıntıyı paylaşır. İddiası; Elia’nın genlerinde hala doğu kültürünün yoğun bir şekilde dolaştığıdır. Örnek olarak Elia’nın şatafatlı sofralardan, nümayiş havasında geçen yemek şölenlerinden pek hazzetmemesidir. Verilen örnek doğrudur. Çünkü doğulu bu türden şeyleri faydasız görür. Yemek karnı doyurmak, hayatta kalmaya devam etmek ve İslami bir bakış açısı ile ibadetlerimizi kusursuz şekilde yerine getirebilmek adına yeteri kadar yenir. Bunu bir tören havasında, ritüel gibi icra etmek hedonist hovardalar misali dünyanın en kıymetli şeyi olan zamanı çarçur etmektir. Bu sebeple okuyacağımız eserleri önceden tetkik eder, boşa zaman harcamamak adına dikkatli bir şekilde seçeriz.
Mesele Tolstoy’a gelince iş biraz değişiyor. Yukarıda Tolstoy’un hayatını üç evreye ayırmıştık. 0-20 birinci, 20-54 ikinci ve 54-82 yaşları arası üçüncü dönemini ifade ediyor. Hayatının ikinci evresinde şöhret ve itibar kazanmak adına Savaş ve Barış ile Anne Karanina isimli eserlerini yazmış Tolstoy. Dilediği de olmuş tabiî. Dünya çapında nam salmış eserleriyle. Fakat aydınlanma sonrası yani 54 yaşından sonra o güne kadar çizdiği çizginin dışına çıkmış. Daha hikemi, felsefi ve mistik kurgular üretmeye başlamış. Bu dönem eserleri çekinmeden okunabilir.
*
İkinci dönem eserleri ve bunlardan da Savaş ve Barış ile bahsi açacak olursak -ki Harb ve Sulh daha güzel bir tercüme olurdu- yazılması uzun bir süre ve emek istemiş. 500’ü aşkın karakter var içerisinde. Oldukça hacimli. Ciddi bir saha araştırması neticesinde ortaya çıkmış. Yazım sürecinde Tolstoy ruhsal bir çöküntü yaşamış. Fransa-Rusya arasındaki harbi olanca gerçekçiliği ile anlatıyor diyebiliriz.(4) Büyük bir kitlenin üniversite zamanlarında zevkle okuduğu hatta ömürleri boyunca unutamadıkları eserlerden bir tanesidir. -O kadar kalın bir eser okuduktan sonra, okuma hayatına ara verdiği ve yeni eserlerle tanışma şerefine erişemediği için olsa gerek.- Fakat Tolstoy’un en sevmediğim(5) eseri diyebilirim. Tabiî kurgu türünde yazdığı eserler içerisinde. Bir süre sonra beni ciddi anlamda bunalttığını, dişlerimi sıkarak okumak zorunda kaldığımı ve hatta kısa bir okuma süreci içerisinde üzerimde ağır sıklet bir yorgunluk hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum.
Genel kanaat Tolstoy’un 54 yaşından önce yazdığı eserlerin daha güçlü ve etkin olduğu yönünde. Hatta yakın arkadaşı Turgenyev’in, Tolstoy’u uyardığı, yazdığı hikayelerden vazgeçip eskisi gibi uzun ve daha donanımlı kurgular kaleme almasını istediğini biliyoruz. Benim kanaatim ise aksi istikamette. Son dönem eserlerinin eskilere nazaran çok daha didaktik ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Edebiyatı, daha genel bir ifade ile sanatı araçsallaştırma mevzusu söz konusu burada belki. Tolstoy’un ilk dönem eserlerini “sanat için sanat” başlığı altında toplayabiliriz. Ama “sanat için sanat” diye bir şey insanlık tarihinin hangi döneminde mümkün olmuştur ki? Kâinat nedensellik kanunu(6) ile bir düzen içinde ayakta kalabilir. Her fiziksel eylemin arkasında neden-sonuç zinciri yatar. Hal böyleyken hangi insan edimi bu kanunun dışına çıkarak bir şeyi yine o şey için gerçekleştirebilir? Ayrıca bir şeyin varlığı kendisine nasıl bağlı olabilir? Ki bu sorular da bizi ciddi bir felsefi tartışmanın ortasına çekecektir. Bu sebeple özet olarak söyleyecek olursak; her ne kadar genel kanaat Tolstoy’un ilk dönem eserlerini sanat için sanat yaptığı -ama açıkça itibar için yaptığını “itiraf” ediyor”- gerekçesiyle sanatsal değerini yüksek görse de bana göre sonraki eserleri eskilere nazaran çok daha işlevsel, faydalı ve sanatsal açıdan daha kıymetlidir.
“Roman sulandırılmış hakikattir” der Cemil Meriç. Uzun romanlar biraz fazla sulandırılmış olduğu için bana göre laçkalaşmaya teşnedir. Bir adamın yazdığı tuğla gibi iki ya da üç ciltten oluşan bir eseri okumak bir yerde bireysel terbiye işidir. Çünkü okuyucu böyle eserlerin içindeki bilgilerden çok okuma sürecinde kendiyle savaşarak kazanım elde eder. Azim, istikrar, kararlılık, sabır gibi pek çok erdem gerektirir. Okuduğum uzun edebi eserlerde “bu bölüme ne gerek vardı?” “şu paragraf gereksiz değil miydi?” gibi pek çok tenkitte bulunmadan edemiyorum açıkçası. Savaş ve Barış da bunlardan bir tanesiydi. Diyebilirsiniz ki “e edebiyat yapıyor işte, ne olacaktı?” katılıyorum size ama bu bir kişisel okuma atlası. Görüşlerim son derece sübjektif.
*
Anna Karanina, yazının icadından bugüne kadar yazılmış olan en iyi 100 edebi eser içerisinde yer alıyor. Tolstoy’un karakter analizlerine ve psikolojik tahlillere en fazla yer verdiği eseridir. Başkarakterin aristokrat bir hanımzade olması dönemin elit çevrelerinin sosyal yaşamlarına, politik, felsefi ve etik görüşlerine yakından bakmamızı sağlıyor. Okuduğum zamanlarda ufuk açıcı olmuştu. Rus edebiyatına karşı ilk ciddi merak bu eserle beraber uyanmıştı içimde. Çarlık Rusya’sının yıkılışı ile Rus edebi yazın dünyası arasında ne gibi ilişkilerin olduğunu düşünmeye başlamıştım. Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı da o zamanlarda geçmişti elime. Beni bir hayli etkileyen Bazarov(7) karakteri ile iyiden iyiye Rus yazarlarını okumaya başlamıştım.
Anna Karanina popülistlerin niçin mujiklere yöneldiğinin ispatı mahiyetinde. Aristokrat kesimin çürük lahana kokan nefesi ile hiçbir şeyin olmayacağı ortada çünkü. Herkes halinden memnun. Irgatların kazandığı paralar adamların sofralarına zenginlik katıyor. Avrupa dünyaya hükümran olma yolunda ilerlerken bunlar balolarda, partilerde pabuç eskitiyor. Haliyle bir avuç vicdanlı aydın da köylerde insan yetiştirmenin peşine düşüyor. Toplumun en alt kesimini harekete geçirmenin devrimi hızlandıracağını düşünüyor. Tolstoy da bir zamanlar tüm gereksinimlerini karşıladığı bir okul açmış ve çocuk yetiştirmişti. Ama popülist ideolojinin derdi köyde eğitimsiz kalan çocuklar değil, bizzat tarlalarda avuçları nasır tutan köylülerdi.(8)
Finalde gerçekleşen intihar sahnesi şaşırtıcıydı. Ölüm geliyorum demez ama intihar gelmeden klakson sesiyle okuyucunun kulaklarını infilak eder. Bunu önceden tahmin etmek okuyucu için daha fazla gerilim yaratır. İntihar ile biten eserler zihnimde kurgunun yarım kaldığına dair bir intiba oluşturuyor daima. Benim için bunun tek istisnası Zweig’in Sabırsız Yürek isimli eseriydi. Hayatı baştan aşağı ruhsal bir eziliş ve psikolojik bir buhran içerisinde geçen karakterin hazin sonu oldukça makuldü. Fakat diğer eserlerindeki intiharlı finaller gözüme hep eğreti gelmiştir. Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sinin finali hakeza. Bir tek ben mi böyle düşünüyorum diye araştırdığımda kimi edebiyat münekkitlerinin gazabına uğradığını fark ettim.
Hayat pek çoğumuz için meşakkatli. Bu hep böyleydi. Ama medya organları sosyal hayatın iliklerine bu kadar işlememişti. Refah içinde zevk-u safa edenlerden haberimiz yoktu. Bu sebeple hayat işve edip neşve vermeyen bir gamlı hazan gibi. Ve biz bu neşveyi okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde arıyoruz. Bundan olsa gerek hep neşeli, eğlenceli, gönlümüzü hoş edecek şeyler istiyoruz belki. Bulamayınca da burun kıvırıyoruz. Ya da artık çok fazla özgün içeriklerle karşılaşmaya başladık. İyiyi kötüsünden kolayca ayırt edebiliyoruz. Bu sebeple daha nitelikli bir bakış açısı ile metni değerlendirdiğimiz için beğenimize hitap etmeyen içeriklerin sayısı git gide artıyor. İki ihtimalden hangisi doğru ve hangisine bağlı olarak intihar finalleri bana hep eksik geliyor? Bu da cevaplamam gereken bir başka soru.
*
Bir yazarın klasikleşmesi ona değer katıyor. Fakat diğer yandan ayağa düşmesine sebep oluyor. Telif hakkı kalktığında önüne gelen istediği gibi basıp, yayınlıyor. Sonra insanlar kitap almak için yayınevine değil, marketlere gidiyor. Geçenlerde bir market reyonunda yığılmış bir sürü klasik eser gördüm. Meseleyi hangi ucundan tutsak elimizde kalır. Bu mevzular artık epey popüler zaten. İnsanların sosyalleştiği dijital mecralarda bol bol tartışılıyor. Tolstoy’a gelecek olursak o da aynı dertten mustarip. Bir yayınevi yazarın tüm eserlerini ele geçirmiş. Mal bulmuş Mağribî gibi yağmalayıp duruyor. Aynı hikayeleri derleyip derleyip farklı başlıklarla basıyor.
İnsan Ne ile Yaşar? herhalde en çok okunan eseridir Tolstoy’un. Öyle olmasa da en çok okunan hikâye kitabıdır diye düşünüyorum. İnsana Ne Kadar Toprak Lazım başlıklı hikâyeyi kaç defa okudum bilmiyorum. Pahom insanlığın içinde yatan tüm mülevvis hislerin menbaı gibi gelmişti. Açgözlülük, hırs, doyumsuzluk, korku, endişe ve daha pek çok insanı dalalete sürükleyen hasletlerin bir kalbi nasıl çürüttüğünü görüyorsunuz okurken. O satırlarla karşılaşan her zihin kendine göre muhtelif hikmetler derebilir ve anlamlar çıkartabilir. Aynı durum Tolstoy’un tüm öyküleri -Sivastopol hariç- ve karakterleri için de geçerlidir. Aptal İvan, Emelyan, Asarhadon, İvan İlyiç, İlyas, Nehlüdov hemen hepsi sizi doğunun kadim ahlak anlayışı ile yüzleştirebilir ve basit hikâyeleriyle ile pek çok argümanı önünüze sunabilir.
Tolstoy’un hikâye karakterleri oldukça çeşitlidir. Zengin, fakir, hakir, tekinsiz, tehlikeli, cahil, zalim, ahmak, akıllı, bilge, tecrübeli, hercai, korkak, cesur, asker, köylü, asil, dilenci ve daha nicesine yer verir. Amacı her zaman öğretmektir. Bir şeyler öğretmek ister okuyucusuna. Bazen başını ellerinin arasına alıp düşünmesini. Bazen tüm tabularını yıkmasını. Ama ekseriyetle hayatta uğruna yaşanacak bir şeylerin olduğunu söyler. Yılmamayı, yıkılamamayı. İstikrarla yola devam etmeyi. Tüm engellerle baş etmeyi ve çıkmazlara karşı direnç göstermeyi. Hayatın bin bir türlü hali vardır. Haklı görünenlerin haksız olabileceğini, zalim dediklerimizin yufka yürekli çıkabileceğini gösterir. Çalışkanlık, azim, umut ve emeğin temiz bir kalp ile birleştiğinde insanı her zaman güneşli yarınlara çıkaracağını öğütler. İliklerimize işleyen şeyin hayasız bir bencillik olduğunu, kardeşimizi kendimize tercih ettiğimizde kazanacağımızı söyler.
Tolstoy’un hikayelerinde masalsı bir lezzet vardır. Ve reel ile rüya, hayat ile hayal arasında bir kapı varsa onun adı masaldır. Masallar en çok büyükler için yazılmalıdır. Büyükler okumalıdır. Çünkü bizi mengene gibi burkan tüm dünyamızı acı çeperlerle berkiten hayatın yüzüne tükürmek, az da olsa heyecan ve umut deryasında yüzebilmek adına masal okumamız gerek. Masallarda yaşamamız gerek. Bir simülasyondan beter duruma düşen şu palyatif dünyanın göbeğinde masallar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar çok şey anlatıyor bize. Hiç olmadıkları kadar gerçekçiler. Modern insanın mite duyduğu hasretin altında yatan illeti de burada aramak icap eder. Geleceği alıp geleceği satma peşinde koşuyoruz artık. Gelecek kalmayıncaya kadar devam edecek bu. Tabiatı unuttuk. Hava kirlendi. Su kirlendi. Tabiat bozuldu. Arıların balları bile metal radyoaktif bir tada sahip. Siberuzayda biraz daha fazla yer sahibi olmak için temiz sibernetik klavyelerimizin başına oturup, gözlerimiz çürüyene kadar sanal alemde kayboluyoruz. Karnımız şiş, tenasül uzuvlarımız aşınmış, gözlerimiz kan çanağı… İçimiz gökdelenler kadar büyük egomuzun kölesi, arzularımızın alçak halayığı, benliğimizin itaatkâr ulağı… Böyle bir hüsran ve habaset gayyası içinde masallardan başka bizi ne tatmin edebilir ki?
Çok şey anlatıyor Tolstoy. İnsanlığı insanlığa davet ediyor. Hırçın keşmekeşten kaçışı, insan özünün aradığı huzur ve sükûneti. Ezberleyip unuttuklarımızı. Bunu hikayelerle yapmayı tercih etmiş. İnsanoğlunun en eski ifade biçimi ve en iyi anladığı dil ile. Hakikate çağırıyor. En azından onu aramaya. Peşinden koşmaya. Uğrunda bir şeyler feda etmeye. Hayatı gerçek anlamıyla kavramaya. Kaçınılmaz ölüme boyun eğmeye. Kabullenmeye. İçe dönük bir savaşa. Yazımı bitirirken bu sakallı bilgenin sözlerine kulak vermenizi tavsiye ediyorum sevgili dostlarım. Son olarak:
“Ve dedi:
‘En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm… Fakat insanlar ölüyü kefenledikleri gibi ölümü de kefenlemişlerdir. Ve kefenlenen her şey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı…’”
Dipnotlar:
3-Kayseri, Germir kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul, Fener’de doğmuş, 4 yaşında ailesi ile ABD’ye göç etmiştir.
4-Tam burada Japon-Rus savaşını Kızıl Kahkaha isimli eserinde çarpıcı bir üslup ve derin imgelerle işleyen Leonid Andreyev’e selam çakmadan geçemeyeceğim. Paragraf bütünlüğünü bozmamak adına dipnot olarak paylaşıyorum.
5-Bu zayıf olduğu anlamına gelmez. Hacı Murat ve Sivastopol bir okuyucu olarak zayıf bulduğum eserleridir mesela. Zaten oldukça erken tarihlidirler. İlk yapıtların makus talihi sanki. Pek çok yazar, düşünür, araştırmacı, yönetmen ilk eserlerinden şikayetçidir. Çoğu ilk ürünlerinin yayılmasını istemez. “Elinizde filanca eserim varsa lütfen yakın!” diyen bir yazar gördüm. Neden çöpe atmak yerine yakıyorsak? Sivastopol, Savaş ve Barış’a zemin hazırlaması açısından ayrı bir yere sahiptir. Ve Hacı Murat da Kafkasya’daki Müslüman grupların aralarındaki iç çekişmelere değinmesi açısından okuyucuya farklı bakış açıları sunar. Değerlidirler ama güçlü oldukları söylenemez.
6-Kuantum teorisini es geçmemek lazım elbette. Ama hala iki teori arasında fizik dünyası ihtilaf etmektedir. Yani kâinat her şeyin sürekli olduğu eğri bir uzay mıdır yoksa enerji kuantumlarının sıçrayıp durduğu düz bir uzay mı? sorusu cevaplanabilmiş değildir. Bunun yanı sıra Olasılık, İlmek Kuantum ve Kaos Teorileri de var ki bunlarla beraber ciddi bir kafa karışıklığı söz konusudur. Kâinat algımız fiziksel açıdan hala net değildir kısacası. Bu bilgileri edindiğim eseri de okuyucular için tavsiye etmek isterim; Carlo Rovelli isimli bir fizikçinin hazırladığı Fizik Üzerine 7 Kısa Ders adlı eser, alan dışı okuyucular için oldukça öz ve istifadeye açık bilgiler sunuyor.
7-Çerniçevski’ye ayrıca bir yazıda değinmeyeceğim için Nasıl Yapmalı? eserinden kısaca bahsedelim çünkü Bazarov’un beni götürdüğü eserlerden bir tanesidir. Komünizmin ilkel nüvelerini görüyoruz bu kitapta. Pek çok yeni fikrin fink attığı o dönemde, Çerniçevski çağdaşlarına nazaran oldukça farklı bir ses ve farklı bir renk. Fakat fikirleri geniş kitlelere ulaşmamış. Küçük bir yapılanma olarak kalmış.
8-Slavcılar, Batıcılar, Nihilistler, Popülistler, Anarşistler olmak üzere o dönemin Rusya’sında entelijansiya pek çok farklı fikir ve hareket fraksiyonlarına ayrılmıştı. Aydın kesimin niçin köklü bir arayış gayreti içerisinde bulunduğunu bu türden aristokrat çevrelere projeksiyon yansıtan eserlerle daha iyi kavrayabiliyoruz. Tüm yapılanmaların ortak hedefi devrimdi. Yani monarşiye karşı duyulan iğrenti ve her geçen gün biraz daha tefessüh eden sosyal, kültürel ve politik sahadan duyulan rahatsızlık. Konuyla ilgili geniş çaplı malumat edinebilmek adına Cemil Meriç’in Mağaradakiler isimli eserinin 64 ve 107. sayfaları arasındaki bölümlere göz atılabilir.
Yazar: İbrahim Türkan
Aylık Dergisi 190. Sayı, Temmuz 2020