Edebiyatçı Leyla Şerif Emin: Klasikler, Zamanının Ötesinde Eserlerdir!

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz derler, bu yüzden ben ne söylesem söyleyeyim insanlar yaptığınız işlere bakarlar. Ben yine de klasik olan bir özgeçmişle başlayayım, ardından bazı çalışmalarımızdan bahsedeyim en iyisi… 13 Mayıs 1981 yılında Üsküp Makedonya’da doğdum. Üsküp’ün Kurşunlu Han ile İshak Paşa Camii’nin arasında kalan bir mahallede büyüdüm. Orası genelde “Türk Mahallesi” olarak bilinir. İlköğretim okulumuz da evimize çok yakındı, şimdiki ismi ile “Yaşar Bey İlkokulu”nda. Burada okudum… Liseyi de yine Üsküp’te bir Türkçe sınıfı olan “Yosip Broz Tito”ta bitirdim. Ardından Üsküp, Aziz Kiril ve Metodiy Üniversitesi’nin Filoloji fakültesinde, Türk Dili ve Edebiyat bölümünden mezun oldum. Kalkandelen Üniversitesi’nin Felsefe Fakültesi’nde Şarkiyat bölümünde yüksek lisansımı yapmaktayım. 2015-2016 yıllarında Kalkandelen Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde şarkiyat bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştım. İki yıldır Uluslararası Balkan Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Türkçe Öğretmenliği bölümünde Sözlü ve Yazılı Anlatım, Hitabet ve Sunum gibi birkaç derse girdim.

Üsküp’te 2002 yılından itibaren “Köprü, Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi”ni üniversite öğrencileri olarak çıkarmaya başladık. Aynı derginin 2005 yılından beri genel yayın yönetmeniyim. Derginin bir önemi de, Makedonya sınırları içinde Türkçe yayınlanan, yegâne “Kültür Sanat ve Edebiyat” dergisi olmasıdır. Üç ayda bir çıkan dergide deneme ve şiirlerim yayımlandı. Üç yıla yakın Makedonya devlet televizyonun, Türk redaksiyonunda “Gençlik Kültür” programı hazırlayıp sundum. Üsküp Makedonya’da tamamen gençlerin kurduğu ve çalışmalarını yürüttüğü “Köprü-Kültür Sanat ve Eğitim” derneğinin kurucularındanım ve derneğin yönetim kurulu üyesiyim. Dernek çerçevesi içinde farklı faaliyetlerde gönüllü olarak çalıştık. Dernekteki faaliyet çalışmalarının organizasyonunda da yer aldım. Amatörce hazırladığımız bazı tiyatro gösterileri için Küçük tiyatro senaryosu yazdım. Koreografiler ile farklı programlar hazırladık… 2016 yılında YTB destekleri ile Üsküp’te Divan Yayıncılık tarafından “Üskübistan” isimli ilk deneme kitabım yayınladı. 2016 yılından itibaren Türkiye’nin haftalık Gerçek Hayat gazete/dergisinde “Üsküp Mektupları” köşesinde her hafta köşe yazıları yazmaya başladım. Kosova’da yayımlanan Türkçem Dergisi’nde yazı ve şiirlerim yayınlanmıştır. Üsküp Makedonya’da düzenlenen birçok şiir organizasyonu ve tertiplenmesine katkıda bulundum. Birçok Uluslararası Şiir Şölenlerine Makedonya’yı temsilen katılma fırsatım oldu. Makedonya Yazaralar Birliği üyesiyim. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen birçok faaliyete katıldım. 2019 Ekim ayında da Kuzey Makedonya Kültür Bakanlığın desteği ile, bizim dernek çatısı altında kurduğumuz “Divan Yayıncılık” tarafından “Bir Üsküp Masalı” isimli şiir kitabım yayınlandı. 2019 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen uluslararası Türkçenin Şiir Şöleninde Ömer Nef’i Büyük Ödülüne layık görüldüm. Benim için ayrı bir motivasyon oldu bu, hem de farklı bir sorumluluk kattı haliyle. İnşallah daha nice çalışmalar yapar Balkanlar’daki Türk bayrağını dalgalandırmaya devam ederiz. Anadilim Türkçe, onu dışında Makedonca ve Arnavutça iyi seviyede biliyorum, bunun dışında yabancı dil olarak İngilizce de orta düzeyde konuşabiliyorum. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Ulaştırma Bakanlığında çalışmaktayım. Evli ve Elanur ile İclâl isminde iki kızım var.

 

“Çocukluğum ve Yahya Kemal!”

Çocukluğunuz Yahya Kemal’in doğduğu mahallede geçmiş, biraz hususî bir soru oldu ama bundan bahsetmek ister misiniz?

Çocukluğumun erken döneminde az biraz Yugoslavya çatısı altında yaşadım. İlkokul müfredatında o zaman Yahya Kemal Beyatlı yoktu, bazı yazarlar eksikti. Lisedeyken Yahya Kemal Beyatlı’nın Üsküp doğumlu olduğunu anladım, ardından Üniverstedeyken onun Çocukluk ve Gençlik hatıralarını okurken ve bu hatıralarında mahallesinden bahsederken aslında evinin tam bizim evin önünde olduğunu ilk o zaman farkettim. O an ilginçti, şaşırmıştım, sevinmiştim, hatıralarını daha fazla okumaya başladım ve onun gözünden-kaleminden anlatılanlara bakınca aslında ne kadar benzer yollardan geçtiğimizi anladım… Saat Bayırı maceraları, Kurşunlu Han’dan gelen sesler, kısaca o mahalle içindeki tarihî eserlerin etrafında gezinirken, aradan yüzyıl geçmesine rağmen bazı şeylerin değişmediğini gördüm. Bazı şeyler ne kadar da aynı… Bunu hissetmek bana ayrı bir heyecan vermişti. Bu sebeple buradaki varlığımızın aslında ne kadar önemli olduğunu anladım, bu da ayrı bir cesaret verdi. Köprü Dergisi’ni çıkardığımızda ilk sayısı için hatta o heyecanla “Kaybolmayan Şehir” diye de bir yazı yazmıştım. Beyatlı’nın Kaybolan Şehir şiirine karşılık, bu yüzyılda, bu şehrin kaybolmadığını ve varlığını bir şekilde sürdürmeye devam ettiğini yazmam gerekiyordu sanki! Öyle hissetmiştim. O sıralarda bir şiir yarışması düzenlenmişti. Bir şiir de ben yazmıştım. Şiirde de Beyatlı’nın sanki yeniden bu şehire dönüşünü yazmıştım. Şiir birinciliğie layık görülünce, ondan sonra yazmaya hep devam ettim. İşte aslında yukardaki ilk sorunun cevabını tüm bu yolun en başına borçluyum. Yazmasaydım bugün bu röportajı da yapmıyor olacaktık. Beni tanımaya ve kimsiniz sorusunu da sormaya gerek kalmayacaktı öyle değil mi?..

Bir edebiyatçı olarak Kuzey Makedonya’da Türk edebiyatının ahvâlinden bahsedecek olursanız, neler söylersiniz? Türk edebiyatını Balkan coğrafyasında kimler temsil ediyor?

Geçenlerde bir röportajda buna benzer bir soru sorulmuştu, ama o röportaja çok kısa cevaplar vermem gerekiyordu, 35 soruda Leyla Şerif Emin diye güzel bir söyleşi olmuştu. Bu soruya en kısa şekilde şöyle bir cevap vermiştim “Kalıptan kalıba girmiş, bir zamanlar esmiş gürlemiş, sonra durulmuş, kopmuş, yalnızlığa sürüklenmiş, sonra yine canlanmış, tutsak kelimelere hapsedilmiş, takip edilmiş, peşinde bir asker gözetimi altına girmiş, hapsedilmiş, idam edilmiş, yine ayakta durmuş, her defasında küllerinden doğmaya çalışmış, umut var yine de…”

Balkanlar’da Türk Edebiyatı Tarihine bakarsak aslında geçmişi Divan Edebiyatına bile dayanır. Birçok divan şairi yetiştirmiştir Balkanlar… Buna şaşıranlar var… Osmanlı Devleti’nin bir beldesi olmuş Balkanlar, beş asır boyunca… Bu nedenle bu soruyu birkaç bölüme ayırmak gerek. Osmanlı dönemi Türk Edebiyatı, Osmanlı’dan sonra Türk Edebiyatının ahvali, II. Dünya Savaşı sırasında gelişen Türk Edebiyatı, Yugoslavya Döneminde gelişen Türk Edebiyatı, sonra da Kosova ve Makedonya diye iki farklı Balkan ülkesinde gelişen Türk edebiyatı gibi… O zaman da, söyleyeceklerimiz cevap olmaktan çıkar, bir makale gibi olur. Ama ahvalini konuşacak olursak ümitvarım ben. Gerçi bunca bölünmeden sonra eriye eriye elimizde parmakla sayılacak kadar yazarlar kalmış olsa da sonuçta her kuşak birkaç yazar ve şair doğurmuştur. Tarihe bakacak olursak bu böyle. Bu nedenle Beyatlı’nın da dediği gibi “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır!” Bu düstur ile hareket edecek olursak, dilimize ne kadar sahip çıkarsak edebiyatımız o denli kuvvetli olur, gelişecektir. Şu anda Kuzey Makedonya’da yetişen genç kalemler var, evet sayı belki az ama bir şekilde bu edebiyat bayrağını dalgalandırmaya devam ediyorlar. Bunun dışında akademik çalışmalar yapan edebiyatçılar da var. Eğer isimler anmam gerekiyorsa, gençlerden Mehmed Arif, Seyhan Yakupi, Rabia Ruşid, Emel H. Şerif dışında Rıfat Emin, Biba İsmail yaşlı kuşaktan Avni Engüllü, her ne kadar yazamayacak kadar rahatsız olsa da, Kosova’dan Zeynel Beksaç, İskender Muzbeg, Taner Güçlütürk, Enver Baki, Aziz Serbest, Birsen Gota gibi değerli şair ve yazarlar var. Ne yazık ki, öykü, deneme, roman yazarlarımızdan çok, şairler var. Hatta “roman yazarımız yok” desek yeridir. Bir başka hayalim roman yazmak olsa da, bu sıralar hikayelerim de Söğüt Dergisi’nde yayınlanmaya başladı. Belki ilerde bu konuda diğer yazarlarımızdan da güzel eserler çıkar diye ümit ediyorum.

 

“Klasikler Hep Yaşayan Eserlerdir!”

Klasikler, klasik olma husuiyetini neye nisbetle kazanmışlardır?

Klasik, biliyorsunuz her dönemde ilgi gören, beğenilen, taklit edilen, okunan ve hatta hep yaşayan eselerdir. Öyle ki, insanın her dönemde sordukları sorulara cevapları vardır. Bir eser eğer yıllar sonra okunduğunda aynı heyecanı yaşatabiliyorsa klasiktir. Geleceğe referans olmak istiyorsanız bugünü ve geçmişi iyi tanımanız gerekir. Burada klasik eser vermiş yazarın sezgileri de önemlidir. Kendi döneminin yenisi olmalısın, geçmişi iyi bilmelisin bir de geleceğe ışık tutup klasiği olacaksın. Bu gerçekten üstün yetenek gerektiren bir şey. Kendi dönemini en iyi temsil etmiş, aynı zamanda insanların değişmeyen, bazı yapı, yâni fıtrî özelliklerini en güzel şekilde işlemiş eserlerdir bunlar. “İnsanî bir hâl” mesela nedir bunun sırrı? Her dönemde değişmeyen bazı konular vardır. Entrikalar, kıskançlıklar, aşk olayları, hırslar, vicdan gibi meseleler, klasik eser vermiş yazarların kendi dönemlerinde, yeni bir veçheyle işlenmiştir. Böyle hikayeler her dönemde ilgi görür. Bilinenin yanına bir de olaya bilinmedik-alışılmadık bir bakış açısından bakar ve o açıdan yazarsanız, hem kendi döneminize damga vurursunuz hem de eserinizin ateşi sönmez. Bu konuda da sanırım kimsenin farketmediğini farketmek ve bazı hisleri hissetmek zorundasınız. Bence bu nedenle klasikler günümüze kadar değerini yitirmeden gelmiştir. Sezgi, yeni bir bakış açısı, bilinen ve tanıdık bir olay ve onun yanında estetik ve güzel işlenmiş eserler, klasikler budur.

“Büyük roman” denilince, bazı insanların aklına kalın kitaplar geliyor. Büyük romanlar hangileridir, niçin büyüktür?

Üniversitede öğrenciyken tüm bu “büyük romanlar” ile tanışma fırsatım oldu, hem de tek dönemde. Evet bazen gerçekten kalın kitaplar oluyor aslında, özellikle dört ciltlik klasik romanlar… Yazar ile okur arasındaki “özel bağ”dan murad kitaptaki kalınlık değildir ama… Bazen de ince kitaplar da büyük roman olabiliyor. Dünya edebiyatı sınavımız vardı, hocamız Makedondu, tabiî dersi de Makedonca dinlemek zorundaydık… Her ne kadar Bölümümüz Türk Edebiyatı olsa da branş derslerimiz dışında tüm derslerimiz Makedonca idi. Romanları da bu dilde okuduk, burada Türkçe kütüphane bulmak ve Türkçe kitaplar edinmek zordu. Yunan mitolojisinden, Rus Edebiyatına, Fransız, İngiliz, Amerikan, Balkan gibi farklı bölgelerin edebiyatını temsil eden bazı romanlar vardır. İşte aslında onların klasiklerini okuduk. Fyodor M. Dostoyevski epey zorladı bu konuda, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, büyük romanlardır… Ardından Lev N. Tolstoy’un Anna Karenina, Savaş ve Barış’ı… Viktor Hugo’nun Sefiller’i, G. Flaubert’den Madam Bovari… Homer’den İlyada, Ernest Hamingwey’den İhtiyar Balıkçı, Daniel Defo’dan Robinson Crusoe, Gabriel Garcia Marquez’den Yüz Yıllık Yalnızlık, Jack London’dan Demir Ökçe, Balkan edebiyatçısı İvo Andriç’ten Drina Köprüsü, Meşa Selimoviç’ten Derviş ve Ölümü, Türk Edebiyatında Yaşar Kemal’den İnce Memet, Namık Kemal’den İntibah, VatanYahut Silistre, Cezmi… Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Yaban, Reşat Nuri Güntekin’den Çalıkuşu, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi birçok eser kıymetlidir… Bu liste uzayabilir. İyi bir arkadaş isteyen gençler bu romanlara sarılabilir…

 

“Tercümanlar Gizli Kahramanlardır”

Belkıs Dişbudak, edebiyat dünyasının gizli bir kahramanı. Gazap Üzümleri, Şibumi, Parfümün Dansı, Hayatın Kaynağı gibi mühim eserleri Türkçe’ye tercüme etmiş. Tâ çocukken, çok sevdiği yabancı kitapları okuduğunda “Bunlar neden Türkçe yok?” diyerek bu işe giriyor ve işinde ehil oluyor. “Benim için kitap tercüme etmek çok keyifli, yazarın o anki ruhî hâlini taklit etmek gibi bu.” diyor. Hele de çok sevmişse çevireceği kitabı, yazarın kendiymiş gibi yazmaya çalışıyormuş. Dişbudak, Bernard Shaw okuduğu zaman neşelenirmiş, Steinbeck’in Gazap Üzümlerini çevirirken de “tercüme ettiğim sıralarda kalktığım her sabah, dünden daha mutsuzdum” demiş. Aslında iyi bir edebî metnin tesirinden de bahsetmiş olmuyor mu bu tarifi yaparken?

Evet… Çeviri yabana atılmayacak kadar önemli bir husus. İyi bir çevirmen aslında bir eseri tercüme etmekle kalmaz, o eseri, tercüme edeceği dile monte eder, giydirir… Çeviri ile uğraşanlar günümüzde çok bilinmezler ama bir yazar kadar önemliler. Dediğiniz gibi, birçok eserin gizli kahramanları da onlardır… Kötü bir çevirmen güzel bir eseri solgun gösterebilir… Arnavut dilinden birkaç hikâyeyi çevirmeye başlamıştım, ne kadar zor bir iş olduğunu o zaman anladım. Biraz da burada gelişen edebiyata katkı sağlamak için kendi çalışmalarıma yöneldim. Ama yazmasaydım kesinlikle çeviri ile uğraşırdım. Her ikisini başarı ile yapanlar vardır mutlaka, bir zaman sonra diğer yazarların etkisi altında kalıyorlar diye düşünüyorum. Bir insan nasıl ki yazarken o anı yaşıyorsa çeviri de öyle… Burada önemli bir noktaya değinmek istiyorum: Çeviri yapılacak eserin dilini bilmek yetmez, o dilin kültürünü, günlük konuşmalarını, espirilerini, mutfak kültüründen giyim kültürüne her şeylerini bilmeniz gerekiyor, yazarı da iyice özümsemek lâzım tabiî. Bazen bazı kelimeler gerçek anlamında kullanılmıyor. Kültürünü içselleştiremediğimiz bir dilin esprilerine hiç gülmeyiz aslında, o kültürün neye güldüğünü ve neye kızdığını da bilmek gerekiyor. Bir şair arkadaşımın şiirlerini derleyen genç bir kardeşimiz vardı, biraz bahsedeyim… Bu genç kardeşimiz, şiirleri derlerken hâliyle okuyor, tesiri altında kalıyordu. Bir süre sonra karamsar, eskisinden daha mutsuz gözükmeye başladı bize. Biz de onun bu ahvâlini gördükçe için için gülüyorduk. Şair arkadaşım, “Hayırdır ne bu mutsuzluk?” diye sordu bir gün, cevabını biliyordu aslında sorunun. Derleme işiyle meşgul olan kardeşimiz ise, “Hepsi senin şiirlerin yüzünden!” demişti.

 

“Honeyland’daki Hatice Nice İnsanların Sesi Oldu”

Honeyland, insanın tabiatla münasebeti ve insanın hayat mücadelesini anlatan şiir gibi bir belgeseldi.  Üstelik Bekirli Köyü’nde çekilmiş, buradan hem okurlarımıza tavsiye etmiş olalım, hem de bu vesileyle sizin film hakkındaki görüşlerinizi alalım…

İnsan seyredince hayretler içerisinde kalıyor. Bir ara kurgu gibi gelse de filmde yaşananlar gerçek. Hatta belgesel çekimi sırasında Hatice’nin annesi gerçekten vefat etmiş. Onu da belgesele eklemişler… Belgesel sevmeyenleri bile içine çeken bir yapım oldu. Oscarlık bir belgeseldi ama son anda kaptırdı, yine de aday olacak duruma gelmesi bile mühimdi. Doğu Makedonya’nın birçok terkedilmiş Yörük Köylerin hikâyesi var içinde… Oradaki zor şartları bilirim, bazen derneğimizin faaliyetleri sebebiyle gezme durumumuz olmuştu birçok köyü… Bazen dergi, kırtasiye ve eğitim malzemesi dağıtıyoruz o bölgelere. İnsanların oradaki durumu, bir belgeselle ancak bu kadar güzel anlatılırdı, iyi oldu. Birçok kişi orada neler olup bittiğinin farkında değildi. Ne yol, ne okul, ne de elektrik var oralarda… İnsanlar hâliyle tabiata tutunuyor, seyrederken insanın varolma çabasını derinden hissedip görüyorsunuz. Hatice, artık o evde yaşamıyor, Dorfullu’da bir evi var artık… Devlet bir şekilde yardımcı oldu, şartları eskisinden iyi gibi. Hatice nice insanların sesi oldu. Oscar’a aday olmasaydı, bir el atarlar mıydı acaba? Bu tartışılır. Birçok köyün durumu iyi değil. İnşallah zamanla düzelir yoksa o köylerde yaşayanların çoğu yaşadığı yeri terk edebilir.

 

Kuzey Makedonya’da Neler Oluyor?”

2019, Kuzey Makedonya için geçmiş yıllara nazaran bir tuhaf geçti. Avrupa Birliği (AB) ile müzakereler başladı, “Prespa Anlaşması” vesilesiyle anayasa birkaç maddelik de olsa değişikliğe gidildi. Almanya Başbakanı Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Berlin’de “Batı Balkan” zirvesi düzenledi. Papa, Üsküp’te bir ayin düzenledi… Kuzey Makedonya’da gerçekten neler oluyor?

Tüm bunlar yaşandıktan sonra araya Korona girdi ve herşey sus pus oldu. Bu süreçte Kuzey Makedonya NATO’nun otuzuncu üyesi oldu. Makedonya bir azınlıklar ülkesi, hatta azınlık içinde bile azınlıklar var. Ama inanılmaz güzel bir ülke, insanlar birbiri ile anlaşıyor, yeri geliyor kavga ediyor, kendi yağında kavruluyordu. Bu bölgede Yunanistan huysuz bir komşu gibidir. Hani ellerini arkada kavuşturup rahatsızlık için komşunun zilini çalan çocuklar vardır ya, aynı öyle. Makedonya’nın coğrafî konumu güzeldir, stratejik bir yer, ilgi çekiyor.  Kötüleri de var, çoğu da komşuları ile ilişkilerini iyi bildikleri için epey zorluyor bu ülkeyi. Önceden kocaman bir bölge olan Makedonya, Osmanlı Devleti çekildikten sonra üç farklı ülkeye ayrıldı. Paylaşılmayan bir tarihî yapısı var. E tabiî Büyük İskender de var. Osmanlı’nın dağıldığı süreçte Makedonya’nın “özgürlük savaşçıları” “Makedonya, Makedonlarındır” sloganı ile ortaya çıktılar, o zamanda küçük çeteler birçok farklı kaynakların destekleri ile silahlanmıştı. Bana sorarsanız o gün neler yaşandıysa bugün de o farklı kaynaklar aynı sahnedeler. Bir taraftan Rusya, bir yandan da Batı’nın buraya dair plânları mevcut. Batı Balkan zirvesi birçok Balkan ülkesi için toplanıp arada bir farklı kararlar getiriyor, sonra kendi kendileri anlaşamıyor, sonra yeniden toplanıyorlar ve saire… Papa’nın gelmesi, Arnavut kesimi biraz daha kontrol altında tutmak içindi bence. Mülteci sorunu için geldiği söyleniyordu halbuki. Türkiye’nin Balkanlar ile bağlarını biliyorlar, bu onları korkutuyor, bu bağı kontrol altına almak istiyorlar, gerekirse de yönetebilmek… Kuzey Makedonya bir kavşak gibidir Balkanlar’da. Zaman ne gösterecek bilmiyorum…

 

“Dik Duruş Yok!”

Bir yazınızda, “Balkanlar Avrupa Birliği (AB) için tam bir deney sahasıydı” diyorsunuz. Kuzey Makedonya’nın AB’deki statüsü nedir ve bu mesele niçin önemli?

Aslında bu sorunun cevabı biraz da üstteki cevapta gizli. Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Hırvatistan, Slovenya gibi birçok Balkan ülkesi AB üyesi. Bu ülkelere bakınca K. Makedonya’nın fazlası var eksiği yok. Ama birçok şartı tamamlaması gerekiyormuş, iş veren ile çalışan gibi “Sen şimdi biraz da buna çalış, öyle gel” cevabı ile karşılaşıyor. Yetmiyor “komşun rahatsız, adını değiştir de gel” deniliyor, “LGBT konusunda kendine çeki düzen ver”, Avrupaî görün, dostane kal gibi direktifler veriyorlar. Makedonya’nın AB üyeliği ekonomik yönden önemli olabilir. Fakat hatırımızda tutmamız gereken şey, karşımızda “hasta” bir Avrupa var… Balkanlar Avrupa’nın bir zaafıdır, bu yeni bir şey değil. Osmanlı dağıldıktan beri, bölge deney tahtası. Burada güçlü bir ülke ya da güçlü bir lider var mı? Yok… Tüm liderler bir yerlere bağlı. İpler nasıl bağlanır ya da nasıl kopar bilemiyorum. Siyasetten soğutan çok şey var buralarda. Ne yazık ki bir dik duruş yok. Ne söylesek boş…

Aslında birçok şeyden bahsetmiş olduk. Eklemek istediğiniz herhangi bir husus var mı?

Keşke hep edebiyattan, sanattan bahsedebilsek. Bazı konularda konuşmak bazen zor oluyor, söyleyemediğimiz birçok şeyi “nasıl ifade edebiliriz?” diye düşünmek insanı yoruyor. Bence Balkanlar’ın çok ciddi bir plâna ve temiz bir siyasete ihtiyacı var. Bizler buna şahit olacak mıyız acaba?

Sartre’ın “Aydın çağının tanığıdır.” sözüyle bitirelim öyleyse… Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim, bir nevi dertleşmek oldu benim için. Üsküp’ten sevgiler ve selamlar…

 

 

Aylık Dergisi 190. Sayı, Temmuz 2020

Yazar

Bir yanıt yazın