Sosyolog Ergün Yıldırım: Salgın Batı Değerlerinin Yerlerde Süründüğünü Gösterdi  

Koronavirüs salgınının toplumlar üzerindeki tesirleri hakkında ciddi veriler elde edecek kadar zaman geçmiş görünüyor. Sizce bu salgın baş gösterdikten sonra toplum hayatında ne tür değişiklikler oldu, hangi tesirlere yol açtı?

Bu salgın hakikaten olağanüstü bir döneme yol açıyor. Çünkü salgın topluma çarpıyor. Toplumu birçok açıdan etkiliyor. Mesela sınıfsal olarak etkiliyor. Bu dünyada da böyle, zenginlerle fakirler üzerindeki etkilerini mukayese ettiğimizde, fakirler çok daha fazla etkileniyor. Elbette salgında zengin fakir ayırımı yaşanmıyor. Ölüm herkese eşit dokunuyor fakat pratiğe baktığımız zaman daha fazla kalabalık ortamlarda bulunan, daha fazla riskli ortamlarda iş hayatını sürdüren kesimler, ekonomik düzeyi düşük olan kesimler olduğundan onlar daha fazla etkileniyor. Bir yönüyle toplumun sosyal boyutunun çeşitli yönleriyle budanması söz konusu… Bir yönüyle toplum daha fazla gözetlenen, daha fazla kontrol edilen, bir yönüyle daha fazla kapatılır hale dönüşüyor. Çünkü salgın toplumla birlikte yaşıyor. Toplumda hareketlilik oldukça, varlığını mobil halde sürdürdükçe bu salgın da orada yayılmaya başlıyor. Dolayısıyla bunu durdurmanın en tarihsel, en geçerli olan yönü bu hareketliliği durdurmaktan geçiyor. Bunun için de sosyal mesafe, sosyal izolasyon kavramı üretiliyor. Şehirlerarası, büyük kitleler arası geçişlere engel olunuyor mesela… Sokağa çıkma yasakları getiriliyor. Foucault’nun  veba salgını incelemesinde “gözetleme” dediği ve bu incelemede ortaya koyduğu gibi, her an bizi gözetleyen bir “bilinç”in, “irade”nin varlığının modern toplumlarda daha da arttığını söylüyor. Bunu anlatırken veba salgınından örnekler de veriyor. Gözetleme bir dinamik olarak devreye giriyor. Modernite, bir yönüyle büyük kapatma düzenidir. Toplum, bu kapatma kurumlarının bileşkesinden oluşuyor. Korona virüsü ile birlikte toplum, yeniden büyük kapatma düzeniyle küresel ölçekte yaşıyor. Herkes eve kapanıyor. Kapitalizm, şimdiye kadar herkesi evden çıkarıp dışardaki toplumsal kurumlara kapatırken şimdi de epidemik toplumda herkesi eve ve online düzenine kapatıyor.

 

“Epidemik Toplum”

Buna “epidemik toplum” diyebiliriz. Yeni tarz bir toplum. Toplum salgın içine yerleşerek şekilleniyor. U. Beck’in risk toplumu tezi de epidemik toplumu haber veriyor. Beck’e göre çevre felaketleri ve nükleer silahlanmalar sonucunda toplumlar risk ile kuşatılıyor. Risk, toplumu tanımlayan bir gerçekliğe dönüşüyor. Sosyal teorisyen A. Giddens de moderniteyle beraber güvenlik ve riskin arttığına dikkat çekiyor. Risk, artık epidemik toplumda sadece nükleer silahlanma ve çevre sorunlarıyla ilişkili değil. Bunların çok ötesinde doğrudan epidemiktir. Toplumsal riski doğrudan salgın hastalıktır. Bugünkü toplumlarda da bizde de, hele hele elektronik takip sisteminin, kamera sistemlerinin, caddelerde, çarşılarda, sokaklarda, kampüslerde, en köşelerinde, meydanlarda yayılmasıyla birlikte çok daha fazla gözetleme var. Salgının denetimi için yoğun biçimde kullanılıyor. İnsanların bir kısmı buna tepki gösteriyor. Özgürlüklerinin sınırlandırıldığını söylüyorlar. Tabiî ciddi anlamda bir sınırlama var. Camilerimiz mesela, Cuma namazlarına gidemiyoruz. Beş vakit namazımızı camide eda edemiyoruz. Dünyada da kiliseler kapatılmış. Onlar için daha da zor. Mesela, Hristiyanlar için “vaftiz töreni” çok büyük bir ritüeldir. Bunu ancak kilisede yapabiliyorlar ama ilk defa bunu online yapmaya başladılar. Fakat yine de kilisede bunu yapmaktan uzak durdular. Tepki gösterenler de var. Mesela ABD’de, başlangıçta bu yasağı hiç dikkate almayanlar da vardı. Rahipler ve kilise mensuplarının yaptıkları eylemlerle salgını birçok kişiye bulaştırdıkları ortaya çıktı. Türkiye’ye baktığımızda, salgınla mücadele etme konusunda çok ciddi bir çaba gösterildiğini, çok büyük bir başarı ortaya koyulduğunu söylemek mümkün. Epidemik toplum, Bauman’ın işaret ettiği akışkan modernlik içinde gerçekleşiyor. Metaların, imgelerin ve insanların aktığı dünyada salgın da bunlarla beraber akıyor. Üstelik akış küresel düzeyde seyrediyor. Bundan dolayı salgın lokal olanı aşıyor. Tarihte salgınlara yakalanan toplumlar, lokal toplumlardı. Örneğin veba, böyleydi. İbn-i Haldun, Endülüs’ten ayrıldıktan sonra geride bıraktığı anne ve babasını meşhur Kara Ölümden kaybetmişti. Ama veba da arkasında kalmıştı. Oysa günümüzde korona virüs, akış toplum ilişkileri içinde gerçekleşiyor. Küreselleşmenin yoğun mobilitesi içinde meydana geliyor. E. Casstell’in ağ toplumu (network society) dediği sosyolojik gerçeklik daha da derinleşiyor. Online, toplumsal düzenin üzerinde gerçekleştiği yeni “sosyal alan”dır. Epidemik toplum, normal toplumsalın sonu demektir zaten. Bunun yerine olağanüstü sosyolojik koşullarla beraber yeni bir toplumsallık doğar. Bu toplumsallık, İnsanı yeni bir kadere sürükleyecek. İnsanın yeni toplum kaderidir bu. İnsanlık eve döndü!

 

“Türkiye’de Koronavirüsün Toplumsal Etkileri Araştırması”

 

Türkiye merkezli olarak Batı ile bir karşılaştırma yapacak olursak neler söyleyebilirsiniz?

Bizim toplumumuzda da ciddi etkilere yol açtı. Biz, tam da virüsün en etkin olduğu dönemlerde, 15 Nisan-1 Mayıs tarihleri arasında bir araştırma gerçekleştirdik. Doç. Dr. Recep Yıldız, Öğretim Görevlisi Ökkaş Arı ve Muhittin Evren ile bir grup sosyolog olarak “Epidemik Toplum: Türkiye’de Koronavirüsün Toplumsal Etkileri Araştırması”nı yaptık. Epidemik toplum, Türkiye’de en yetkin biçimiyle bu dönemde göründü. Anketler, Türkiye genelinde 1254 kişiye uygulandı. Öğretmen, işçi, işsiz, esnaf, iş adamı, öğrenci, akademisyen gibi farklı meslek gruplarını kapsıyor. Çok ilginç verilere ulaştık. Toplumsal yardımlaşma ve hayırseverlik artış gösteriyor. Epidemik toplum, bir yardımsever topluma sarkıyor. Örneğin yardım duygum arttı diyenlerin oranı %73,6. Yine STK’ların yardımlaşma destekleri %56,7 oranında algılanıyor. Yine dini değerlerin yardımlaşmada etkili olduğunu düşünenler %72,4. Salgın sürecinde Türk toplumunda ciddi bir dayanışma pratiğinin sergilendiği görülmektedir. Hijyene uyanların oranı %90,2. Yine ellerimi sıklıkla yıkıyorum diyenler %83,4. Maske takıyorum diyen %85,7 ve sosyal mesafeye uyduğunu söyleyen ise %80,5. Bu veriler alınan önlemlerin ve salgınla başa çıkmak için önerilen yöntemlerin davranışlarda belli alışkanlıklara dönüştüğünü gösteriyor. Araştırmada “güven” düzeyi az, ama “güvenlik” itimadı yüksek. Toplumsal korkular gözlemleniyor. İnsanların insanlara güveni ve insanların topluma güveni az. Topluma güvenim arttı diyen %44,5. Yine yoksulluğun artması, işsiz kalma ve ekonomik krizlerin yaşanması konusunda güven kaybı yaşanıyor. Yoksulluk artacak diyenler %63,3. Dünyada ekonomik kriz artacak diyenler ise %76,8. Öte yandan “güvenlik” algısı oldukça olumlu. Yani devletin toplumsal kontrol ve düzeni sağlamaya yönelik denetim ve yönetim faaliyetlerine inanç düzeyi yüksek. Devlete güvenim arttı diyeneler %64,2. Bilim ve teknolojiye güvenim arttı şeklinde görüş belirtenler ise %70,5. Dayanışmayı güçlendiren, hayırseverliği destekleyen, manevi ve psikolojik sağlayan bir görev üstleniyor: Din manevi destek sağlıyor %75,4, dinin temizliğe verdiği önemi anladım %82, nimetlerin şükrünü hatırlattı %81,2, ibadetlerimi artırdım 54,4. Dindarlar günahlara karşı bir kefaret gördüğü gibi bununla başa çıkmak için hem dua ediyorlar hem de bilime önem veriyorlar. Örneğin %57,1 günahlara kefaret görüyor. Ama hem dindar olup hem de bilim insanlarına inancım arttı diyenlerin oranı %85. Sonuçta Türk toplumunda salgına karşı din makul, ilmi ve dini tepkiler veriyor. Özellikle yardımlaşma ve hayırseverlik alanında çok ciddi öne çıkış var. Bu diğer toplumlarda görülebilecek bir şey değil. Mesela Batı toplumlarında bu derece yardımlaşma, dayanışma yok. Acılı zamanlarda toplumun hayır üzerinde birleşmesi çok büyük bir değer olarak karşımıza çıkıyor. Yine dinin çok büyük bir işlevi olduğunu gördük. Manevî destek anlamında. Bu, şu açıdan önemli, salgın bedenimize saldırdığı kadar psikolojimize de saldırıyor. Ruhî halimize de saldırıyor. Ruhî halimizde zayıflama olduğu zaman bedenin ayakta kalması da zorlaşıyor. Dolayısıyla manevî destek çok önemli. Bunun Türkiye’de devam ediyor olması çok büyük bir değer. Elimde, Avrupalı bir yazarın, Sean Martin’in veba üzerine yazdığı “Kara Ölüm” adlı kitabı var. Orada bile Müslümanların veba ile mücadelelerinden bahsederken çok daha güçlü olduğunu, daha metanetli davrandıklarını belirtiyor ki, Türkiye’de yaptığımız, bahsettiğim araştırma sonuçlarında da bunu gördük. Türkiye’de yapılan tartışmalara da cevap niteliğinde bulgular elde ettik. Mesela, hem bilim kurulunun faaliyetlerinin önemli olduğunu hem de manevi destekle dine bağlılık anlamında bir örtüşme var. Aralarında bir çekişme veya çatışma ile karşılaşmıyoruz. Bu da, salgınla birlikte uyanan psikolojik sarsıntı, korku, panik, kaygı gibi sorunlarla başa çıkmak için Türkiye’de hâlâ dinî motivasyonun çok önemli olduğunu gösteriyor.

 

“Salgın Batı Değerlerinin Yerlerde Süründüğünü Gösterdi”

 

Aile ilgili gözlem ve tespitleriniz neler oldu?

Bildiğiniz gibi aile ile ilgili “Evde Kal” kampanyası yürütülüyor. Biz, epey zamandır kapitalizmle birlikte evlerimizi terk etmiştik. Hayatımızın çok önemli bir kısmını dışarıda geçiriyorduk. Adeta yeniden evlerimize döndük ve evlerimiz üzerinde düşünmeye başladık. Bu bizim için bir fırsat aslında. Yeniden aile yapımızı tahkim etme, eşlerimizle, evlatlarımızla dayanışma içinde olma, zamanımızı paylaşma, dışarıdaki hayatın hızlı akışı ve aileyi dışlayan şartlar üzerinde düşünme konusunda ciddi fırsatlar edindiğimizi düşünüyorum.

Özellikle “çekirdek aile” olmamız bakımından…

Tabiî, çoğunlukla artık Türkiye’de çekirdek aile var. Akim bir aile haline geliyor. Bu aile de gün geçtikçe önemli fonksiyonlarını kaybediyor. Özellikle “serbest piyasa ekonomisi”nin kapitalist ilişki tarzıyla birlikte… Modern tüketim toplumunda belki aile yapımıza dönüp bakmamız, onu güçlendirmemiz için fırsat. Şunu hatırlattı bize; en zor günlerimizde çekileceğimiz, kendimizle ilgilenecek, beraber olabileceğimiz kalelerimiz olarak ailelerimiz var, evlerimiz. Dolayısıyla evlerimizi ve ailelerimizi ayakta, güçlü tutmalıyız. Elbette uzun süre evde kalınca sınırlı bir mekân içinde yaşadıkça iletişimin, dayanışmanın artması kadar birtakım sorunlar da çıkabiliyor. Yine de bu salgın ailemizin önemini görmemizi sağladı. Yaşlılarımız çok önemli. Biliyorsunuz, Avrupa’da, ABD’de yaşlılar ölüme terkedildiler. Türk ve Batı toplumunun mukayesesi açısından da önemli bir vaka. Salgın en çok yaşlı insanlara vurdu. Bizim için yaşlılar “büyüklerimiz” mânâsına gelir. Biz onlara saygı duyarız, onları önemseriz. Onları maddi bir şey gibi değerlendirmeyiz. “Kazanç getirmiyorlar, ne halleri varsa görsünler.” deyrmiyorlar, ne halleri varsa görsünler”ip ölüme terketmedik biz. Bütün toplum, devlet kurumlarıyla, toplum hayatındaki pratikleriyle yaşlılarına sahip çıktı. Değerlerin mukayesesi açısından bu çok önemli. Batı teknolojisi çok üstün ama değerlerinin olabildiğince yerlerde süründüğünü gösterdi. İsviçre’de, Kanada’da, ABD’de, İngiltere’de, bazı huzurevlerinde neredeyse yarısından fazla yaşlı insan öldü.

 

“Endüstrinin Tabiatı Talan Ettiği Ortaya Çıktı”

 

“Gelişmiş ülkeler, büyük devletler” denilen yerlerde insaniyetin durumu görüldü…

Bu parametreler önemli. Eğer biz gelişmişliği para ve teknoloji açısından ele alırsak gelişmiş görünüyorlar ama gelişmişliği insan hakkı, saygınlık, ahlâkî değerler, hayır ve iyilik şeklinde alırsak burada hakikaten onların geri kalmış ülkeler olduğunu söylemek mümkün. Zaten salgınla birlikte ilerlemeyi, kalkınmayı, kişi başına düşen gelir gibi ölçütleri de gözden geçirmemiz gerektiğini bize gösteriyor. Bir toplumun gelişmişliği, hakikaten kişi başına düşen gelir seviyesinin yüksekliğiyle mi, teknolojik imkânlarıyla mı ölçülür? Özellikle biyologlar ve antropologlar yaptıkları araştırmalarla bunu ortaya koydular. Salgına yol açan mikropların üremesinin en önemli nedenlerinden birisi, tabiatın talan edilmesi… Artık türler arası geçişler kolaylaşıyor, hastalık üreten yapılar rahatlıkla türler arasından geçiş sağlıyor. Alanları daralan hayvan, bitki türleri bu sonuçlara da yol açıyor. İnsan sağlığını, hayatını da tehdit ediyor. O zaman tabiatla ilişkinin yeniden değerlendirilmesi hakimiyet, sömürge ilişkisi değil, paylaşım ilişkisi çerçevesinde yeniden düşünülmesi gerekiyor. Tabiat bize verilmiş bir nimet, emanet, beraber yaşamamız gereken bir varlık. Sömürmemiz, tahakküm etmemiz, üzerinde birbirimizi öldürmemiz gereken bir alan değil. Kapitalizmle birlikte bu alan daraldı.

 

“Amerikan Rüyası” Cazibesini Kaybetti

 

Bu sonucu Batı hayat tarzı ve kültürüyle birlikte değerlendirecek olursak neler söyleyebilirsiniz?

Dünya üzerinde siyasi, askerî, teknolojik, ekonomik hakimiyetiyle Batı var. Batı’nın bu hakimiyetine eşlik eden hayat tarzı, kültürel hegemonyası var. Bu hakimiyeti kabul eden insanlar kültürel hâkimiyeti kabul etmeye başlıyorlar. Mesela, Amerikan Rüyası denilen damar içinde ciddi anlamda bir yaşam tarzı ve kültürü barındırıyor. Dünyada ABD’nin içine düştüğü kaos da bugün bize gösteriyor ki, bu rüya artık bir rüya olmaktan çıkıyor. Nedir bu kaos ve bunalım? Uyguladığı emperyalizm daha çok göze batacak biçimde ortaya çıkıyor. Ortaya koydukları başarısızlık bunu gösteriyor. Salgınla birlikte ABD’de 100 bini aşan sayıda insan öldü. 17 yaşında bir genç, parası olmadığı için sağlık imkânlarından yararlanamadı; öldü. İhtiyarlar aynı şekilde öyle. Salgının ifşa ettiği tabloya baktığımız zaman bir “rüya”dan bahsetmek zor. İnsanlar bu kültürel hegemonyaya karşı daha da derinleşen bir şüphe içine girecekler. Zaten yerel ve bölgesel düzeyde yeniden kendi kültürel değerlerini hatırlayıp yönelen bir arayış da var. Bence salgınla birlikte bu hegemonyanın daha fazla yara almasıyla insanlar yeni rüyalar, yeni kültürel alanlar kurmaya başlayacaklar.

 

“Hijyen ve Temizliğin Farkı”

 

“Sağlıklı yaşam, beslenme kültürü, yemek kültürü” şeklinde sunulan yaşama kültürlerinin de bu süreçte sorgulanması söz konusu olabilir mi?

Doğal olmayan sunî gübrelerin kullanılması, yediklerimizde, içtiklerimizde endüstriyel birtakım maddelerin kullanılması, tarımın tamamıyla endüstrinin içine yerleştirilerek ve tamamen kâr merkezli dizayn edilmesi bu sürecin doğmasında çok önemli bir neden aynı zamanda… Dolayısıyla bizim yeme-içme kültürümüzü tâ bitki yetiştirmekten itibaren ciddi anlamda gözden geçirmemiz gerekiyor. Hijyenik toplumla temiz toplum aslında farklı şeylerdir. Hijyen, daha çok endüstriyel standartlar çerçevesinde göz önünde bulundurulur. Temiz olan ise bizim için aynı zamanda helâl olması mânâsına gelir. Helalliğin de hem maddî hem ruhî boyutta temizlik boyutu var. Endüstriyel üretim beslenmeye de yöneliyor. Mesela, kanserin ortaya çıkmasında çok önemli nedenlerden birisidir. Salgın da bu noktada etkili bir biçimde ölümü yeryüzüne çıkarıyor. Modern kültürün ölüme karşı çok steril bir tutum içinde, ölümü kovarak, gündemde tutmayarak, mezarlıkları şehirlerin çok uzağına kurarak, ölüme yakın olanları huzurevlerine kapatarak mesafe koyuyor. Salgınla birlikte hakikaten ölüm çıplak biçimde görülmeye başlandı. İnsanlar bu tesirle birlikte bahsettiğimiz meseleleri de tartışacaklardır.

Evinin orta yerinde, ölen yakınıyla günlerce bekleyen bir Batı insanının inanç ve kaderini ölüm karşısındaki tavrıyla birlikte sorgulaması, diğer yandan Müslümanların ölüm karşısındaki tavrına şahit olmasıyla birlikte kendi halini kıyaslaması beklenebilir mi?

Elimizde gerçekten ilginç veriler var. Bu süreçte yapılan araştırmalarda, özellikle ABD’de dine yönelişte belli bir yükseliş var. Yeniden dindarlaşma… Bu dindarlaşma Hristiyanlık ağırlıklı belki ama Avrupa örneklerine baktığımızda, mesela Hz. Peygamber’in salgınla ilgili karantinayı tavsiyeleri kamuoyunda deklare edilmesi, bazı panolarda Kur’an-ı Kerim’den ayetlerin asılması, bazı camilerde Kur’an okunması… Bu Avrupa’da beklenmeyen bir şeydi. Avrupa genellikle İslamiyet’e tarihsel nedenlerden dolayı karşıttır diye düşünüyorduk. Salgın döneminde daha yumuşak bir tutumla karşılaştık. Bu gözlemlerden yola çıkarsak, Avrupa’nın İslamiyet ile daha olumlu bir etkileşim içinde bulunacağını söyleyebiliriz. İnsanlar elbette hayatlarının anlamı, hakikati üzerine biraz daha düşüneceklerdir. Postmoderniteyle birlikte yerleşen nihilizm, tamamen arzuya, zevke, hazza tapma temayülleri biraz daha durulacak diye düşünüyorum.

 

“Dünya Ekonomik Model Arayışında”

 

“Bireycilik” görüşü, bireyci hayat mesela?

Evet, bu önemli. Mesela Yeni Zellanda Başbakanı bir açıklama yapmıştı. “Biz artık toplumumuzda kişi başına düşen millî geliri değil, kişi başına düşen saadeti ve mutluluğu önemseyeceğiz.” demişti. Bu önemli, güzel bir arayış… Bunu Farabi’nin “fıtrat toplumu” kavramıyla ilişkilendiriyorum. Nasıl ki, her insanın fıtratında Allah’a yönelme varsa, toplumlar da belli bir düzeyde fıtrat haline yönelebilirler. Allah’ın imtihan ve gazabından sonra böyle bir şey söz konusu olabilir.

Ekonomik bakımdan salgınla birlikte toplumda yaşanan sıkıntıları aşma çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

En önemli boyutlardan biri de bu. Aslında tarihte de toplumlar salgınlarla karşılaştıklarında kıtlık, açlık, isyan en önemli sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Kolera, veba salgınlarında bunları gördük. Günümüz dünyası daha çok birbiriyle ilişkili, daha fazla denetlenebilen bir dünya. Bilimsel faaliyet çok daha üst aşamada. Yine de salgınla birlikte ekonomide belli krizler yaşanıyor. Bizim Türkiye’de yaptığımız araştırmalarda da ekonomiyle ilgili endişelerin dile getirildiğini gördük. Bahsettiğim husus muhakkak Türkiye’de yaşanacak anlamına gelmez ama insanların aklında dünyada ekonomik krizlerin yaşanacağına dair, en önemli şahsi endişesinin işiyle ilgili olumsuz gelişmelerin olabileceği yönünde. Çünkü salgın toplumun hareketini durdurduğu gibi, toplumdaki ekonomik faaliyetleri de durdurmuş oldu. Ekonomik faaliyetler dünya ekonomik sisteminde henüz çok derin bunalıma yol açmasa da, zaten dijitalleşme, robotlaşma süreci var. İnsanlar işsiz kalmaya başlıyorlar. Salgınla birlikte rutinin sarsılması krize yol açabilir. Mevcut kapitalist sistemin karşısına koyabileceğimiz bir model ortaya çıkmış değil. Dolayısıyla ekonomik sorunlar ekonomik modeller içinde çözülmeye çalışılacak. Devletlerin yerel ve küresel mücadelesi önemli…

Şu şartlarda Türkiye merkezli yeni ekonomik bir modelin hayata geçmesi ne ölçüde mümkün?

Ekonomik model üretme, geliştirme açısından entelektüel ve akademik düzeyde birtakım çalışmalar var. Ama bunların kurumları dönüştürmesi, kurumlaşması, farklı toplumlarla karşılaşması, bütünleşmesi hemen ve kolay gerçekleşecek şeyler değil. Mevcut ekonomik işleyişin trajik ve olağanüstü bir biçimde durması veya süreç içerisinde adım adım dönüşmesinden bahsedilebilir. Böyle bir model arayışı Türkiye’de ve İslâm dünyasında da kısmî olarak var. Bu arayış son 10-15 yılda Türkiye’de yoğunlaşmış görünüyor. Mevcut ekonomik düzende Çin bile tek partili komünist sistemle yönetiliyor olmasına rağmen dünya sistemine entegre, bu sistemin parçası. Dolayısıyla bu sistem Türkiye’yi de etkiliyor. Küresel düzen çok ciddi adaletsizliklere yol açıyor. Ölümcül sonuçlara yol açan bir işleyişi var. Bu olumsuzluğuyla beraber küresel dünyada yaşayarak düzenin hegemonyası, sömürücü etkisini aşacak ahlâki değerler, ekonomik modeller, kültürel yapı üretmek gerekir. Bunun için mücadele ve umut içinde olmalıyız. Türkiye bu noktada umut vadeden merkez ülkelerden birisi. Ancak bu hemen yarın olabilecek bir şey değil. Mevcut ekonomik düzenin çekilip yerine yeni bir sistemin tesisi ciddi bir süre gerektirir.

 

“Bilim Yaşadığımız Süreçte Niçin Sorusuna Cevap Veremez”

 

Salgınla birlikte Batı’nın bilim otoriteleri, bilim literatürü de tartışılıyor. Mesela Dünya Sağlık Örgütü’nün ahlâkî prensipler bakımından sorgulandığını görüyoruz. Bilim her türlü tedbirlerini almış, bilimsel ilerleme olayları kontrol altında tutuyor gibi gösterilirken o kadar geçerli bir iddia olmadığı anlaşılıyor. Gidiş nereye?

Bu çok önemli bir propaganda… Özellikle 19. Yüzyılda pozitivist sosyolojinin ortaya çıkmasıyla birlikte daha da yaygınlaştı. Materyalizmle eşgüdümlü olarak… “Bilim gelecek, bütün sorunları çözecek.” diye inanıldı. Son dönemde Harari adlı İsrailli bir Yahudi bilim adamı var. Onun da kitaplarında çok vurguladığı bir şeydi bu. Hatta “Homodeus”, yani Tanrı İnsan adlı kitabı Türkçe’ye çevrildi. Salgından önce yazılan bu kitabında artık bilim o kadar ilerlediğinden bahsediliyor ki, “bütün sorunları çözecek, kıtlık, savaş ve salgınlar son buluyor. İnsanlar bunlarla başa çıkabiliyor. Dolayısıyla insan da yeni genetik araştırmalarla kendi hücresini yenileyebilecek. Bilim aracılığıyla insan ölümsüzleşecek. Ölümsüz olduğu için de Tanrıya ihtiyaç duymayacak ve insan Tanrı olacak…” Fakat bunları söyledikten çok kısa bir süre sonra koronavirüs diye bir salgın ortaya çıktı ve bilimin hiç öngörmediği, hâlâ tam mânâsıyla adını koyamadığı, tam kontrol altına alamadığı bir süreç yaşanıyor. Yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtı. Sınırları aştı. Hiş kimse de ulusal sınırlarına doğru seslenip, “Ey koronavirüs, pasaportunu çıkar, nereye gidiyorsun?” diyemedi. Milyonlarca sağlık insanı, fakülte, araştırma merkezi, bilim adamı var ama buna rağmen Harari’nin öngördüğünü söylediği şeyin yerle bir olduğunu son olaylar bize gösterdi. Bilim belli ölçülerde açıklama getirebilir, denetim sağlayabilir ama bilim hiçbir zaman bize anlam veremez. Hiçbir zaman değer üretemez. Nasıl yaşadığımızı açıklayabilir belki ama niçin yaşadığımızı söyleyemez. Salgın niçin ortaya çıktı mesela? ABD gibi bir ülkede niçin daha fazla insan ölüyor? Bilimin bunları açıklaması zor. O nedenle daha çok inanç, daha çok felsefe, sanat, edebiyat devreye giriyor. Bilimin “krallık tacı” eskisi gibi değil. Fakat özellikle Harari gibi ateistler bilimi dinselleştiriyorlar. Bilimi din yerine koyuyorlar. Bütün sorunları bilimin çözeceğini iddia ediyorlar. Hatta salgın döneminde bu propaganda Türkiye’ye de yansıdı. Efendim, “Din bir kenara çekilsin, hacılar, hocalar, dindarlar dursun biz bilimle bu işin üstesinden geleceğiz.” denildi. Sanki din bilime toptan karşı geliyormuş gibi… Harari’nin anlatımlarında da öyle. Tarihten örnekler vererek diyor ki, “İnsanlar kıtlık veya salgınlarda sadece mabetlere gittiler, dualar ettiler.” Oysa biz biliyoruz ki birçok Müslüman hekim bugünün bilim gerçeklerine öncülük eden keşiflerde bulunmuş aynı zamanda camiye de gitmişler, dualarını etmişler. Bilim ve din İslam düşüncesinde birbirini reddeden alanlar değil, tam tersine dayanışma içinde yürütülen alanlardır. Bilim ve dini birbirine karşıt gören 19. yüzyıl Avrupası aydınları bizde de etkili oldular. Bu bizim medeniyetimizde olmayan bir şey. Tamamen iftira.

 

“Tedbir Bizden Takdir Allah’tan…”

 

Salgınla birlikte insanlardaki tedbir tavrı ile takdir inanışı da gözden geçirildi öyle değil mi?

Evet, bu hususta da kafa karışıklığı yaşanıyor. Elbette Allah mutlak anlamda kadere sahiptir. Tamamen bilemeyiz. Salgının niçin bu aralarda çıktığının tam cevabını veremeyiz. Fakat beşeri olarak salgınlar çıktığı zaman tedbirlerimizi almak hususunda Kur’an ve Hz. Peygamber uyarıyor. Bunlar hem bir gazap, hem ibret alınması gereken şeylerdir. Biz gazaplarla da karşılaştığımız zaman tedbirlerimizi alırız. Bunun sonucunun ne olacağı Allah’ın bileceği bir şey. Mutlak anlamda yetkimiz, gücümüz yok zaten. Takdir ve tedbir birbirini tamamlayan şeyler aslında. İnsanın tedbir alması bir yere kadar mümkün, kullanır, ondan sonra da teslim olur. Kendisini yemez “niçin olmuyor” diye… Sabır ve metanet de buradan doğuyor. Müslümanların gösterdiği teslimiyetten doğuyor. Aklederek mücadele ile aynı mücadele sonrasında kendisini aşan bir durum varsa bunu teslimiyet içinde kabullenmesi. Batı düşüncesinde bunu anlamak zordur. Orada bilim ve kilise yüzyıllarca çatışmış. Bizde bu çatışma çok lokal yaşanmıştır.

Batı kiliseleri bu durumun altından kalkabilecek durumda mı, bilim karşısında eski otoritesi geçerli mi? Batı toplumu bu çatışma arasında yaşadığı bunalımla nasıl baş edecek?

Batı toplumunda dinin yerine psikoloji, dini temsillerin yerine psikiyatrlar, psikologlar geçmiş durumda. Onlar yaptıkları işe “terapi” diyor. Batılılar daha fazla kaygı, korku içinde. Bunu atlatmak için çok daha fazla para ödeyecekler. Daha çok psikoloğa, psikiyatriye gidecekler. Biz de modernleşiyoruz, psikoloğa gideceğiz. Ancak mukayese yaptığımızda bizde din hâlâ belirleyici ve önemli. Dünyadakinden çok daha büyük bir avantaja sahibiz açıkçası.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

 

Aylık Dergisi 189. Sayı, Haziran 2020

Yazar

Bir yanıt yazın