Bilim ve İnsanlığın Testi

Geçtiğimiz ay, iki Avrupalı arasında küresel salgın nedeniyle çıkan tartışma, küresel sosyal bunalımlara insanî yaklaşım bakımından dikkat çekiciydi. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier arasındaki bu tartışmada, Macron salgınla mücadeleyi, “savaş” şeklinde nitelemiş, buna karşılık Steinmeier, “Hayır, bu bir savaş değildir. Uluslar başka uluslarla, askerler başka askerlerle karşı karşıya gelmiyor. Bu, insanlığımızın bir testidir.” demişti.

Salgın, aynı zamanda küresel çapta dillendirilen şu soru ile birlikte ele alınıyor;

“Nereye gidiyoruz?”

Dünyada bu soruya tüm yönleriyle cevap beklentisi hakim.

Aydınlanma felsefesinden kalma bir slogan halinde “ilerleme”yi görünür kılan “bilimsel devrimler” rüzgârına rağmen nerede olduğumuz kestirilemiyor.

Yeni gerçekliklerle yüzleşiyoruz; tamam.

“İnsanlık” yeniden tartışılıyor; evet.

Şartlar yeni bir insan ve toplum tanımına zorluyor; doğru.

Peki, bugüne kadar tablo nasıl açıklanıyordu?

Yeterince düşündürücü değil miydi?

Öyleydi fakat üzerinde en az durulan hep aynı şey oldu: Bilim…

Yüzyılların kronikleştirdiği şu “bilim” vakası, asıl vaka olsa gerek… Şöyle ki;

Özellikle “bilimsel devrimler”le birlikte insanlığa empoze edilen, şekilden şekle giren, modern zamanların insan aklına durgunluk veren çelişkilerinden kurtulamıyor olmamız…

2000’li yılların başından itibaren yoğun biçimde küresel pratikler sergilenen dünyada, küreselliğin belli güçlerin çıkarına göre tanımlanışı, salgınla birlikte huzursuzluklarımızı pekiştirdi. ABD başta olmak üzere bazı Batılı ülkelerin geldiği son durum ise, Covid-19 salgınından Çin’i sorumlu tutarak yaşanan maliyetlerin bedelini ödetmek oldu.

Geçtiğimiz yıllarda patlak veren SARS, MERS adı verilen virüsler de Çin kaynaklı olmakla beraber, mesele bu ölçekte tartışmaya açılmamıştı. “İlerleme”nin hangi yönde gerçekleştiğine dair soruya ise, bilimsel-ideolojik kavram karmaşasında henüz tatmin edici bir “açıklama” getirilebilmiş değil. Virüs kaza eseri yayılmış da olsa, “biyolojik silah” da olsa, “bilim”in de tatmin edici bir cevabı yok; bu net.

Latin Amerikalı düşünce adamı O. Gasset’nin şu teşhisi, bilimcilere çok şey düşündürmeli;

“Bilim insanı kitle insanının prototipidir. Çünkü bilim, uzmanlaşmayı teşvik ederek onu halinden memnun kılmıştır. Bu dengesiz uzmanlaşmanın sonucu olarak, her zamankinden daha çok “bilim insanı” olmasına rağmen, mesela 1750’lerdekinden daha az “kültürlü” insan bulunmasıdır.”

Hakikaten, dünya “ilerleme”den bahsedilip durulurken yerinde sayıyormuş! Küresel salgınla birlikte bu realite yine geçiştiriliyor.

Alman siyasetçi, “insanlık test ediliyor” diyor ancak bu noktada bir sorum olacak;

Hangi insanlık?

Düne kadar, “gelişmiş-azgelişmiş-gelişmekte olan” veya “üçüncü dünya” şeklinde kategorize edilmiş insanlık mı, Batılıların insanlığı mı? “İnsanlık” mefhumunun Batılı ideolojiler çerçevesinde düşünüldüğünü hatırlatmalıyım.

Beşeriyetin pratik hayatına kesinlik ve birtakım standartlar koymak ilkesinden hareketle insan keyfiyetini mitolojik, spekülatif, fantastik hayal gücüne teslim edip bilim laboratuvarlarına mutlak zafer atfeden Batı aklı, esasen kötülüğün salgın merkezi olagelmiştir.

Fransız İhtilâli öncesinde, sırasında ve sonrasında Batı dünyası, olanca konforuyla kavram ve literatür çeşitliliği sergilemiş, insan ve toplum hikâyesini zamanla yerleşen “birikim” kibriyle köpürtmüştü.  O halde dünya sathında hükmettiği yıllardan bu yana Batı kültür ve yaşayışını analitik biçimde ele alacak olursak, mevcut bunalımlar tablosu da Batı’nın eseri olmuyor mu?

Bugün problem Çin de olsa bu durum değişmeyecektir. Nitekim Çin’in dünyayı şekillendirici bir kültür iddiası olmadığı gibi, geçen yüzyılda diktatör Mao tarafından başlatılan “kültür devrimi”, üzerinden bir nesil geçmeden iflas etmiştir.

Kıtalararası çapta inkılaplar, uzun süredir “dijital çağ” kalıbıyla ele alınıyor. Yine de “dünyanın eskisi gibi olmayacak” retoriğini müjdeli bir haber gibi değil, her halükârda belirsizlik hissi içinde dinliyoruz.

Peki, halihazıra tam olarak ne söyleyebiliyoruz?

Dünyanın eskisi gibi olmayacağı değerlendirmesine hak vermek bir yana, değişim nasıl ve neye göre yaşanacak? Bunun bir “yaşama kültürü” var mı?

Değişim, son 500 yıldan bu yana kullanılan bir tabirdi. İnsan ve toplum hayatında zamanla alışılan değişikliklerin birikimi, takip eden yıllarda devrimler, inkılâplar getirmiş olsa da, zamanının insanının halihazırına keyfiyet ve nitelik anlamında ne kazandırdığı tam olarak açıklanabilmiş değildir.

Bunu bilim de açıklamakla yükümlüdür.

Küreselliği “zamanın ruhu” olarak tanımlayan bilimci çevrelerin dünya meselelerine yaklaşımında ne kadar zalim olduğunu, I. Dünya Savaşı’ndan itibaren takip ettiğimizde görmek mümkün. Atom bombasıyla hatırlanan II. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllardan şimdiye kadar kendi kısır döngüsünden kurtulamayan değişim sloganı, artık giderek daha dar ölçekte zaman dilimleri içinde düşünülmeye başlandı.

Şu sıralar dünya tarihinin “korona öncesi-korona sonrası” şeklinde ayrılacağı iddia ediliyor. Yeni “bilimsel devrimler” yaşandığı da bu iddiaya eşlik etmiyor değil. Son yüzyılların korkunç surette şımartılan bilimci aklı ise, en az tartışılan problem olma özelliğini koruyor. Bilim yine en önde, “bu çağın adını hep ben koyarım” şeklinde küstahça “tek boyutlu insan” dayatmasını sürdürüyor.

Küresel salgın da bu dayatmaya katalizör yapılırken, sorumlusu yargılanmayan yeni felaketleri fırsat bilip baskı kurmaktan da geri kalınmıyor. Bu gerçeği olağanüstü biçimde modern toplumların hayatında müşahede edebiliyoruz.

Kıtalararası hayatın yeni gerçeği Covid-19, coğrafya farkı gözetmeyen, hiç kimseyi tanımayan, hedef ayırt etmeyen gizli bir silah olarak da düşünülüyor. Bu, başlangıçta çok güçlü bir şüphe iken giderek yerleşik ve bağımsız bir kanaat haline geldi.

Vakaların nasıl algılandığı bir yana, “görüş sahası” küreselleştikçe mevcut dünyayı kavrama zorunluluğuna bilim kayıtsız. Her şey propaganda ile “ilerleme”ye şartlandırılmış durumda…

Oysa insanoğlu gözünün önünü göremez oldu.

Hani dünya “küresel köy”dü? Hani her şey kontrol altındaydı?

Demek yine “Alice Harikalar Diyarında” hikâyeleriyle uyutulduk. Bilime mal edildiği halde açıklanamaz olan kompleks durumlar yaşanıyorken üstelik!

Bu realite insanlığı gerçek soydan “varoluş idraki”ne çağırıyor olabilir mi?

“Görünmeyen tehdit” ile mücadelede bilgiyi his, düşünce ve şuur seviyesinde tam kavrayamayan halimizin farkında mıyız? Bu hale acziyetimizin itirafı diyebilir miyiz?

“Bilimsel akıl” hâlâ öğrenilecek şeyler olduğunu iddia ediyor ancak bu akıl geçmişte de öğreniyor, öğretiyor, tartışıyor, araştırıyor, eşyasına isim koyuyordu?

Yoksa yeterince çalışılmamış, hazırlanmamış mıydık?

“Belirsizlik” denilen şey bir açıklama değilse nedir, sormak lazım.

Neyi belirleyemiyoruz?

Tam hakim olamadığımız, kontrol edemediğimiz, göremediğimiz “şey” sadece bir virüs müdür yoksa aklımız bir “heyula” ile alay konusu mu yapılıyor?

İnsan sağlığından sorumlu kurumlar, yaşanan belirsizliklerden dolayı sebebiyle ve de sonucuyla bir türlü net, güven veren bir tablo ortaya koyamıyor, neden?

Aslında işler hiç yolunda değil, el yordamıyla bir “yol” vehmi içindeyiz.

Bilimciliğin açıkladığını sandığı birçok şey, belli kalıplarla kullanılan propaganda marifetine bağlı. Gerçek şu ki, yeni gerçeklikler karşısında insan keyfiyetini tekrar tekrar gözden geçirmek durumundayız. Kuru bilgi boğmacasına getirilmemiş, basit bir göz ve görüş sahibi olmaya zorlanıyoruz aslında… Masanın üzerindekini bir fiskede süpürmek ve en baştan başlamak rahatsızlığımız artıyor!

Modern insanın, gözü önünde devleşen meseleler karşısında kaçışı, arkadan dolanması, bütün çetinliğiyle kendini ifadeye yanaşmaması nereye kadar?

“Nereye gidiyoruz” sorusu, tüm bilinenlere rağmen insan şuurunda derinliğine ele alınmadıkça, iç ve dış dünyamızı ruhî bir muvazeneye kavuşturacak biçimde cevaplandırılamayacak diye düşünüyorum.

Dünya yeni bir “akıl davası”nın, yani ruhî saiklere sahip düşünce tarzının eşiğinde, bunun şuurunda olmaksızın bekleşiyor. İnsanlık, hâlini tüm yönleriyle ve topyekûn yeniden şuuruna varmaya mahkûm vaziyette…

Kritik akıl, bilimi kritik ahlâkıyla sorgulamadan pratiğe geçmemeliydi. Ancak olanlar oldu. Dünyanın gidişatına dair sorulan sorulara verilecek cevaplar aklî ve ahlâkî problemlerle içiçe derinleşti.

Birçok alışkanlığımız derinden sarsılmaya başladı. Şahıs plânından topluma, aile kurumundan tüm küresel kurumlara kadar sosyal hayat tüm boyutlarıyla sarıldı; sosyal ilişkiler altüst. Sosyal sorumlulukları sadece bilgi problemi olarak görmeye eğilimli toplum bilimleri ahlâkî kriterlerle birlikte açıklanmalıydı. Sosyal teorileri güncellemeye zorlayan yeni şartlarla birlikte, yeni bir sosyal ahlâk, toplum şuuru geliştirmek durumundayız. Gerçek şu ki, nitelik hassasiyeti, bilimciliğin nicelik fetişizminden daima üstün çıkmıştır. Eşyanın hakkını insan keyfiyetini akılda tutmaksızın yerine koyamayacağımız açıktır.

Artık her kültür ve tüm değerler, ihmal ve kaçış sendromuyla malûl çağın insanına modernitenin uyaranlarıyla unutturuluyor. Modern insan sanık sandalyesindeki yerini koruyor; ne biçim dünya inşa etmiş bu insan?

Kovid-19, biriken küresel açmazların açığa çıkmasına çok özel ve yeni bir sebep sayılamaz. 18. yüzyıldan devralınan determinist akıl, hâlâ mihraksız sebeplere boğulmuş bir idrak zemininde dolap beygiri gibi dönmekle meşgul. Bu akıl, ileri sürülen onca “kurtuluşçu” tez, görüş ve değerlendirmeye her tutunmasında yeni fenomenlerin tokadını yemekten kurtulamıyor.

Bilimciliğin hayatta her şeye çare ve alternatif, “akılcı çözüm” iddiasında fazla ileri gittiği, hangi noktalarda haddi aştığını tespit, disiplinlerin karşılaştırılmasından öte ancak tüm disiplinlere yön verici “bütün fikir” idrakiyle mümkündür.  Verili olan ne varsa kerameti kendinden menkul biçimde açıkladığını sanan bilimci, hakikati daima keyfiyete, oluş idrakine bağlamaktan kaçmaktadır.

Belli ki, “bu gidiş nereye” diye sormaktan ziyade mevcut keşmekeşi “bu firar nereye” şeklinde sorgulamalıyız. Bilimcilik, insan hayatını saran esrar ve motifleri taklit ve karikatürize etmekten, hayatı ilkel birer teselli şeklinde açıklama küstahlığından vazgeçmelidir. Aksi takdirde bu firarın sonu uçurumdur.

“Bilim-Din cedelleşmesi”nin başgösterdiği her vasatta bilim ve din taraftarları, problemleri “özgürlük” demagojisiyle değil, insan hürriyetini oluş hikmetiyle saran, aklı da aşan “veriler”le açıklamak durumundadır.

Bu vasatın galip aklı, üstün fikri ve ebedî kurtarıcı keyfiyeti nerededir?

Bilim mi-din mi çekişmesinde neye göre söz hakkı tanınacağı ve hangi aklın söz sahibi olacağı bu soruya verilecek cevaba bağlıdır. Batı insanını da şapşallaştıran bu son salgın trajedisi de dahil bütün trajedilerin, yani olamayışların mahiyetini hakikî oluş hikmetlerine bağlamalıyız.

 

Aylık Dergisi 188. Sayı, Mayıs 2020

Authors

Bir yanıt yazın