SONRA DUALAR…

Beylerbeyi’nde Boğaz’a bakan tepelerden birinde üç katlı konağın ikinci katındaki salonda bütün ışıklar yanıyordu. Salondaki dört genç yorgunluklarından rehavet içindeymiş gibi kendi hallerinde vakit geçiriyorlardı. Büyük koltukta oturan Necla’nın dizlerine başını dayamış uzanan Ali elinde tuttuğu kadehin dibinde kalan bir yudumluk şaraba bakıyor onu sağa sola çevirerek kırmızı sıvının salınışlarında ışığın pırıltısını takib ediyordu. Karşı koltukta Yusuf uzanmıştı. Onun elinde dolu bir kadeh vardı. O da büyülenmiş gibi elindeki kadehe bakıyor sanki bir kürenin içinde görüntüler görüyormuş gibi, gözlerini şarabdan ayırmıyordu. Ayakta sadece Aysel vardı. Gramofonun başında durmuş plağı yerleştirmeye çalışıyordu. Kendi başına verdiği bu uğraşın taliblisi var mı diye başını çevirip arkadaşlarına baktı. Herkesin kendi hâlinde olduğunu görünce bir ân vazgeçti, fakat yine de o sesi duymaktan kendini alamadı ve iğneyi plağın üzerine koydu. Ve sanki tarihin bilinmeyen bir zamanından sesleniyormuş gibi, hüzzam makamındaki şarkıya nefesiyle can veren ses “Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırab…” diyerek şarkıya başladı. Aysel yine başını çevirip arkadaşlarına baktı. Sadece Yusuf kulak kabartmış gibiydi. O da başını çevirip bakmamıştı bile, gramofondaki aheste erkek sesi “Grubun rengi, vurmadan cama, ver mezesini tatlı dilinden…” dediğinden Aysel’e baktı.

“Senin bu türden bir şeyi dinleyeceğin aklıma gelmezdi.”

“Plakların arasından seçip aldım. Ama güzelmiş sözleri, öyle değil mi?”

“Evet.”

“Hepsi babanın mıydı?”

“Evet, hepsi onundu. Bu salonda annemle baş başa kaldıklarında bu plakları çalmaktan hoşlanırdı.”

Aysel, havai bir kızdı. Diğer insanlar için mühim olan hiçbir şeyin onun için hiçbir değeri yokmuş gibi yaşardı. Sanki hayatında bir kere bile canı yanmamıştı. Dünyada insanları mutlu edecek şeylerden başka hiçbir şey mevcud değildi sanki. Aslında çok hisli bir kızdı, fakat bir şeyin üzerinde durup onun kendisini üzmesine izin verecek bir tabiatı yoktu. Kendisine kötülüğü dokunan bir şey ve kimseyi bile çabuk unuturdu.

Aysel hiç bu tür müzikler dinlememesine rağmen, müziğin ne kadar farklı olduğunu düşündü.

“Değişik bir şey. Türkçe olmasına rağmen sanki bize ait değil gibi.”

Onun için varsa yoksa yabancı dilde söylenmiş müzik parçaları vardı. Bütün kaliteli şarkıların İngilizce, Fransızca veyahut İspanyolca söylenebileceğine inanıyordu.

“Ne dersin?”

Yusuf kendisine sorulan soruya cevab vermedi. Hâlâ elindeki kırmızı sıvıya bakıyordu.

“Sana diyorum!?”

“Ne? Nasıl, anlamadım?”

“Neyse boş ver. Ne düşünüyorsun öyle? Onu içecek misin, yoksa elinde yıllanmasını mı bekliyorsun?”

“Beni niçin sarhoş etmiyor, diye merak ediyorum.”

Aysel bir kahkaha attı.

“Belki de sarhoş olmuşsundur, ama fark etmemişsindir. İnsanlar sarhoş olduklarını anlamazlar ki.”

“Ama ben hiç şuurumu kaybetmedim şimdiye kadar.”

“Hayret ben sarhoş olunca hiçbir şey hatırlamıyorum.”

Ali başını nişanlısının dizlerinden kaldırdı ve

“Evet, seni az kaldırımlardan toplamadık, o kadar hatırlamıyorsun ki, geçen sene Paris’te hadise çıkardığında seni oradan uzaklaştırmak isterken gelen polislere bizi şikâyet etmiştin.” Hep beraber güldüler, Yusuf’a “Sana daha sert bir şey lazım, şarap sarhoş olmak için uzun bir eziyet, o zevk duymak için içilir, sana daha tesirli bir şey vermek gerek.”

“Denemediğim bir şey kaldı mı bilmiyorum, sadece midemi bozdular, başka da bir şeye yaramadı. Çok saçma?”

“Nedir saçma olan?”

“İnsanların buna müptela olması.”

Yusuf hiçbir zaman bir şarabı zevk duymak için içmemişti. Sadece ailesi ve çevresinden gelen bir adet olduğu için içiyordu.

“Herkes bir şeylere tutulur”, dedi Necla, “bazıları da buna tutuluyor.” Eliyle nişanlısının saçlarını tarıyordu.

Aysel bu muhabbetten çabuk sıkılmıştı.

“Haritayı getireyim mi, oyuna başlıyor muyuz?”

Oyun dediği her sene dünya üzerinde gidecekleri ülkeleri rastgele seçerek kendilerine bir rota oluşturmaktı. Bunu son beş senedir düzenli olarak yapıyorlardı. Fakat Yusuf’un her zamanki akışa kendini bırakmayacağı anlaşılıyordu. Yattığı yerden doğrulup kalkarken şarabın bir kısmını eski ve güzel İran halısının üzerine döktü. Bu konakta üzerine bastıkları şeylerden dokundukları eşyalara kadar her nesne tarihi eser olmasa bile çok kıymetli şeylerdi. Yusuf bu duruma canı sıkılmış gibi yüzünü buruşturdu, ama umursamadı.

“Böyle yaşanmaz!” dedi arkasına yaslanırken.

“Nedir sendeki bu kasvet birkaç haftadır?” diyerek o da başını sevgilisinin dizlerinden kaldırarak doğruldu. “Canını sıkacak ne olabilir şu hayatta? Ülkenin en büyük miraslarından birine konduğunu bütün milletin gazete sayfalarında okumasının üzerinden bir sene geçmedi. Hayatında seni sıkabilecek ne olabilir? Bütün şirketleri kapatsan, fabrikaları hiç çalıştırmasan her gün milyonlarını harcasan ömrünün sonuna kadar yetecek paran var.”

Aysel belki çok da dikkat etmeden isabetli bir laf etti.

“Para ne işe yarar, kolları mı var Yusuf’u sarsın, sıcak sözleri mi var onu avutsun.” Aysel sözlerinin hatırlatacağı şeyleri pek düşünmemişti.

Ali ona cevab vermeye hazırlanırken ailesini bir kazada kaybetmiş olan arkadaşına karşı zalimce bir hissizlik, kayıtsızlıkla yaklaşıyormuş durumuna düşmek istemedi.

“Ama insana her istediğini yapma imkânı verir, öyle değil mi? Ne istersen yapabilirsin ha.”

Necla nişanlısına pek katılmıyor olmalıydı ki:

“Ne yapabilirsin mesela?”

“Bak istediğin zaman istediğin yere gidebiliyorsun değil mi? İki ülke vatandaşlığına sahibsin. Bunları sana kazandıran yeteneklerin miydi sevgilim, yoksa babanın parası mıydı?”

Necla hemen cevab vermedi, ama emin olamayarak da şu karşılığı verdi:

“Bu hiçbir mânâ ifade etmez.”

“İnsan bunun için dünyaya gelmiş olamaz ya!”

Hepsi birden bu sözleri söyleyen Yusuf’a döndü.

“Hadi dostum, dünyayı döndüren şey para, buna şimdi itiraz mı ediyorsun, bu sözleri iki sene evvel sen bana söyledin. Bak, para ile bugün, hem de bu çağda insan bile satın alabilirsin, ki alınıyor da zaten!.. Para, her şey para, para için yaşıyor insanlar ne din ne başka bir fikir için.”

“Bunlar realite, ama hakikat değil!”

“Arada bir fark var mı?”

Yusuf hemen cevap veremedi, sanki az önce elindeki kadehten süzdüğü hayaller içinden bir şeyler arıyor gibiydi.

“Oluyor olması, olması gereken olduğu mânâsına gelmez. Dünyanın kanunu denen bir şey var değil mi? Nedir bu kanunları bize dikte eden? Artık para değil, dünyayı döndürenin hırs olduğunu düşünüyorum. Dünyanın özünde kötülük var. Biz bu kötülükle savaşmalıyız, bu hırsla…”

Necla ve Ali aynı anda:

“Hırs?”

“Bence hırs bütün dünyanın kanunlarını belirliyor artık. Düşünsenize Adem’le Havva’dan, Habil ile Kâbil’den beri değişmeyen bir kanun gibi, bütün dinlerin buyruklarında, bütün peygamberlerin dilinde olan bir şey bu, insanların ihtiraslarını dizginlemek ve para yalnızca bunun bir âleti olabilir.”

“Sen bunlara inanıyor musun? Adem, Havva, Melekler, gökten gelen emirler…” Ali’nin sesi meraklı gibiydi. Alay etmiyor, ama inanmadığını da belli ediyordu.

“Mevzuumuz bu değil, ama şöyle düşün; şimşek çaktı, insanlar korktu, kendilerinden daha üstün bir varlık olduğuna inandılar masalı kadar aptalca değil, bu kadar muazzam bir dünya külliyatı ve her biri ortak değerler taşıyan dinlerin birbiri ile olan benzerlikleri tesadüf ve uydurma ile açıklanabilir mi?”

Ali nefes almış ve ona cevab vermeye hazırlanıyordu ki, sert bir topuk sesi duyuldu, bir daha ve bir tane daha. Aysel:

“Seçim gecemizi mahvedemeyeceksiniz, siz daha fazla sarhoş olmadan ve saçma sapan mevzularla geçecek bir tartışma ile geceyi bitirmeden önce hemen rota seçimi için herkes yerini alsın!”

Aysel bağıra çağıra bunları söylerken elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi, sesi iyice tizleşmiş ve neredeyse ağlamaklı bir edaya bürünmüştü. Bu tavra hep beraber kahkahalarla güldüler ve ona uymak zorunda kaldılar.

Bu kadardı. Hayatları buydu, belli bir maddi güce erişmiş olarak hayatlarında herhangi bir insanî fikre ve dünyaya ait gerçek sorulara belli bir dereceye kadar izin vardı. Dünya onlar için harikaları görülecek ve zevkine varılacak bir yerdi. Bütün yetişme şartları içinde bu tabii bir şeydi. Hayatlarında kendilerine dair öğrendikleri bile kendi çevrelerinden ibaret bir hayattı. Ve gerçekten de mutluydular.

Aysel emeline kavuşmuştu. Haftalık tatiller veya hafta sonları için harita üzerinde belirledikleri yerlere gezi rotası ve tarihleri hazırdı. Her biri kendi şirketlerinin başında veya aile şirketlerinde bir mevki işgal etseler de, bu uğraşlarını engellemesine asla izin vermezlerdi. Çok mühim bir toplantı olsa dahi, toplantıyı aksatırlar, fakat asla gezi maceralarına ara vermezlerdi.

Derin, güzel, huzur veren bir sessizlik vardı. Sadece kuşların ağaçların dalları arasında gizlenerek bir oyun oynar gibi ötüşleri duyuluyordu. Mezarın başındaki küçük topluluk, sanki bir cenaze merasimine değil de, bir davete katılıyormuş gibi itina ile seçilmiş kıyafetlerle ağırbaşlı duruşlarını ve matem havasını bozmamaya çalışarak imamın duasını bitirmesini bekliyorlardı. Nihayet imam duasını bitirip âdet üzere topluluğu Fatiha’ya davet edince, gören insanların yüzünde buruk bir tebessüm bırakacak bir manzara oluştu. Birbirine bakanlar, ellerini açıp ne yapacağını bilemeyenler ve ne yapacağını bilip etrafındaki tuhaflık sergisine şahid olmamak için başını eğip sureyi okumaya çalışanlar vardı. Bu fasıl da bitince mezarın başında Ali, Necla, Aysel ve yakın bir iki arkadaşları kaldı.

Her şey evvelki gece olup bitmişti. Sabaha karşı birbirlerinden ayrıldıklarında, arabasına binen Yusuf boş yollarda son sürat gidiyordu. Hemen arkasındaki arabada arkadaşları vardı. Kanlıca’nın kıvrımlı yollarına geldiklerinde Yusuf bir virajı alamamış ve eski bir yalının duvarına arabasıyla çarpmıştı. Her şey ama her şey için çok geçti. Yusuf emniyet kemerini bağlamamıştı. Hemen orada son nefesini vermişti. İlk anda Yusuf’un hemen peşinden gelen arkadaşları arabadan inmiş, fakat çok feci manzaraya sahib olan arabaya yaklaşamamışlardı. Manzaranın verdiği dehşetten mi, arkadaşlarını feci bir şekilde görmek korkusundan mı bilinmez, hiçbiri arabaya yanaşma cesaretini gösterememişti. Yanlarında duran bir arabadan inen adamın kaza yapan arabaya doğru koşması ve aynı anda Aysel’in hıçkırıklarıyla üzerlerine çöken donukluktan kurtulabilmişlerdi. Hayatın bazı ânların her zaman yanı başımızda bilgimiz ve aslında bizim de dâhlimiz olmasına rağmen onunla karşılaşınca dehşete kapılarak ne yapacağımızı bilemeyebiliriz. Fakat hayatın bazı gerçekleri vardır ki, ona dair bir bilgimiz olmaması için çabalarız, karşı karşıya kaldığımızda ise halimiz pek acınası bir vaziyeti gösterir.

İşte hayatın bir gerçeği ile karşı karşıyaydılar. İmam da gitmişti. Ne yapacaklarını bilmeden sıkıntı ile birbirlerine kaçamak bakışlar atıyorlardı. Nihayet Aysel o her zamanki saf edasıyla:

“Bir şey söylememiz gerekir mi?” dedi mezara bakarak.

Arkadaşlarının buna verecek bir cevabları yoktu. Ne yapacaklarını bilemeden bir süre durdular. Aysel sanki bir görev ifa ediyormuş gibi:

“Seni seviyoruz Yusuf!”

Necla buna katılıyormuş gibi başını salladı. Çok üzgündü. Arkadaşını kaybetmesi kadar, ne yapacağını bilememenin üzüntüsü de vardı.

Bir rüzgâr çıktı, havayı serinletti, ağaçların salınışları arttı, kuşların sesleri daha duyulur oldu. Ali nişanlısının kolunu alıp koluna taktı ve hareketlendi. Onları gören diğerleri de gitmek üzere davrandılar. Aysel ne olduğunu unutmuş veya durumu kavrayamamış gibi:

“Hoşça kal, Yusuf! Görüşürüz…” dedi ve yarı arkasına dönerek mezara el salladı. Onu gören Necla da elini kaldırdı, ama hemen anlamış gibi havada asılı kalan elini indirdi. Birkaç damla yaş süzüldü gözünden.

Aylık Dergisi 186. Sayı, Mart 2020

Authors

Bir yanıt yazın