Büyülü Olta

Özgürlük teslim olmaktır. İnsan bir şeye aidiyet hissetmediği zaman varlığından şüphe eder… Aidiyet en sağlam dayanaktır; yersiz, yurtsuz bir insan sudan çıkmış balık misali çırpınır… “Balık” deyip geçmemek lâzım, bazen hayvanlardan da bir şeyler öğrenebiliriz.

Aynı yukarıdaki gibi düşünüyordu genç kahramanımız, henüz aklı selim bir yaşta değildi; ama en iyi arkadaşları arasında, şahane kitaplar vardı. Honore de Balzac, Charles Dickens, Fyodor M. Dostoyevski, Henri Beyle (Stendhal), efendime söyleyeyim Stefan Zweig, Nikolay Gogol, Lev N. Tolstoy ve daha kimlerin eserleri… Her yaşın kendine has tadı, dokusu vardı tabiî; fakat kahramanımız, belli bir yaştan sonra yılların pek bir ehemmiyetinin olmadığını düşünüyordu. Askerlik çağından sonra yaş sadece sayılardan ibaretti. Hiçbir zaman dakik olmamıştı, söz vermekten imtina eder; ama verdiği zaman da tutardı. Sonraları keşfettiği alâka çekici birtakım alışkanlıkları vardı; mesela çayını yudumladıktan sonra bardağını aynı yere koyardı hep, büyük bestekâr C. Debussy ve büyük ressam C. Monet gibi denizi seyretmeye bayılırdı. Ne tahsili vardı ne de kariyeri, basit bir hayattı onun yaşadığı. Ne O. Henry’nin “maceracısı Rudolf Steiner” gibiydi, ne de Stendhal’ın “Julien Sorel”i… Hiçbirinin yakınından bile geçemezdi. Gerçi överken de söverken de bunu lâyıkıyla yapardı. Bir şeyi ya da birini övmek bir meziyettir, edebî olarak isabetli de konuşmak gerekir; ama sövmek? Şehir içi yahut dışı yolculuklarda deniz vasıtalarını kullanma ihtimali oldu mu kesin onu tercih eder, eblehinden şeytanîsine, masumundan zalim suratlısına kadar türlü suretleri inceler, onlar hakkında faraziyelerde bulunurdu. Varsayımlarını destekleyecek bulgular bulunca da işin en eğlenceli kısmı başlardı, abartılı komik veya hüzünlü tahminler art arda sıralanırdı zihninde.

Kahramanımız, sıradan bir günde şehrin diğer yakasına geçmek üzere vapurunu kaçırmış, -dakik olmadığını söylemiştik- Mimar Sinan’ın süslediği güzide semtlerden birindeydi. Sıkıntısını giderecek bir şey ararken, kendini Kız Kulesi’nin az berisinde, balıkçıların yanında buldu, “Binini bir yere koy, fena değil; ama hâlâ mükemmel de değiller.” diye düşünürken, etrafı seyretti. Erguvan renkli semâya baktı… Gurbetten gelmiş yük gemileri, hüzünlü insanlarla dolu şehir hatlarına ait birkaç vapur, sefil martılar; hemen yanında bebek arabalı bir kadın (kadının hâli komikti, üç tekerlekli bir bebek arabasında ikizler bulunuyordu, oğlanlar birbirinin kıvırcık saçlarıyla oynuyordu), sol tarafta ise kılığı-kıyafetiyle hiç de balıkçıya benzemeyen birine rastladı. Tanımıştı bu adamı. Ağzındaki pipo, kürklü manto, yeni boyanmış deri çizmeleriyle geçen gün gördüğü adamdı. Onu yine tam burada, birkaç sefer görmüştü. Bu adam ve manzara tam emprestyonistlerin görmek isteyeceği türdendi. Adamın sırtı Kız Kulesi’ne dayanacak şekilde resmedilmiş olsaydı, muhtemelen eserin adı “Kuleye Uzanmış Adam” olurdu. Kahramanımız ayrı zamanlarda belki yarım gün kadar bu adamı seyretmiş, bir kez bile balık yakaladığını görmemişti. Onu görünce “İşte o ihtiyar, ne zaman görsem farklı şeyler giyiyor, üstelik kimseyle tek kelime konuştuğu da yok, sigara içmiyor, çizmeleri de tertemiz, onu ne bir şey yerken ne de içerken gördüm. Herif insanüstü!” dedi içinden. İşin doğrusu bu söylediklerinde yanlış hiçbir şey yoktu. İlaveten kirli sakallı, kalın dudaklı, şimşek gibi gözlere sahip bu ihtiyarın da, yaptığı işi iyi biliyormuş tavrı mevcuttu. İyi bir balıkçıydı; fakat hiç balık tuttuğu görülmemişti. Balık tutamayan balıkçı mı olur? Ömründe balığa gitmemiş insan dahi üç-beş olta atsa bir tane yakalayamaz mı? Hadi beş az demiş olalım, yirmi seferde bir de mi olmaz? Genç arkadaşımız balıkçıyla münasebet kurmaya korkuyordu korkmasına; ama onu kendinden aşağı gördüğü anlar da oldu. Belki de bu yüzden sürekli onu görme ümidiyle buraya geliyordu! İhtiyarın olta attığı yere karabataklar dalıyordu, onlar gittiği zaman da sahili temizlemekle görevli tekneler buna mâni oluyordu. İhtiyar balık tutabilseydi, her hâliyle muhteşemdi! Hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi bir intiba bırakıyordu!

Genç kahramanımız Selim, vapur saatinin geldiğini fark etti ve gitmemeye karar verdi, bir an cüret etti ve ihtiyara yanaştı: “Rastgele, merhaba efendim; ne geliyor?” dedi, oltayı keserek. Endamlı ihtiyar Clark Gable gibi bir tebessüm etti. “Bana yok!” dedi.

“Bize gelen giden bir şey yok.” demek istedi herhalde.

Selim, ihtiyara bir süre refakat etti, belki laf lafı açar da onun hakkında bir şeyler öğrenir ümidiyle!

Gün battı, Avrupa yakasının muhteşem heybeti gözüktü, gerçi bazı tepelerin güzelliği kalmamıştı; yine de şahaneydi. İhtiyar attı oltayı, çekti, attı çekti, derken belki iki saat geçti. Balıkçının talihsizliği Selim’i bile “tilt” etmişti! Bari bir kez olsun dolu çekseydi. Selim endamlı adama dönüp, “Bugün kesat herhalde ha?” dedi. Adam bu sefer dönmeye tenezzül etmemişti, çünkü diğer balıkçılar arada sırada olsa da balık yakalıyordu. Selim sustu, ihtiyar oltayı çekti yine, iğneye pislik takılmış bu sefer de. Selim, “Çok yakındı, bu sefer geldi sanmıştım.” dedi, ihtiyar cevap vermedi. Pehlivan misali yeniden attı oltayı. Yine boş çekti. Selim ihtiyarın asabını bozma pahasına, “İsminiz neydi?” diye bir sual yöneltti.

İhtiyar, “Selim” dedi.

Genç Selim, “Tesadüfe bak, ben de…” diyemedi. Bu onun küçük sırrıydı artık. İçinden, “Herif benim yıllar sonraki hâlim sanki.” dedi, müsaade isteyip evine gitti.

İhtimaldir ki yaşlı balıkçı, radyoda sevdiği şarkılara denk gelince hep sonuna yetişirdi. Tam saatinde gitmesine rağmen ya otobüsü kaçırırdı yahut başka tersliklerle karşılaşırdı. Güneşli havalarda gezmeyi sevse, güneş köhnemiş kemiklerine iyi gelse, anî yağmurlara denk gelirdi; işte “muhteşem kılıklı” adamın böyle bir havası vardı. Tüm dünya ona karşı gibiydi. Aksilikler her zaman, kalabalıklar arasında parıldayan bu adamı bulurdu!

Genç yine bir gün aynı yere gitti, balıkçıyı soruşturdu. Başka saatlerde gelmeye başlamış artık, daha balık tutabildiğini gören olmamış. O karşılaşmadan sonra bir kez daha denk geldiler. İhtiyara yanaşıp, “Adımı sormadın; ama olsun, ben de söylemezdim zaten. Görüyorum ki hâlâ bir şey yakalayamamışsın.” deyince, Clark Gable, “Tutmaz olur muyum? Hem de koskocaman bir tanesiydi!” cevabını verdi. Genç içinden “Kaç kez onunla sevinip teessüre düştüm, tüm o başarısız olta çekişlerinde ‘Bu sefer olsun.’ diye dua ediyordum.” diye düşünerek, “Tebrik ederim! Hani ya?” dedi. Yine cevap alamadı. Genç hemen uzaklaştı oradan, kendinden daha aşağılık birini bulabilmek için.

Hülasa, ihtiyar entelektüel, kimsesiz, fukaranın biriymiş, kıyak giyinirmiş tamam da bu onun yoksul olduğunu değiştirmez ki. Az ötede balık tutan bir kadınla münasebet kurmuş, o da yalnızmış; kontesler gibi varlıklı bir hanımefendiymiş. “Balığa geldik, kont olduk!” hesabı.

 

Aylık Dergisi 186. Sayı, Mart 2020

Authors

Bir yanıt yazın