Yaşar Ölmez mahalleye taşınmasının üzerinden geçen bir yıllık süre içerisinde sınırları içinde mutlak hâkimiyetini ilân etmiş bir imparator gibiydi. Artık kendisini konu komşuya yeterince tanıttığı gibi, huyu ve suyunun aksine hareket edecek kimselerin başına ne geleceğini de öğretmişti. Aslında bu tehditkâr adam mert ve adildi. Ve hiç kimsenin hayatını karartmak gibi bir niyeti yoktu. Bunun için başka yollara tevessül edecek aşağılık ruhlu bir insan değildi. Bazı kimseler oturdukları veyahut bir zamanlar oturdukları koltukların verdiği güç sayesinde etraflarında hoşlarına gitmeyen insanları sindirmek ve yıldırmak için nüfuzlarını kullanarak o insanlara hayatı zindan etmeyi, işlerini bozmayı ve belki de ekmeklerinden etmeyi kendilerine iş edinirler; hatta bunları etraflarına anlatarak bir şeref meselesi gibi de arz ederler. Bu gibi adamlar halihazırda veyahut zamanında işgal ettikleri makamlarının getirisi olan kuvveti, başka insanları sindirmek için bir alet edinmesi onlara göre pek tabii bir şeydir ve hatta bu onlar için vazgeçilmez bir gelenek gibidir. Yaşar Ölmez meslekdaşları arasında da bunlardan bir kesime şahid olmuş, ama o tırnakları ile kazıyarak geldiği mevkiin şan ve şerefine halel getirecek bir hareketin ne başkası, ne de kendisi tarafından yapılmasını zül addederdi. O bir askerdi ve bir asker şerefi için yaşardı. Gerçi meslek hayatı boyunca her türden insanla karşılaşmıştı, fakat herkesin kendisi gibi düşündüğünü pek söyleyemezdi. O yüzden meslek hayatı boyunca askeriyede de mevkidaşları ile hemen hiçbir mevzuda anlaşamazdı. Eğer yaş haddinden emekli edilmemiş olsaydı, hâlâ mesleğini seve seve yapıyor olurdu.
Yaşar Ölmez kendisine mahallesinde (Evet artık burayı mahallesi olarak görüyordu) muteber bir yer edinmişti. Şahsına saygı duyuluyordu, fakat ona duyulan korku bu saygının önündeydi. Etrafında ona kolayca yanaşabilen iki kişi vardı ki biri mahallenin delisiydi. Bayram generale karşı karşılıksız bir muhabbet besliyordu. Etrafındaki herkese karşı nobran olan Bayram sıra generale gelince ona karşı müşfik bir tavır takınıyordu. Zira “deliler” dediği mahalleliyi hizaya getiren bu adam ona göre akıllı bir adamdı. Bayram’ı bütün mahalleli seviyordu. Biraz tantanacıydı, ama zararsızdı. Mahalleliye bazen nutuk çekerdi. Onlara deli demesini de şu şekilde izah ediyordu; “Hepiniz delisiniz, dünya için yaşıyorsunuz, akıllı insan dünya için yaşar mı?” diyordu. Pek yabana atılacak bir söz değildi esasında. Akıllılar da bu “deli” sözlere gülüp geçiyorlardı
Generalin ikinci iyi anlaştığı kişi ise, yanında gerçekten edebli bir tavır takındığı emekli tarih öğretmeni İbrahim Bey’di. Zaman zaman onunla kahvede uzun sohbetler ederler ve daha çok İbrahim Bey konuşurdu. Fakat tuhaf olan, her şeyi bilen ve her şeye bir muhalefet şerhi koyan general ona hiç itiraz etmezdi. Herkesin kalbine kendi suretinden ve sesinden bir korku yerleştirmiş olan generalin emekli öğretmene karşı olan bu hürmetkâr tavrını anlamaya çalışan mahalle sakinleri işin içinden çıkamamışlardı.
Alışıldık yaşayışları generalin mahalleye gelip yerleşmesiyle sekteye uğrayan Düğmeciler Caddesi’nin sakinleri artık tahayyüllerinde generale de bir yer ayırdıktan sonra rutin hayatlarına dönmüşlerdi. Dediğim dedik ve amirane bir edayla mahallelerine gelip yerleşmiş adamın huyu ve suyunu çok çabuk ezberlemişlerdi ve ona göre davranıyorlardı. Çocuklar artık polis veya muhtar amca ile korkutulmuyor, “Seni generale veririm!” diyen annelerin tehditlerine maruz kalıyorlardı. Burada oturanlar arasında en zor durumda olan kahvehanenin ocakçısı Kadri’ydi. Hemen her gün kahvesini içmek ve bayiden aldığı gazetesini okumak üzere kahvesine uğrayan generali her gün çekmek zorundaydı. Kadri mahallenin namlılarındandı ve gençliği bitirimlikle geçmişti. Bir zamanlar onu evde bulamayan mutlaka karakolda bulurdu. Fakat Kadri’nin gözünü hiçbir şey asker yeşili kadar korkutmuyordu. Ömrü boyunca karşılaşmamak için ayrı bir dünyada yaşayabilirdi. Hastalıktan dolayı acemilikten hemen sonra erken terhis almıştı. Şimdi o kadar uzak durduğu haki üniformayı giymemiş olsa da o üniformayı hatırlatan birine titreyen ellerle kahve götürmek zorundaydı.
General henüz son bülbüllerin Eyüb’ü terk etmediği zamanın bir ilkbahar sabahında, sıkıntılı yönetimin rüzgârı insanların üstünde daha hafif eserken harekât bölgesinde, yani mahallesinde her zamanki yürüyüşlerinden birini yapmak üzere dışarı çıkmaya hazırlanıyordu. Hava hâlâ serin sayılırdı, üzerine yeleğini giyerken açık olan pencereden öten bülbülü manolya ağacının dalları arasında görmek için bakınıyordu. Bu nazik assolistin kendini herkese göstermek gibi bir niyeti yoktu anlaşılan. Tam odadan çıkmak üzereydi ki, var gücüyle öten bir horozun sesi onu durdurdu. “Bu da nedir sabah sabah?” dedi kendi kendine.
Hemen arkasından karısının sesi duyuldu, “Horozlar sabahları öter, hayatım.” Karısı kapının önünde durmuş gülümseyerek ona bakıyordu.
“Ama güneş doğalı üç saat oldu?”
“Her canlı tabiatı neyse onu yapar, hayatım. Tam bir senedir, yani buraya taşındığımızdan beri bu hayvanın sesiyle uyanıyorsun.”
Horoz da sanki generale nisbet yaparcasına öttükçe ötüyordu ve az önce enfes bir şarkı söyleyen bülbülün yanında onun ötüşü gerçekten çok çirkindi. Karısının yanında hayvana da terslenmek istemiyordu. Nihayet, “Mahalle ortasında da olmaz ki, ama.” dedi; daha fazla uzatmadı ve hanımını öperek evden çıkmadan evvel ona bir şeye ihtiyaç olup olmadığını sordu.
Horozu düşünmemek için elinden geleni yapıyordu, fakat onu düşünmemeye çalışmak horozun daha beter zihninde dönüp durmasında sebeb oluyordu. Sahibini iyi bir paylamayı düşündü, fakat bereket versin ki, bunu ona unutturacak bir şey oldu. Bahçe kapsından çıkmış ve kaldırıma adımını atmıştı ki, on yedi on sekizlerinde bir delikanlı tam önüne tükürdü. Hiçbir şeye aldırış etmeden yürüyüp giden delikanlı gür bir şekilde “Küçük bey!” diyen sesle durdu. Delikanlı durup generale baktı. General çocuğa dikkatlice baktı, daha önce buralarda görmemişti, demek ki yabancıydı.
“Bir şey düşürmedin mi evladım!”
Çocuk gerçekten bir şey düşürmüş gibi, yanına yöresine bakındı. Etrafta bir şey göremeyince anlamak ister gibi generale baktı. General bir kaşını kaldırdı ve yerde hiç hoş olmayacak bir görüntü sergileyen sıvıya baktı. Çocuk durumu sezdi. Başı omuzlarının arasında kaybolur gibi oldu.
“Evinde alenen yapmayacağın şeyleri sokakta da yapma evladım. İstemeden mi oldu, git bir kıyı da köşede yap, insanları lüzumsuz artıklarınla muhatab etme!” Çocuk karşısındakinin imalarını anlamak için çok çaba sarf etmedi. Sanki iradesi biri tarafından kontrol ediliyormuş gibi, az önce fırlatıp attığı artığını ayağıyla sildi. Küçük bir sırıtış ve hemen oradan uzaklaştı.
General yoluna devam etmek üzereyken hanımı bahçe kapısının arkasından seslendi:
“Hayatım, yüzük!”
General anlamaya çalışarak kaşlarını çattı.
“Sabahtan beri arıyorum Yaşar Bey, yüzük, yüzüğüm yok.”
“Her yere baktın mı, canım?”
Karısı ümidsiz bir şekilde başını salladı.
“Endişelenme hayatım, elbet bir yerden çıkar.”
Oysa general belki karısından daha çok endişelenmişti. Yakuttan yüzüğün kesimi çok güzeldi. Fakat generali endişeye ve üzüntüye sevk eden bu değildi, o yüzük aile yadigârıydı ve üç kuşak boyunca ailenin gelinleri kullanmıştı. Annesi parmağından 42 sene evvel çıkarıp genç Yaşar Ölmez’e yüzüğü verdiğinde dünyalar onun olmuştu, çünkü biricik sevdiği, aileye kabul edilmiş oluyordu. Yüzük… Yol boyu kafasındaki düşünce buydu. Her zaman takmazdı karısı, ama mükemmel bir hafızaya sahib olan kadını kolay kolay da bir şeyi unutmazdı. Yoksa bir hırsız?.. Yok canım eve girse niçin sadece yüzüğü alsın, hem etrafı da titiz bir şekilde düzenli bırakıp gitmiş olamazdı.
General yüzük, yüzük, diyerek yürürken paçalarına sıçrayan sabunlu su ile olduğu yere çakılı kaldı. Başını kaldırdı ve ayaklarına sıçrayan şey kadar nahoş bir manzara ile karşılaştı. Her mahallede mutlaka bulundurulması gereken insanlardan biriydi penceredeki; böyle insanlar olmalıydı ki insanlar ortak öfkelerini tek bir noktaya teksif edebilsinler.
“Sağ olun, Nuray Hanım, ben daha yeni yıkamış, temizlemiştim onları.” diyerek ayakkabılarına baktı.
“Aa, ben yıkanması için dökmedim ki, bulaşık suyunu.”
Böyleydiler; yaptıkları kabahatin bile farkında olamayacak kadar etrafından habersiz, siz kızgınlığınızı onlara yöneltmeye çalışırken sizi dumura uğratacak kadar saf görünmeyi başarabilen hususi türden bir insan örneğiydiler.
Yaşar Ölmez, maneviyatını kaybetmiş ve yıkılmış gibi etrafındaki hiçbir şeye dikkat etmeden kahveye geldi. İçeri girer girmez de sanki o ân hatırlamış gibi, “Kadri!” diye seslendi.
Kadri şimdi ne yapsın, karşısına çıkmamak için bin dereden su getirdiği adamın karşısında el pençe divan durarak dikildi. “Kahvenizi hemen hazırlıyorum efendim, yani generalim.” Dedi.
General sanki onu duymamış gibi, önüne düşmüş bakışlarını kaldırdı ve
“Buralarda hiç hırsızlık olur mu?”
“Hırsızlık mı? Biz buralarda hırsızlık nedir bilmeyiz, generalim, olursa da küçük şeyler olur, hırsız da hemen yakalanır.”
“Ya, demek öyle.”
Kadri biraz da korkarak,
“Bir durum mu var efendim?”
“Yüzük, hanım yüzüğünü kaybetmiş.”
Kahvede zaten onları dinlemekte olan başlar birden onlardan yana döndü. Sanki biri ölmüş de taziyeye gelir gibi, generalin yanına gelerek geçmiş olsun, dediler. İlk defa generali böyle görüyorlardı. Başı önüne düşmüş, sanki biricik çocuğunu kaybetmişti.
“Değerli miydi, Yaşar Bey?”
Generale İbrahim Beyd’en başka kimse adıyla hitab etmezdi. Onun orada olduğunu daha yeni fark ediyordu, dertleşecek birini bulmuş gibi hemen müşfik bir edayla ona doğru döndü,
“Azizim, her şeyi bir yana –maddi değerine de paha biçilemeyeceğini kastediyordu- üç kuşaktır ailemizdeydi, manevi değeri çok büyük.” Hisli bir nefes koyverdi, sanki bu nefes söylediği kelimelerden daha etkili bir tesir bıraktı oradakilerin üzerinde. Kadri bile kahvesine bir daha gelmemesi için defalarca duâ ettiği adama acıdı. Nasıl olur, nasıl bulunur üzerine bir takım konuşmalar geçti oradakiler arasında. General bu konuşmalara katılmıyor, fakat dinliyordu. En ihtiyarları olan Necdet “Bizim hanım da bir şeyleri hep kaybeder sonra bütün ev ahalisini telâşe sevk eder, ayaklandırır, sonra da kaybettiğini kendi bulur. Çıkar bir yerlerden azizim.” dedi. Onun kadim ahbablarından olan herkesin Eyüb amcası “İnşallah bir saksağan falan alıp götürmemiştir. Öyleyse zor bulunur.”
General bu sözlerle dirilir gibi oldu.
“Saksağan mı? Saksağan bizim yüzüğü niçin alsın?”
“Evet, generalim, saksağanlar parlak şeyleri pek severlermiş, gümüş, altın, değerli taşlar parlayan ne varsa alıp götürürlermiş, evvel zamanda bunların yaptıkları hırsızlıklar meşhurmuş.”
General sanki o saksağan karşısındaymış gibi karşı duvarda belirsiz bir noktaya kaşlarını çatarak baktı. Herkes onun öfkelenmeye başladığını derin soluyuşlarından anlamıştı. İbrahim Bey “Ne yaptın Eyüb amca?” der gibi, Eyüb amcaya işmar etti. Bereket versin ki, generalin bu hâli uzun sürmedi. Yine önceki dalgın hâline dönüverdi. Oysa general biraz kendinde olsaydı, şimdi Eyüb amca ile bu fikrinin ne kadar saçma olduğu üzerine tartışıyor olurdu.
O bu meseleyi bu kadar derinden hissediyordu çünkü bir nevi bu yüzüğü ailesinin alâmetifarikası, ailesini temsil eden bir nişan gibi görüyordu. Bir tanecik annesinden ve ailesinden ona kalan çok az şeyden biriydi. Orada bu mevzu üzerine bir takım konuşmalar daha oldu. Sonra general kalktı ve çarşıya gideceğini söyledi. Biraz daha kendine gelmiş gibiydi.
Kahvenin kapısından çıkar çıkmaz tam bir asker selamı ile Bayram karşıladı onu. Sağ eli sağ kaşının üzerinde “Selam size generalim! Nasılsınız?” diye bağırdı. General düşünceli bir şekilde başını salladı. “Sağ ol evladım, sen nasılsın?” General Bayram’ı görmemiş gibiydi.
“Bir şey mi oldu, generalim?” dedi, Bayram. General gerçekten de bu yalanı dolanı olmayan meczubu seviyordu. İnsanların akıllı olduklarını iddia etmelerine rağmen yaptıkları aptallıklar onu bu yüzden kızdırırdı. Kendilerini aklı başında görürler, ama eleştirdikleri her şeyi de yaparlardı. Oysa Bayram’ın böyle bir iddiası yoktu. Her meseleyi herkesle konuşmak âdeti olmadığı hâlde, dalgınlık içinde:
“Yüzük, hanım yüzüğünü kaybetti. Aile yadigârıydı.”
Bayram’ın gözleri parladı. Delilere has o sevimli yüz ifadesiyle:
“Ben bulurum, generalim.” dedi ve yürüyüp gitti. General onu duymadı mı, yoksa aldırış mı etmedi bilinmez, hiçbir tepki vermedi.
Generalin bu üzüntüsü üç gün sürdü. Mahalleli onda ilk defa sevilecek bir taraf bulmuştu. Onun bu düşkünler gibi etrafta dolaşan hâlini daha çok sevmişlerdi. Demek o ceberut, sert adam da insandı, demek o da üzülebiliyordu. Fakat generalin kendisi bu hâlinin çok da farkında değildi ve dışarıya karşı nasıl bir suret verdiğini bilseydi hemen kendini toparlardı. Dahası karısını da üzülmüş görüyor ve onun üzüntüsü ile kendini bu hâle daha da bırakıyordu. Oysa bilmiyordu ki, karısının üzüntüsü onu kederli ve biçare bir hâlde görmektendi.
Üçüncü gün sabahı evden çıkarken karısı sanki yıllar sonra ona gülmüş gibi, “Yaşar Bey gelirken balıkçıya da uğrar mısınız? Her hafta pazarları taze balık geliyor.”
General karısını neşeli görünce günler sonra ilk defa gözleri ışıldadı, “Hah, unutmadan yüzüğü buldum.” dedi, parmağındaki yüzüğü genç nişanlıların yeni aldıkları yüzüklerini beğeni için etrafa göstermeleri gibi, generale uzatarak gösterdi. Generalin içi bir hoş oldu. Karısına genç bir âşık gibi baktı ve hiçbir şey düşünmeden ve balıkları çoktan unutmuş olarak gazetesini almak için bayiye oradan da kahveye gitti. Kahvenin kapısında Bayram bir emir eri gibi bekliyor, hazır kıta generali karşılıyordu. General gözlerinden neşe akarak:
“Gel, Bayram sana kahve ısmarlayayım.” Bayram tumturaklı bir eda ile:
“Nasıl, ama generalim, ben yüzüğü bulurum demedim mi? Ha? Bayram bulur!”
General Bayram’ın dediklerini hiç ciddiye almadan elini onun omzuna attı. Beraber içeri girdiler, general Kadri’ye seslenip herkese kahve yapmasını istedi.
“Gel, otur şöyle, anlat bakalım, nasıl buldun benim yüzüğü?” general bunları söylerken hâlâ işin şakasındaydı. Bir yandan da gözüyle İbrahim Bey’e işmar ediyordu.
Bayram edebli bir çocuk gibi ellerini dizlerinin üstüne koydu. Başını kendine has şekilde aşağı yukarı sallıyordu.
“Generalim, sen bana geçen dedin ya yüzük kayboldu, hemen efendimin mezarına gittim, ama öyle edebsizce değil tabii, tabii ya Bayram abdestsiz gitmez efendisinin yanına, gittim duâ ettim. O gece göremedim, ama dün gece rüyamda gördüm yüzüğün yerini, hemen gittim pek kıymetli hanımefendiye söyledim.”
“Evladım, hiç mezarlardan bir şey istenir mi, dua edilirse Allah’a edilir. Öyle değil mi, azizim İbrahim Bey?”
Fakat İbrahim Bey sessiz kaldı bu soruya. General ölülerden bir şey istenmeyeceğine dair uzun bir nutuk irad etti. Bayram bu konuşma esnasında dili döndüğünce duâ zaten Allah’adır, demeye çalıştı, ama beceremedi. General de zaten pek ciddiye almadığı bu zararsız adama zaten hayal görmüş muamelesi yapıyordu. Defalarca senin efendin kim, dediyse de Bayram’ın ağzından laf alamadı. Öğrenseydi herhalde onu da alaya alacaktı.
General eve gittiğinde karısına yüzüğü nerede bulduğunu sordu. Yüzük vazonun içine düşmüştü. Bunun üzerine general bu basit vaka karşısında:
“Bayram da kahvede yüzüğü nasıl bulduğunu bana anlatıyor, garibim, ne hayal kurduysa.”
“Aa, Bayram’dı değil mi ismi, sabah bir aralık çıkıp geldi, pek terbiyeli bir eda ile “Yüzük vazonun içinde efendi yengehanım,” diyerek gitti. Şaşırdım, birdenbire bu da nereden çıktı, diye. Ama merakımı da alamadım. Gidip bakınca gerçekten de yüzüğü orada buldum. Çiçeklerin suyunu değiştirirken düşürmüş olacağım, demek ki.” dediğinde generalin yüzündeki ifade dondu.
General Bayram’ın anlattıklarını tekrar başından düşündü. Sanki acele bir işi varmış gibi dışarı çıktı. İbrahim Bey’i tam kahveden çıkarken buldu. Hemen koluna girerek,
“Bu Bayram kimin nesi İbrahim Bey? Aynen kahvede anlattığı gibi, hanım vazonun içinde bulmuş yüzüğü.” Bu sözler üzerine İbrahim Bey güldü:
“Vardır bizim Bayram’ın böyle huyları, o da her deli gibi, biraz meçhul.”
“Onun milletin evine girmek gibi huyları da var mı?”
İbrahim Bey ne demek istediğini anlamak için onun yüzüne baktı, durumu kavrayınca:
“Yok, Yaşar Bey Bayram öyle şeyler yapmaz.”
“O hâlde kimdir bunun efendisi, nerededir bu mezar? Yoksa Eyüb Sultan’dan mı bahsediyor?”
İbrahim Bey bunu hiç merak etmiyormuş gibi omuzlarını kaldırdı,
“Kimse bilmiyor, kimseye de söylemez, ben birkaç defa başka sahabe kabirlerinden çıkarken gördüm, ama hangisi bilmem. Bu da onun sırrı.”
Yine de generalin inancı sağlamdı. Ölülerden bir şey istenmezdi. Fakat sanki koordinatları belirlenmiş bir hedefi vuran topçu subayının hüneri gibi, tamı tamına yüzüğün yerini söyleyen Bayram’ın işini de aklı almıyordu. Ona bu konuşmadan kalan “Her deli kadar biraz meçhul” sözleri oldu. Bayram’a farklı bir gözle bakmaya başladı.
Yaşar Ölmez, aklı başına ereli beri, tam bir asker gibi yaşamıştı. Tam bir dakiklik, titizlik ve disiplin aşığıydı. İnandığı hemen hiçbir şeyden feragat etmeyeceği gibi bu üçünden asla feragat etmezdi. Onun için hayat bunlardan ibaretti. Onda sevgi bile ayarındaydı, bu gibi şeyler, bir şeye tutulmak insanı hayattan koparan şeylerdi ona göre. Bugüne kadar böyle inanmıştı ve bir Allah’ın kulu aksini iddia edemezdi. Fakat hayatta en sert iradeli insanı bile yıkacak şeyler vardır ve bunlar çoğu zaman yakınlarından gelir. General de işte böyle bir yıkımı, darbeyi en yakınından hem de karısından gördü. Asla, ihanet gibi bir şey Nesligül Hanım’dan beklenemezdi. Fakat bu güzel İstanbul hanımefendisi, mis gibi bir bahar sabahı, Karyağdı Tepesi’ne karşı pencere önünde hayallere dalmışken uyudu, fakat uyandığında kendinde değildi. Havanın tatlı dokunuşları o uyurken kuvvetli bir cereyana dönmüştü ve hastalandı. Ateşler içinde geçirilen bir gece ve ne yapılsa fayda etmeyen soğuk terlemelerden sonra zaten aklı başından gitmiş olan general nihayet, ertesi sabah gelen temizlikçinin Nesligül Hanım’ı görünce attığı çığlıkla düşünebildi. Hastaneye götürdüğü karısına zatürre teşhisi kondu.
General üzülmesinler diye çocuklarına haber vermedi. Torun torba hastaneye doluşacaklar ve etraf bir matem havasına bürünecekti. General bundan hiç hazzetmezdi. Fakat evet, general üçüncü gün bütün gücünü tüketmiş ve artık daha fazlasına tâkat getiremeyeceğini anlayınca her şeyi ortaya dökmek zorunda kaldı. Büyük oğlunun kendisine niçin erkenden haber vermediği için serzenişlerde bulunurken “Ya, annem ölseydi, bize cenaze kalkarken mi haber verecektin?” sözleriyle beyninden vurulmuş gibi oldu. Oğluna çevirdiği sert bakışlarını bir süre sonra devirmek zorunda kaldı. General kendisini bir çocuk gibi eve gönderen evlatlarına karşı koyamadı, zira gerçekten de gücü tükenmişti. Üç gün, bu kadar mı, dedi kendi kendine, büyük harekât ve manevralar olduğu zaman bir hafta uyumadan kaldığı zamanlar ne çabuk geçmişti. General o vakit anladı ki, gerçek mânâda emekli olmuştu. Bedenen emekli olduğunu kabul edebilirdi, ama ruhen, işte buna razı olamazdı. Fakat kabul etmeyecekti de ne olacaktı, kaderinin sahibi sanırdı kendisini, ama ona karşı koyamıyordu işte.
O gün ve sonraki günlerde komşuları onu Düğmeciler’in taşlı yollarından geçip giderken görünce kendilerine şu son bir yılda kök söktürmüş olan adama baktıklarında ona o hâli yakıştıramadılar. General birkaç günlük sakalıyla, pejmürde denebilecek bir kıyafetle yorgun argın oradan geçip giderken sanki o eski heybeti kendilerini durduruyor ve ona söyleyecekleri sözlerin yetersiz kalacağını bildikleri için ona teskin edici birkaç söz söylemekten imtina ediyorlardı. İbrahim Bey onu yol başında tutup bir şeyler söylemişti, fakat söylediklerini hiçbiri duymadığı gibi, generalin hiçbir karşılık vermediğine de şahidlik etmişlerdi. Ancak insanlardaki tutukluğu kıran hiç beklemedikleri biri oldu. Kara Tahir, rakibi Kadri’nin kahvesinin tam önünde generalin karşısında dimdik durdu ve “Generalim”, dedikten sonra bir mühlet bekledi, general sanki kendisine vurulacak ve bundan râzı imiş gibi Kara Tahir’e baktı, “Allah şifa versin.” General verilen armağanı büyük bir tevazu ile kabul ediyormuş gibi başını salladı.
Bütün bu hastane süreci iki hafta kadar sürmüştü. Bu zaman zarfında mahalledekiler generali çok az görüyorlardı. Fakat birçokları o sabah onu orada gördüler; âdetleri üzere Cuma sabahları, mahalle camiine değil, Eyüb Sultan’a giderler, namazın ardından Mihmandarların Efendisi’ne duâ ederler, sonra da hep beraber çorba içmeye giderlerdi.
Saflar camiinin dışına taşmaya başlamış kendilerine dış avluda yer ararlarken generali orada, Eyüb Sultan Hazretleri’nin kabri karşısında bir çaresizlik abidesinin vücuda gelmiş hâli gibi, ellerini açmış, türbenin mermer taşlarına başını yaslamış ve dudakları durmaksızın kıpırdarken titrediğini gördüler. Fakat bu aralarındaki bir sırmış gibi, ne o sabah ne de daha sonra birbirlerine bu mevzudan hiç bahsetmediler.
17.01.2020
Aylık Dergisi 185. Sayı, Şubat 2020