Kapı açıldı. İş tulumu ve alet çantasıyla kapının önünde duran otuz beş yaşlarındaki genç adam, “Hastamız nerede, bakalım?” dedi. Kapıyı açan yaşı ileri olduğu belli, şakaklarındaki saçları daha çok beyazlamış olan; fakat son derece dinç ve film jönlerine benzeyen adam bu espriye gülmedi. Adamın üzerinde sıkı bir gövdeyi saran mavi bir gömlek vardı. Giydiği lacivert, şık pantolonu daha az önce giyilmiş gibi hiç kırışıksız bir şekilde üzerinde duruyordu. Genç adam bunlara dikkat etmedi elbette. O ciddi suratı ile gelen tamirciyi içeri buyur etti. Genç adamın hemen arkasından kapıyı kapattıktan sonra gözleri ile ayaklarını işaret etti. Tamirci, terlik giymesi gerektiğini o ân anladı. Terlikleri giyen tamirci ciddiyetini hiç bozmayan yaşlı adamı takib ederek holün solundaki kapıdan içeri girdi. Banyo çok temiz, gayet muntazam bir hâldeydi.
İşte o zaman yaşlı adam aynı ciddiyeti ile bir suçluyu işaret eder gibi şahadet parmağını zavallı çamaşır makinesinin üzerine dikerek, “Bu makinenin evime girişi henüz bir ayını doldurmadı. Buraya taşınalı iki hafta oldu ve daha geçen gün sapasağlam çalışıyordu; ama gel gör ki şimdi çalışmıyor.” dedi.
Genç adam bu basit açıklamayı bile buyurgan bir edâ ile söyleyen adamın ciddiyetine mânâ veremiyordu. Eğildi, makineye yakından baktı ve “Çalışırken hiçbir problem çıkarmış mıydı veya bir tuhaflık sezmiş miydiniz?” diye sordu.
“Bu sabaha kadar hiçbir problem yoktu. Temizlikçi kadın gittikten sonra hanım makineyi çalıştırmak istedi; ama olmadı. Ben de kontrol ettim, biraz anlarım bu işlerden.” diye cevap verdi. Adam gerçekten de bu işlerden anlıyordu; ama şu yeni teknolojik makinelerin lüzumundan fazla yenilikleri olduğunu düşünüyordu.
Tamirci bir mütehassıs gibi makinenin düğmelerine dokundu, ana düğmeyi çevirdi. Hiçbir hayat emaresi yoktu. Bağlantılarına bakmak için makineyi kavrayarak yerinden oynattı.
“Hımm!” dedi elinde makinenin elektrik kablosu ile doğrularak ve devam etti, “Beyefendi, elektrikli aletlerin çalışabilmesi için makinelerin fişleri prize takılı olmalıdır!”, tamirci bunu söylerken kablosundan tuttuğu fişi adamın yüzüne doğru sallıyordu.
“Heyt!” dedi ihtiyar, kendisinden beklenmeyecek diri bir ses tonuyla, “Emekli generalim ben!”
Tamirci bu söz karşısında ne diyeceğini bilemedi. Kendi söylediği ile adamın verdiği karşılık arasında açık bir tutarsızlık vardı. Emekli general biraz daha dik dik tamirciye baksaydı, tamirci esas duruşa geçip selâm verecekti. Aslında adam, “Emekli generalim!” dediğinde aklından bu da geçmemiş değildi. Zavallı tamirci kuru kuru yutkundu.
“Efendim ama fiş…” dedi yine kabloyu yine aynı şekilde sallayarak; fakat az önceki rahatlığı yoktu.
General sert bir ses tonuyla, “O kadarını ben de biliyorum be adam!” dedi; ama hemen ardından sesini biraz daha yumuşattı ve suç üstünde yakalanan bir çocuk gibi “Hizmetçi kadın temizlik yaparken kabloyu yerinden oynatmış olacak.”
“Muhakkak öyledir, efendim.”, dedi tamirci. Bir ân evvel evden dışarı çıkmak istiyordu. Hemen fişi yerine taktı, düğmelerden birkaç kontrol yaptı. Çalıştığını gösterir gibi emekli generale “Görüyorsunuz ya!” mânâsında işaret etti. Alelacele çantasını aldı ve kapıya doğru yöneldi. Ayakkabılarını giydiğinde başı ve vücudu ile generale temennalar getiriyordu. Tam arkasını dönmüştü ki, generalin o tok ve gür sesi duyuldu:
“Nereye gidiyorsun?”
Tamirci geri dönüp generale baktığında yüzünde açıkça korku ifadesi okunabiliyordu. General elinde tuttuğu bankanın tozu üstünde gıcır banknotu tamirciye uzatırken, “Buraya kadar zahmet ettin, herkes emeğinin karşılığını almalı.” dedi.
Bu kadar insanî bir tavır beklemeyen tamirci, “Tabiî, efendim.” zihninden aynen bu kelimeler geçmesine rağmen şöyle dedi: “Emredersiniz komutanım!”
General ilk defa gülümsedi. Küçük bir gülümsemeydi bu, çok küçük. Kapıyı kapattığında, “Ne oldu hayatım, tamirci meseleyi çözebildi mi?” diyen bir kadın sesi duyuldu. General, “Halletti tabiî ki, gözümün nuru.” dedi. İşte askerlik otoritesi ve buyruğunun geçmediği bir saha; bu kapıdan içeri bir tek bu üniforma giremiyordu. Üniforma ve otoritesi ile girmeye çalışanlar da büyük ihtimalle duvara tosluyorlardı. Salona giren generalin karşısına aniden tatlı, güzel ve hanım hanımcık karısı çıktı, bir gözünü kısarak, “Sen az önce tamirciyi mi azarladın?” dedi.
General bu da nereden çıktı der gibi, kaşlarını çattı ve dudaklarını büzdü çocuklar gibi.
“Ha, sesim yüksek çıktı diye mi sordun, olur mu canımın içi hiç öyle şey, sadece bir noktayı açıklığa kavuşturmam gerekti.” dedi. General yalandan hiç hoşlanmazdı; ama bu izahı ile pek de yalan söylediği iddia edilemezdi.
Bu hadise 1980’li yılların sonuna doğru İstanbul’un en eski, güzel ve mutena semtlerinden biri olan Eyüp’te; eski, güzel ve bahçeli bir evde yaşandı. Emekli General Yaşar Ölmez, emekli olduktan hemen sonra buraya taşınmıştı. Burayı ve insanlarını kendisi için yaşanabilir bir çevre olarak kabul etmişti. Eyüplüler de… Evet onlar da onu kabul etmişti, demek isterdik; fakat onlar aynen şöyle düşünüyordu: Biz bunu hak edecek ne yaptık? Onun hemen hemen bütün asker emeklileri gibi Kadıköy, Fener, Moda veya Beşiktaş’ın semtlerinde niçin oturmadığını merak ediyorlardı.
Yaşar Ölmez askerlik hayatında nasıldı bilinmez; ama sivil hayatında tam bir askerdi. General üniformasını çıkarmış, emekli general üniformasını giymiş gibiydi; askerlik mesleği onun için ömür boyu sürecek tam mesaili bir işti sanki. General askerliği sadece bir hayat şekli olarak görmüyordu, onun bir iddiası vardı; hayatı yalnızca gerçekten asker gibi yaşayanlar biliyor ve hissediyorlar; yani yaşıyorlardı.
Yaşar Ölmez her şeyin bir bileniydi; anlamadığı, bilmediği hiçbir şey yok denebilirdi. Her şeye bir sözü vardı. Gerçekten de kültür membaı olan bu adam, bir şey hakkında az bir bilgisi olsa da, mevzuu o kadar güzel, iştahlı arz ederdi ki, o meselenin uzmanı dahi o kadar iyi anlatamazdı. Bunların daha kötülerine, mahallede herhangi bir işle iştigal edip her şey hakkında iddialı konuşanlara ne dendiğini bilirsiniz; palavracı. Ama kimse bunu Yaşar Ölmez hakkında söyleyemezdi, sadece korktuklarından değil, onun söylediklerini yalanlayabilecek bugüne kadar bir kişi dahi çıkmamıştı.
Yaşar Ölmez’in tuhaf bir mizacı vardı. Nasıl buyurgan bir adamsa, nasıl her şey hakkında bir söz söyleme ihtiyacı duyuyorsa mutlaka doğru söylemek iddiasındaydı; fakat söylediklerinin doğruluğundan ziyade kendi söylediklerini mutlaka doğru olduğunu iddia ederdi. Birisiyle milliyetçilik mi konuşuyordu, sırf onun söylediğini söylememek için milliyetçiliği yeniden izah ederdi. Birisi bir lokantada şimdiye kadarki en iyi kuru fasulyeyi yediğini söylediğinde o, “bilmem kim usta”nın kuru fasulyesinin tadına bakmadığını söylerdi; birisi belediyenin çok kötü çalıştığından, hiçbir şey yapmadığından, yolları tamir etmediğinden bahsetse belediyenin bütçesinden girip başka hizmetlerini övmekten çıkardı ve nihayetinde muhatabı belediyeyi İstanbul’un en iyi çalışan belediyesi ilan ederdi. Fakat aynı kişi ona meseleyi belediye insanları mağdur ediyor, hizmet taleplerimize bakmıyor bile, kaç defa yollardaki çukurların kapatılmasını istedik, daha dün ben bu çukurlardan birine düştüm şeklinde anlatsaydı, General hemen ayağa kalkar ve “Böyle bir şey düşünülemez, belediyenin vazifesi insanlara hizmet etmek, daha fazla hizmet etmek.” demesi büyük bir ihtimaldi. Hatta bu işi üzerine alır ve bizzat belediyeye giderek başkanla görüşürdü. Aslında Yaşar Ölmez insanlardaki ifrat ve tefriti dengeleyen bir huya sahipti. Onlar ne iddia ediyorsa hemen tam zıddından bir eksikliğe parmak basarak arada denge kurardı.
Bütün mahalleli onun bu huyunu bir şekilde tatma şerefine ermişti. Daha mahalleye taşındığı ilk günden itibaren kendisini kabul ettirmeyi bilmişti. Henüz yeni emekli olmuş bir generalin, binlerce insana hükmetmiş bir insanın bu türden bir alışkanlığı hemen bırakması beklenemezdi. Aslında mahalleli her ne kadar bir asker emeklisine hürmette kusur etmeyecek olsalar da, bu dediğim dedik adama karşı, çivi çiviyi söker hesabı yüz vermemek ve onu yıldırmak için karşılık vermeye de çalışmışlardı. Fakat bu çok acıklı bir savaştı, zira tam teçhizatlı bir ordu ile tamamen iptidaî ve neredeyse çıplak ellerle savaşmaya çalışan iki taraf arasındaki manzara gibiydi. Pek tabiî olarak savaşı general kazanmıştı. Bu o kadar ezici bir galibiyetti ki, artık mahalleli esnaf general kapılarının önünden geçerken neredeyse esas duruşa geçeceklerdi. Yaşar Ölmez sadece yürürken değil, ayakta öylece dikilirken, konuşurken hatta gülerken bile muzaffer bir komutan edasıyla davranırdı.
Her mahallenin olduğu gibi elbette bu mahallenin de delisi, kamberi, bıçkını, akıllısı ve efendisi vardı. Hepsini belki tek tek anlatamayız; ama kayda değer olanlarından bahsetmeden geçmek olmaz. Bir zaman nasıl camiler toplumun hayatının merkezinde yer alıyorsa, şimdi onunla aynı hatta daha önde olan bir mekân daha vardı; kahvehaneler. Bir kahvehanede oyun olmadan olmazdı; ama Düğmeciler Caddesi’nde, Hakkı’nın yerinde oyundan çok sohbet vardı. Kahve erbabı hemen hemen hepsinin birbirine hatırı geçen, hepsi kırk yıllık tanış olan, güngörmüş, güzel görmüş, gönlü geniş insanlardı. Hepsinin Peygamber Mihmandarı’na büyük hürmeti vardı. Hayatlarındaki bütün güzelliklerin onun komşusu olmaktan ileri geldiğine kalben inanırlardı. Onun için dostça oynanan tavla cinsinden oyunlardan başka boş söz ve lakırdıya kulak asmazlardı. Bu ihtiyar tayfanın yanında kendilerini rahat hissetmeyen daha genç olanlar, bir nevi mahallenin çıbanı Kara Tahir’in yeni açtığı, caddenin daha aşağısındaki mekâna takılırlardı. Ona isminin mânâsını yakıştıramayan bu eski topraklar ona bu lakabı takmışlardı. Yoksa kendisi esmer olmak bir yana, güneş görmemiş tipsiz bir İngiliz kadar beyazdı.
Herkesin herkesle bir tanışma hikâyesi vardır. Bizim Kara Tahir’in General ile tanışması evlere şenlik olmuştu. Kara Tahir ağzından sigarayı düşürmeyen, ciğerinden sigara kokusundan başka bir koku ve nefes gelmeyen, cılız yapısına rağmen külhanbeyi tavırlı, ağzı bozuk, dümeni kırık biriydi. Yolda mahsus mu, hakikaten mi öyle yürüdüğü belli olmayan yampiri bir yürüyüşü vardı. Pejmürde ve kırışıklar içindeki ceketi yaz kış omuzlarında dururdu. Sanki cekete takılmış o iki kol fazlalıktı. General mahalledeki ilk günlerinden birinde kapısından içeri bile girmediği kahvehanenin önünde oturmuş kahve içiyor, oradaki hiç kimseyle bir alâkasının olamayacağını belli eden bir tavırla kurum kurum kurumlanıyordu. Onun oradaki oturuşunu kahvehanenin içinden seyreden ihtiyarlar fincanı, nezaketi bile kıskandıracak bir edâyla tutan bu adamın baştan ayağa her şeyini ve her hareketini takib ediyorlardı. Fakat daha önce hiç böyle bir “şey” gördüklerini hatırlamıyorlardı. General orayı her mahallede gördüğü kahvehanelerden biri zannetmişti ve asıl maksadı mahalleliden birkaç kişi sigaya çekerek kendini göstermekti. Kendisi ile birdenbire ve hadsiz bir şekilde muhatab olunmasından hiç hoşlanmazdı ve bunu tanıştığı kişilere ilk anda sezdirmeyi kendine vazife bilirdi.
Kara Tahir işte o zaman ortaya çıkmıştı. Ara sıra buraya gelerek buranın ihtiyarlarına ağzı yayık bir şekilde birkaç laf ederek sataşırdı. Kara Tahir ağzında sigarası ile ayağını kaldırıma koydu, sağ dirseğini dizine yasladı ve General’e doğru eğildi. Eğer General hâlâ görevde olsaydı, şahidler muhtemelen bu hareket için “tarihî hata” derlerdi. Aslında tam da öyleydi. Kara Tahir General’e “Babalık burada içtiğin kahveden daha iyisini bizim fakirhane de içebilirsin.” dedi.
Askerce bir kükreme duyuldu. Öyle bir kükremeydi ki; caddede ki esnaf, dükkânlarından dışarı fırladı. Kasap’ın elinde satır vardı. Mahalleliden birine sataşılırsa karakolluk olmadan burada hâlledilirdi. Fakat kasap taraflardan birinin yabancı, diğerinin Kara Tahir olduğunu görünce boş olan elini beline atarak bekledi. Hikâyenin sonunu görmek ve illa Kara Tahir’in aleyhinde bir sonla biten sahne izlemek istiyordu. Kara Tahir’in dudaklarındaki sigaranın önce külü, sonra sigaranın kendisi yere düştü. General Yaşar Ölmez, elindeki kahve fincanını sakince hemen yanı başındaki sehpaya bıraktı ve ayağa kalktı. Binlerce askere emir veriyormuş gibi, “Ben emekli General Yaşar Ölmez, haddini bil bastı bacak!”
Kara Tahir elini havaya kalkmış selâm vermek üzereydi ki, artık asker olmadığını hatırladı. Zoraki gülümseyerek başıyla Generale selâm verdi ve havadaki eliyle saçını tarar gibi yaptı. Neredeyse tekmil vermek üzereydi ve on yıl geçmiş olmasına rağmen bir nefeste hiç şaşırmadan aynı tekmili verebilirdi.
“Af edersin babalı… Yani generalim. Biz bazen buralarda birbirimize takılırız.”
General ona hiçbir şey söylemeden sadece öylece baktı. Bir heykel gibi duruyor ve bakışlarıyla muhatabını eziyordu. Nihayet Kara Tahir kırıla döküle huzurdan çekilirken general hâlâ istifini bozmadan ona bakıyordu. Nihayet Kara Tahir yolun aşağısında kaybolunca General sanki hiçbir şey olmamış gibi elini cebine attı. Kara Tahir gibi bulaşık birini muma döndüren ve artık onun kimliğini öğrenen insanların ona bakışı artık daha farklıydı. Hakkı hemen dışarı koştu ve cebinden para çıkaran Generale “İkramımız olsun, hoş geldiniz kahvesi…” dedi bir çırpıda, yüzünde her zaman görülmeyen kocaman bir gülümseme vardı.
General karşısındaki adamın samimiyetini ölçmek için onu süzdü ve gayet buyurgan bir edâ ile parayı uzattı. Üstünü bile almadan döndü ve o anda kahvenin kapısından içeride kendisine doğru bakan başların üzerinde duvara asılmış zamanın Cumhurreisi’nin ve bir zaman kendisinin de komutanı olan kişinin fotoğrafını görünce bir an durakladı. Kendisi ve onun arasında özel bir anlaşma varmış gibi başını hafif eğerek ona işmar etti ve arkasına bile bakmadan yürüyüp gitti.
17 Aralık 2019-Salı
Aylık Dergisi 184. Sayı, Ocak 2020