İbrahim Ethem Arslan kimdir?
Yozgat/Yerköylüyüm. Babam öğretmen, annem ev hanımı, ikisi de aynı zamanda çiftçilik yapıyorlar. Lise son sınıfa kadar Yozgat’ta okudum, üniversitede Ankara’ya geçtim. ODTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği ve sonra Ankara Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi’nde okudum; bitiremedim. Tiyatroya merak saldıktan sonra da bu alanda devam ettim. Oyunculuk ve senaryo eğitimi aldım vesaire… Özetle Türk oğlu Türk bir Anadolu çocuğuyum.
Sizi bu eğitimleri almaya ve bu sektöre girmeye yönlendiren biri oldu mu?
ODTÜ’de iken okul dışı ne varsa yapıyordum. Çokça futbol oynuyordum, arkadaşlarımla gezip, sohbet ediyordum. Vaktimin tamamına yakınını bu şekilde geçiriyordum, okula gitmeyi sevmediğim için. Tiyatroya da yine okula gitmemek için uğraş ararken başladım diyebiliriz. Ahmet Yenilmez Ankara’ya bir sanat merkezi açtı, “Yenilmez Sanat Merkezi” … Oraya gittim, eğitimlere başladım. Rahmetli Hilali Hasanov’dan tiyatro eğitimi aldım. Geçen hafta vefat etti kendisi… Hasılı tiyatro eğitimi aldım, Ahmet Yenilmez ile birkaç sahneye çıktım falan derken bu işi yapabileceğime inandım, işi sevdim de… Sonra ODTÜ’yü bıraktım ve yeniden sınava girerek Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geçtim. Hukuk fakültesindeyken burslarım kesildi. Burslarım kesildiği için KPSS’ye girdim, memur oldum ve Kültür Bakanlığı’nda şoför olarak işe başladım. Buradan aldığım maaşla bir tiyatro ekibi kurdum, Halil Kaplan ile. Halil, Hoca Ahmet Yesevî ile alâkalı bir oyun yazmıştı. Oyun devletten teşvik aldı ve Türkiye’nin birçok yerinde oynandı; 2013 ve 2014’te. Sonrasında kovalarken, koştururken “Kafes” isminde bir filmde birkaç sahne de olsa oynama fırsatım oldu. Ardından “Sevda Kuşun Kanadında” dizisine geçtim. Orada karakteri tutturdum, devam ettim ve yirmi üç bölüm oynadım. Ondan sonra da Allah izin verdi, önümüz açıldı.
Peki senaryo yazmaya nasıl başladınız?
Senaryo yazımına girişim Mustafa Burak Doğu ile oldu. Aslında bir senaryo eğitimi almıştım Sinematek derneğinde Tanıl Arayancan hocamdan ama sektöre uzak olduğum için kendimi çok geliştiremedim. Mustafa Burak Doğu, o zamanlar “Sevda Kuşun Kanadında”yı yazıyordu. Sonra “İsimsizler”i yazdı. Ben de onun ekibine ufaktan girmiştim. İşin teorik eğitiminin hiçbir işe yaramadığını da ekibe girince öğrendim. Birlikte “Kanije” isimli bir senaryo yazdık sonra, devletten teşvik çıktı ona. Sonra geçtiğimiz yıl çekilen “Deliler” filmini yazdık. “Hadis Filmleri” isminde bir senaryo yazdık, ilerleyen zamanlarda TRT’de yayına girecek inşallah.
“Kanije” yayınlandı mı? Mehmet Niyazi’nin o isimde bir eseri vardı.
Hayır yayınlanmadı, sanırım finansı sağlanamadı filmin çünkü bütçesi yüksek bir işti. Mehmet Niyazi’nin de bu isimde bir eseri var evet. Söylediğimiz zaman o kitabın uyarlamasıymış gibi düşünülüyor. Kitabı tabiî ki okuduk; fakat uyarlama yaptık diyemeyiz.
Batı’da meşhur; hatta yeraltında kalmış romanları senaryoya uyarlayarak filmini çekiyorlar. Buna örnek olarak “Fight Club” (Dövüş Kulübü) var mesela, “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi” var, “Harry Potter” var, keza “Yüzüklerin Efendisi” de kitap uyarlaması. Bizde bu niçin yapılmıyor?
Örnek verelim; Harry Potter bir çocuk kitabı ve yazarı bu kitabı bir senaryo hikayesi olabilecek şekilde yazmış. Ayrıca Game of Thrones’in yazarı da eski bir senarist zaten. Kitabın senaryoya uyarlanması zor bir iş ve doğrudan uyarlayamazsınız. Bizde sinema Hollywood kadar gelişmediği ve yazarlar da kitaplarını ve fikirlerini aşırı derecede önemsediği için dokunma imkânı vermiyor sana. Uyarlama, kitabın birebir çevirisi ve senaryoya aktarımı değildir. Kitaptan alabileceğiniz kısımları alır, geriye kalanını da kurgularsınız; fakat yazarlar kurguya izin vermiyorlar ve bir de telif problemi var. Mesela bir yazarın bir eserinin filmi çekilecek, kitabın senaryoya uyarlanması için 300 bin lira teklif etmişler, kabul etmemiş. 300 bin lira dediğin para, bugün bir telif için çok yüksek bir meblağ. O kitap yazıldığı tarihten bugüne kadar 300 bin liralık satış yapmamıştır. Böyle bir durum var ve bunun da kitapların senaryoya uyarlanamaması ve filmlerinin çekilememesi hususunda büyük etkisi var.
Peki telif hususunun dışında, bizim hikayelerimiz mi senaryoya çevrilmeye elverişli değil, yoksa bu işi yapacak olan adam mı yok?
Bizim romanlarımızın mistik tarafının senaryoya ve beyaz perdeye yansıtılması hayli zor. İlgili kişiler bu hususta büyük zorluk çekiyorlar. Romanlarımız daha edebî dillerle yazıldığı için uyarlaması da Batı’dakilere göre daha zor oluyor. Bir de bizde bu işe daha çok “Seyirci ne isterse onu verelim.” kabilinden ticarî olarak bakılıyor. Talep oluşturmaya yönelik değil, talebi karşılamaya yönelik hareket ediliyor. Mesela bugünün trendi biyografi. Geçtiğimiz yıl “Müslüm”ü yaptılar. Önümüzdeki günlerde “Naim” vizyona girecek. Birisi “Ahmet Kaya”nın filmini çekiyor. Şu, bu vesaire. Sektör şu an biyografi üzerinden dönüyor yani. Yarın trend değişir, sektör de o trende göre hareket eder. Belki ilerde kitap uyarlamaları trend olur, kitap uyarlamaları çekilir; fakat dediğim gibi bizde kitaplar senaryoya iyi aktarılamıyor. O kültür henüz bizde gelişmiş değil.
Üstad Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli piyesi 1977 yılında Yücel Çakmaklı tarafından sinemaya uyarlanmış ve gayet başarılı olmuştu. Böyle bir çalışma yapılamaz mı? Veya bu film, haberdar olmayanlar için üzerinde bir temizleme çalışması yapılarak alâkalılarına sunulamaz mı?
Tiyatro metinlerinin sinemaya uyarlanması eğer hikâyesi uygunsa romana göre daha kolay oluyor. Bugün ihtiyaç var mı; ona bakmak lazım. İhtiyaç varsa yeniden uyarlanıp çekilebilir. Bu, seyirciye ve yapımcıya bağlı. Ya ticarî bir iş olduğu düşüncesiyle çekecek yahut da böyle bir ideali olacak ve öyle çekecek. Şimdi eski filmlerin üzerinde renklendirme çalışmaları yapılabiliyor, birtakım tekniklerle bazı oynamalar yapılabiliyor. Bu da yapılabilir ve eski filmlerin yenilenmiş hâlleri bence başarılı da filmler günümüzde çekilmiş gibi oluyor.
Türkiye’de dizi süreleri çok uzun, iki buçuk saatten fazla süren diziler oluyor ve bunların çekimi günler sürüyor. Aslında bir dizi vermek istediği mesajı kırk dakika ilâ bir saat gibi bir sürede verebilir. Siz Türkiye’deki dizi sektörü hakkında neler söylemek istersiniz?
Aslına bakıldığında zaten iki saat süren bir dizide kırk dakikalık bir anlatım söz konusu. Geriye kalan sahneler boş sahneler, boş bakışmalar, müzik altı sahneler… Uzattıkça uzatıyoruz. Sebebi de yayın politikası. Bundan on beş sene önce diziler bir saatti. Şimdi iki saat ve üç saate doğru da gidiyor. İnsanlar da seyrediyor. Teyzelerimiz fasulye kırarken televizyon seyrediyor haliyle rahat takip edilebilir olmasını bekliyorlar. Biz senaristler olarak rahat takip edilebilir olması için kırk dakikalık mevzuyu üç saatte anlatıyoruz yani. Seyirci beş bölüm ara verse de yeniden takip edebiliyor.
Yayın politikası hususunu açabilir misiniz?
Bir dizi esnasında dört-beş kuşak reklam arası veriyor kanallar ve reklam veren firmalardan para kazanıyorlar. Yapımcıların ve çalışanların kazandıkları para da reklamlardan ve kanalın bütçesinden geliyor. Kanallar bir saatlik dizi istemiyor reklam mevzusundan ötürü. Bu işler bütçe ile ilgili.
Bunun tek başına değişmesi çok mümkün değil o hâlde. Her şeyin kökten değiştirilmesi gerekiyor öyle mi?
Evet, devlet eliyle yapılabilir bu; fakat böyle bir değişim olabileceğini düşünmüyorum ben. Kanallar varlığını sürdüremiyorlar. Çünkü artık dijitale kaydı her şey.
Geçtiğimiz aylarda Amerikan menşeili Netflix’in RTÜK tarafından denetlenmesi kararı alınmıştı. Netflix’in şu an Türkiye’de bir buçuk milyon üyesi bulunuyor. Global çapta da bu sayı iki yüz milyonu aşıyor. Başta Türkiye’deki tesiri olmak üzere Netflix’ten bahsedebilir misiniz?
Netflix televizyonlardan boşalan alanı görerek dijitale yöneldi ve ciddi miktarda para harcayarak diziler çektirmeye başladı. Türkiye’de yaptırdığı yapımlarda müstehcenlik, eşcinsellik çok fazla işlenmiyor; fakat yabancı yapımlarda bu tarz şeylere sıkça rastlanabiliyor. Bunlar kesinlikle tasvip ettiğimiz ya da edebileceğimiz şeyler değil; fakat Netflix gibi bir platforma sansür uygulamak çözüm değil. Devletin görevi Netfix’in karşısına güçlü bir alternatif çıkarmak veya bu alternatifi çıkarabilecek olan kişi yahut kurumları desteklemek olmalı. Devlet internet platformuna çok fazla hakim değil. Netflix’i Türkiye’de komple yasaklasan bile neticede burası internet ortamı ve burada her şeyin bir çözümü var, insanlar IP değiştiriyorlar, VPN kuruyorlar ve bir şekilde giriyorlar. Vikipedi yasak mesela; fakat linkin başına “0” koyduğun zaman girebiliyorsun… Yani bir şekilde insan arayıp buluyor.
Şu anki projeleriniz neler? İlerleyen süreçte sizden neler göreceğiz?
Şu an “Tozkoparan” isimli bir dizide oynuyorum. Günümüzde geçen bir dizi olmasıyla birlikte geçmişe atıfları çok fazla. Millî ruhla yazılmış bir dizi, Mustafa Burak Doğu yazıyor. Onun haricinde bir sinema filmi yazmaya hazırlanıyoruz. İki hikaye var aklımızda şimdilik. Eğer finanse edebilirsek çekeceğiz inşallah.
Bunu ilk kez burada mı söylüyorsunuz.
Evet, ilan olarak ilk kez burada söylüyorum.
Hikayeler nelerdir peki, konuları nedir?
Dediğim gibi iki hikaye var aklımızda şu an. İkisini de yazacağız. Birisi Mürvet Kekilli’nin hayatı. Mürvet Kekilli Ülkücü bir şarkıcı, Adanalı. Kadın hem terzilik yapıyor çocuklarını geçindirmek için, hem sahneye çıkıyor. Çok güzel bir sesi var, plakları var. 12 Eylül’de de vefat ediyor. İkincisi ise bir bozkır hikayesi; daha doğrusu ilk yarısı bozkırda, ikinci yarısı şehirde geçecek olan bir hikaye. Bu, iskelet olarak “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” hikayesi… Ayrılık acısı çeken, yoksulluk yaşayan ve ölmek üzere olan üç ayrı adamın hikayesi.
Hem oyunculuk, hem yapımcılık, hem de senaristlik yapıyorsunuz. Neden tek alanda ilerlemek yerine aynı saha içinde üç farklı alanda yürüyorsunuz?
Bu sektörde her şey birbiriyle iç içe. Dolayısıyla biriyle ilgilendiğiniz zaman diğerleriyle de otomatik olarak ilgileniyorsunuz. Ben bir yapım şirketi kurdum, kısa filmler çektim. Yapımcılığım bu çapta, büyük bir yapımcı değilim. Şöyle özet geçebilirim: Aslında ben senaristlik istiyordum; fakat oyunculuk eğitimi de aldım. İkisini de seviyorum. Kamera önünde olmayı da seviyorum, kameranın arkasında o dünyayı kuran kişi olmayı da seviyorum. O yüzden ikisini birlikte yapıyorum.
Marlon Brando çocukluğundan ölümüne kadar buhranlı bir hayat yaşamış, mühim bir aktör. Kendisi şöyle diyor: “Oyunculuk tekniğini çok çabuk geliştiriyoruz. Çocukken bile… Yulaf ezmesini yere attığımız zaman annemizin alâkasını çekmek istiyoruz. Rol yapmak, hayatta kalmaktır.” bu ifade hakkında neler söylemek istersiniz ve siz özünde bu işi niçin yapıyorsunuz?
Benim bu işe yönelmemin sebebi çoğu insan gibi para kazanmak değildi. Ben televizyonun nasıl bir etkisi olduğunu ve bu sektörde bizim insanlarımızın az olduğunu gördüm. Zaman zaman televizyonda izlediğimiz insanların gerçek hayatta yanlarına gittiğimizde onların o kadar da çaplı insanlar olmadığını gördüm. Bu işin o kadar zor olmadığını da gördüm. Yolda görsen iki çift lafın belini kıramayacak, iki kelimeyi bir araya getiremeyen adamların devasa paralar kazandıklarını ve meşhur olduklarını gördüm. Yapımcıların, yönetmenlerin, senaristlerin kendi ideolojilerini ince ince işleyip çektikleri dizi ve filmlerle insanları nasıl etkilediklerini gördüm ve “Ben bu işin içinde olmalıyım, bu işin içinde benim gibi düşünen insanlar olmalı ve ben bu insanlarla sırt sırta vermeliyim.” diye düşündüm. Kendi hikayelerimizi, kendi üslubumuzla anlatmaya olan ihtiyacımızı fark ettim. O yüzden bu işe girdim, Mustafa Burak Doğu benden önce bu işe girmişti. Onunla sırt sırta verdik ve bizim gibi düşünen insanları bir araya toplamaya çalışıyoruz.
Aktörün aslî istinat noktası neresidir? Oyuncu işini niçin icra eder?
Her meslekte olduğu gibi oyuncu da işini maddi kaygılarını gidermek ve hayatını idame ettirebilmek için icra eder; fakat bunun diğer mesleklerden farklı bir getirisi olarak kişiye şöhret kazandırması da var. Şöhret olma hevesi de oyuncuyu bu işi yapmaya sevk etmiş olabilir. İnsanların içinde kendini kanıtlama, meşhur olma isteği vardır; fakat sanatçı ruhlu insanlarda veya o ruha sahip olmasa da bu işin içinde olan insanlarda çok daha fazla vardır bu. Günümüzde de “Oyuncu olayım, meşhur olayım, insanların sevgilisi olayım.” şeklinde düşünenler elbette vardır ve eğer oyuncu olmuşsan, başka bir mesleğin yoksa ve bu mesleğin getirdiği hayat standartlarına alışmışsan başka bir mesleğe dönmen çok zor.
Aktörün istinat noktası ise kendi kültürüdür yahut öyle olmalıdır. İnsan kendi kültüründen beslenir. Kahvede gördüğü insanı oynar, yolda karşılaştığı insanı oynar, eğer deliyi oynayacaksa mahallesindeki deliyi oynar. İstanbul gibi büyük şehirlerde tiyatro, sinema vesair var; ama Anadolu’da oyunculuk, tiyatro, sinema kültürü pek yok. Herkes televizyonda gördüğü kişiyi rol model kabul ettiği için ileride de onlar gibi olmak istiyor. Başlangıç noktası bu aslında oyunculuğun. Bu yüzden Anadolu insanın her işte olması gerektiği gibi bu sektörde de aslî istinat noktası kendi kültürü olmalıdır ki oyuncuyu rol model olarak kabul edenler de kendi kültürünü tanısınlar ve eğer bir şeye özeneceklerse de buna özensinler.
Sizin oynadığınız veya sizin ekibinizin yazdığı diziler ve filmlerde Müslüman Türk, Müslüman Anadolu insanı ana figür oluyor, bu canlandırılıyor. Bir nisbet noktanız var sizin bu mânâda ve bunlar popüler kültüre ters düşen, popüler kültürün yok etmek istediği şeyler. Bu noktada popüler kültürün unsurları sizin önünüzü kesmeye ve yaptığınız işlere engel teşkil etmeye yönelik girişimlerde bulunuyorlar mı?
Bizim Muhafazakâr Anadolu insanı oyunculuğa, senaristliğe; yani dizi ve film sektörüne biraz küçümseyerek baktığı için bu sektör daha çok solcuların elinde. İnsanlar bir türlü sanata alışamamış. Önümüze engel teşkil edecek girişimlerde bulunuyorlar mı? Bir dönem yapılıyordu. Mesela Milliyetçilik eğer yapımcıya para kazandırıyorsa kullanıyordu; ama böyle bir dizi çekilse dahi işin içine bir şekilde müstehcenlik falan sokuluyordu ve bu yapımcılar mevzuyu kendilerine çeviriyorlardı. Hâl böyle olunca bu, “doğruyu yanlışta kullanmak” oluyor ve insanlar televizyonda gördüğü karakterlerden yola çıkarak o karakterin şahsında remzlendirdiği fikir hakkında menfi hükümler veriyor, o fikirden ve o fikri temsil eden camialardan soğuyorlardı. Eskiden beri bu böyle devam ediyordu; fakat rahmetli Ömer Lütfi Mete bu hususta dizi ve sinema sektöründe büyük bir gedik açtı. Ömer Lütfi Mete ayağını sürüdü, arkasından Süleyman Çobanoğlu, Mustafa Burak Doğu gibi isimler de bu işi devam ettirdiler. Mesela “İsimsizler” dizisinde bu sıkıntıları Mustafa Burak Doğu yaşadı. Kanal şimdi el değiştirdi. Bugün belki o kanalda aynı sıkıntılar yaşanmaz; fakat o dönem dik durmak adına sıkıntılar çektiğine bizzat şahidim.
Ömer Lütfi Mete nasıl bir gedik açtı bu sektörde? Neler yaşadı, nasıl sıkıntılar çekti?
Ömer Lütfi Mete gördüğünü söyleyen, kendisine maddî-manevî zararı dokunacak olsa bile doğruyu söylemekten kaçınmayan, çekinmeyen bir adamdı. Bu adam kendi hikayelerimizi kendi üslubumuzla anlatmaya başladı. Bunu “Bizim Ev”, “Deli Yürek” gibi dizilerle hayata geçirdi. Velhasıl bu adam korkmadan söylenmeyeni söyledi ve bizi daha fazla cesaretlendirdi. Bunun dışında bizim sağ-muhafazakâr cenahtan çok fazla senarist, yönetmen vesair çıkmaz; fakat onlar Osman Sınav’la birlik oldular, sırt sırta verdiler ve “Deli Yürek”i çektiler. Allah nasip etti ve “Deli Yürek” tutuldu, sonra da aldı yürüdü…
Aslında “Deli Yürek”teki “Miroğlu Yasaları” ile “kumar, kadın ticareti, tefecilik, uyuşturucu ticareti ve minnet etmek” vesair hususların asla yapılmaması gereken şeyler olduğuna ve bunlara tevessül edenin de asla bağışlanmayacağına dair yapılan vurgular, Müslüman Anadolu insanı için olması gerekeni işaret etmesi bakımından kıymetli, değil mi?
Karakterin hiçbir zafiyeti, kusuru yoktu. O yüzden “Miroğlu” karakteri çok da gerçekçi bir karakter değildi. Zira peygamberler dışında kusursuz ve günahsız hiç kimse yok; fakat dediğiniz gibi Ömer Lütfi Mete orada olması ve olunması gerekeni, olmasını hayal ettiği şeyi anlattı. Bir Anadolu insanının kaçınmak istediği, kaçınamasa bile haz etmediği ve aslında Anadolu insanının hasretini çektiği şeyi anlattı.
Teşekkür ederiz.
Rica ederim. İyi çalışmalar.
Aylık Dergisi 183. Sayı, Aralık 2019