Ceset

“Ruhunun hiç yaşlanmadığını, hep aynı olduğunu biliyordu; pörsüyen ve çürüyen bedeniydi.”

Otobüste yol yorgunu kadın, adamın omzuna başını yaslamış dalgın gözlerle önündeki koltuğun arka kısmına bakıyordu. Sonra birden başını kaldırdı, aynı şekilde dalgın gözlerle camdan dışarıyı seyreden adamın kulağına eğildi: “Seni seviyorum!” dedi. Adamın yüzünde memnun bir tebessüm belirdi. Genç kadının elini aldı ve kalbinin üstüne koydu. O da kadının kulağına: “Ben de; fakat sana kalbimdekileri anlatacak kelimeleri henüz bulamadım.” dedi.

Kadının kalbinden tatlı ürpertiler geçti, bir başka atmaya başladı kalbi. Henüz bir senelik evlilikleri vardı. Tatillerinde kadının memleketinde anne baba ziyaretine gitmiş ve şimdi evlerine dönüyorlardı.

Pazartesi

Yatağın üzerinde oturmuş, pencereden dışarı bakarken bu eski hatırayı hatırlayan adam, bunları düşünürken hiçbir bir şey hissetmedi. Karısı ile arasında bu kadar yıl boyunca bu türden başka bir konuşma olmuş muydu, hatırlamıyordu. İşe gitmek için hazırlandı. Karısının her gece hazırlayıp koyduğu gömleğini giydi. Aynanın karşısında kravatını bağladı. Ceketini giydikten sonra aynada son bir defa kendine baktı. Adam hiç şaşmaz bir şekilde, her sabah bu giysileri yıkanmış, ütülenmiş ve askıda hazır bir şekilde bulur, aynı sıra ile giyer ve kahvaltı yapmadan evden çıkardı. Sabahları evde kahvaltı yapmak gibi bir âdeti yoktu.

Caddeye çıkmadan evvel mezarlığın yanı sıra yürüdü. Her sabah aynı mezar taşlarını okumasına rağmen sanki bu eski mezarlıkta yeni bir şey görecekmiş gibi mezar taşlarını okurdu. Sokağın köşesine geldiğinde kendisine pastaneden birkaç poğaça ve bayiden bir gazete aldı. Otobüse binmek için durağa doğru yürüdü. Maddi imkânı olmasına rağmen toplu taşıma kullanıyordu. Zaten evi ile işi arasındaki mesafe çok değildi.

Adam büyük bir bankanın Levent şube müdürüydü. Güvenliğe selam verirken adama nasıl olduğunu sordu. Güvenlik teşekkür etti ve iyi olduğunu söyledi. Aslında güvenliğin cevabı adamın hiç umurunda değildi. Âdetten olduğu için soruyordu. Ve bir gün güvenlik boşandığını veya babasının vefat ettiğini söylese o yine hiçbir şey olmamış gibi geçip gidecekti.

Âdeti üzere bütün çalışanlardan önce gelir, etrafa bir kez bakar, düzensiz bir şey görürse çalışanlara söylemek üzere aklının bir köşesine kaydederdi. Şaşmaz bir düzen kurmuştu kendine. Bir bankanın işleyişi ne kadar dakikse, o da kendini bu dakikliğe uydurmuştu. Her iş günü, bir diğerinden zerre kadar şaşmayan bir düzen içerisinde çalışıyordu. Değişen sadece rakamlardı. Şu sürekli, delirmişçesine çırpınır gibi kendini biraz daha ileri atmak isteyen dünyayı ve insanların zihinlerini ele geçirmeye kararlı rakamlar…

Kahvesinden ilk yudumu aldığında önündeki gazetedeki başlık gözüne ilişti: “Finans Piyasalarında Büyük Kriz”

Bir iki saniye kadar bunun kendisini ve bankada çalışanları ne kadar etkileyeceğini düşündü. Sanki kendisine biri tarafından hiç umursamadığı bir şey söylenmiş gibi omuzlarını silkti ve diğer sayfaya geçti.

Akşam evde kendi koltuğuna oturmuş aynı gazetede aynı haberleri okurken karısının kendisi için hazırladığı meyve tabağından itina ile soyulup hazırlanmış meyvelerden yiyordu.

Adamın hayatı oldukça basitti. Sade giyinir, sade yaşar, sade düşünürdü. Kafasını derinden derine meşgul edecek hiçbir şeyle uğraşmazdı. Karısı teklif etmese akşamları da dışarı çıkmazdı. Bu bakımdan ideal bir kocaydı. Karısı ise kendisine göre kıpır kıpır sayılırdı. Onlarınki zıtların birlikteliği gibi bir şeydi. Eğer bir plan yapılacaksa bütün bu işler karısı tarafından çekip çevrilirdi. Adamın hayatındaki sadelik belki olması gereken türden bir hâldi; fakat o bunu zevklerin ve fetişlerin esiri olmaktan çıkarmışken hayatında da sadece tek bir renk varmış gibi monotonlaştırmıştı. Bu yeknesaklık onu da karısını da rahatsız etmiyordu. Hâllerinden memnundular. Adam neredeyse kendini bile hissetmez hâle gelmişti; fakat bundan bir şikâyeti olduğu söylenemezdi.

Salı

Yataktan ayaklarını sarkıttı ve kendine gelmek için biraz yatakta oturdu. Banyoda elini yüzünü yıkadıktan sonra karısının geceden hazırlayıp koyduğu gömleğini giydi. Aynanın karşısında kravatını bağladı. Ceketini giydikten sonra aynada son bir defa kendine baktı. Bütün bunları bir kedi sessizliği içinde yapardı. Adam hiç şaşmaz bir şekilde her sabah yaptıklarını yaptı. Dışarı çıktı, yine caddeye çıkmadan evvel mezarlık boyunca yürüdü ve mezarlık boyunca mezar taşlarını okudu. Tam köşeyi dönmek üzereyken durdu ve beş altı adım geri yürüdü, yüzünü mezarlığa döndü ve öylece dikildi. Neredeyse nefret ettiği birini görmüşçesine karşısındaki mezar taşına baktı. Baktı, baktı, baktı…

Bütün gün aklından çıkmayan bir sahne hâlinde karşısında o mezar taşını görüyordu. Sürekli onu düşünüyor, önüne gelen bir evraka imza atarken bile o mezar taşı gözünün önüne geliyordu.

Akşam evde kendi koltuğuna oturmuş gazetede aynı haberleri okurken karısının kendisi için hazırladığı meyvelerden yiyordu. Karısı ona yemek sofrasında birçok şey anlatmıştı; ama bunlar çoktan aklından çıkıp gitmişti. Gazetenin ikinci sayfasındaki büyük başlığa donmuş gözlerle bakıyordu. Aslında başlığa değil başlığın ilk kelimesinin ilk harfine bakıyordu. Hâlâ o mezar taşı vardı aklında.

“Hayatım!” dedi karısı izlediği filmden bakışlarını kocasına çevirerek, “Beni düşündüğünde ilk aklına gelen şey ne?”

“Adam nereden çıktı bu soru?” bile demedi, hafif aşağı indirdiği gazetenin üstünden karısına müşfik bir tebessüm gönderdi. Bir iki saniye düşündü ve “İlk içtiğim sigara!” dedi. Kadın çok daha farklı şeyler bekliyordu; fakat içindeki hayal kırıklığını mimiklerine aksettirmedi.

“Sigara?” dedi, kadınlara has o sorgulayan ses tonuyla. Böyle bir vurguyu bir kadının ağzından duyduğunuzda daha fazla açıklama yapmanız gerekir, hem de iyi bir açıklama, yoksa nereye gideceğini bilmediğiniz bir tartışma ile hayatınızın kâbuslarından birini yaşayabilirsiniz. Fakat adamın hiçbir zaman bu türden bir endişesi olmamıştı. Tekrar karısına gülümseyen yüzünü gösterdi gazetenin üstünden.

“Evet, sigara.” dedi.

“Niçin?” diye sorarken tatlı ve güzel karısının kalbi ezilmişti. Sanki biri yüreğini avucuna almış sıkıyordu.

“İlk içtiğim sigarada başım dönmüştü, seni ilk gördüğümde de.” diye cevap verdi adam.

Kadın gözlerine hücum eden ve onu neredeyse aptal bir yüz ifadesine çeviren sevinç gözyaşlarını zor zapt etti. Kocası kendisine doğrudan iltifat etmiş olsa bu kadar hislenmezdi. Kalbinden yağ gibi bir şeyler akıp gitti. İçi bir tuhaf olmuştu. İşte etraftan hep duyduğu; ama kadının asla aldırış etmediği kocasına yöneltilen “çok soğuk biri” lafını bir çırpıda çöpe atacak bir ândı bu. Apartmandaki hangi kadının kocası aptal sevgi cümlelerinin haricinde böyle bir cümle kurabilirdi.

Adam artık sigara içmiyordu; ama bu sözlerinde son derece samimiydi. En tabiî hâliyle hiç zorlamadan söylemişti bunları.

Bir aşığın gözlerine bırakılsa asla unutulmayacak bir tebessüm bıraktı adamın gözlerine. Adam bu sıcak tebessümü bakışları ile kabul etti. Ama bunu hemen unuttu.

Çarşamba

Yataktan ayaklarını sarkıttı ve kendine gelmek için biraz yatakta oturdu. Karşıda karısının makyaj masasının üstünde duran aynada kendine baktı. Kendini bir kenara bırakıp aynanın şekline bakınca aklına mezar taşı geldi. Ayna da mezar taşı şeklindeydi. Bir an nefret etti aynanın şeklinden. Onun neyin parçası olduğunu düşününce bir evde makyaj masası diye bir şeyin olmasını saçma buldu.

Suratı bir karış, mezarlıktan yana bakmadan yol boyu yürüdü. Ama tam da o mezar taşının yanına gelince dayanamayıp o tarafa baktı. Başını iki yana salladı ve yoluna devam etti. Poğaçalarını ve gazetesini aldı. Bankadan içeri girmeden gazeteye bakmazdı. Manşet dikkatini çekti: “Ankara’nın Göbeğinde Cinayet!” Neresiydi acaba bu Ankara’nın göbeği? Durağa gelir gelmez otobüsü de geldi, birdenbire kendini en önde bulmuştu. Bindi, kartını okuttu, bir adım attı ve kısa boylu bir kadının boş yer arama telaşıyla kendisini itelemesine maruz kaldı. Kadın o kadar hareketliydi ki, adam sanki teslim oluyormuş gibi, ellerini yukarı kaldırdı. İşin tuhaf tarafı bugün ziyadesiyle boş yer vardı, kadın birden fazla boş koltuk görünce ilk yöneldiğinden vazgeçti, diğerine atıldı, onu da beğenmedi cam kenarındaki bir koltuğa kendini attı. Herkes kendine bir yer bulduğunda sadece kadının yanındaki koltuk boş kaldı. Adam bu kendisi için imkânsız bir şeymiş gibi, bir boş koltuğa bir kadına baktı. Arka tarafa giderek ayakta yolculuk etmeyi tercih etti. Kadın topaç gibi, diye düşündü. Bu koltukların bu kadar değerli olduğunu hiç düşünmemişti. Hemen hiçbir zaman hayatında böyle mevzularda mücadele içinde olmamıştı. Düşünsenize sabah kalktığınızda bütün heves, gayret ve aksiyonunuz otobüste boş yer bulabilmek. Adam bunu bayağı bir şey olarak görmüyordu, sadece buna dair hiçbir düşüncesi olmamıştı. Hatta onun hemen hiçbir şeye dair düşüncesi yoktu. O artık nasıl olduğunu bilmediği, sadece sürdürmek için bazı şeyler yaptığı bir hayatı yaşıyordu.

Bankada masasının başında oturmuş, önünde açık duran gazeteye bakmadan öylece oturuyordu. Kahvesi çoktan soğumuştu. Aklına bir çivi gibi saplanmış o mezar taşını düşünüyordu. Bütün gün zihnini meşgul etti bu.

Akşam koltuğuna oturduğunda karısı ona kuruyemiş tabağı ve bir bardak çay getirdi. Adam bardağa baktı, akşamları çay içmezlerdi; ama buna itiraz etmedi. Kadın kocasının o her akşam biteviye bir şekilde gazetesine gömülmesine alışık olarak mutlu bir şekilde televizyonunu izlerdi. Fakat adamın gazeteye değil, dizlerinin üstündeki boşluğa baktığını görünce bir tuhaflık olduğunu sezdi.

“Ne oldu hayatım, neyin var?”

Adam karısına bakmadan,

“Mezar taşını kırmışlar.”

“Hangi mezar taşını?”

“Yol üstündeki mezarlıkta, duvar kenarındaki taşlardan birini kırmışlar.”

“Kim yapar böyle bir şeyi? Vicdansızlık. Ama ben de tanıdığın birinin bir mezar taşı zannettim.”

“Fark eder mi?” dedi, adam. Bunu söylerken çok düşünmeden söylemişti. Karısı, “Niçin umurunda?” dese ona verebileceği bir cevabı yoktu.

“Aman canım, boş ver.”

“Hayatım!” dedi kadın sıcak ve tatlı bir şekilde, “Artık bir çocuğumuz olsun mu?”

“Olsun tabiî” dedi adam hiç yadırgamadan, aniden söylenmiş böyle mühim bir söze karşılık. Sanki “Yarın sahile gezmeye gidelim mi?” diye sormuştu karısı.

Perşembe

Gözlerini açtı ve bir kıyısı açık kalmış pencereden dışarı baktı. Hemen kalkmadı. Gözlerini o noktaya sabitlemiş gördüğü rüyayı düşünüyordu. Mezar taşını görmüştü rüyasında. Artık rüyalarına girecek kadar onu meşgul ediyordu. Bir kere bile “Aman, canım bana ne!” dememişti. Elini yüzünü yıkadı. Aynada suratına baktı, sağ eliyle yüzünü sıvazladı. Ve ilk defa tıraş olmadan evden dışarı çıktı.

Bir ân da olsa yolunu değiştirmeyi ve mezarlığın oradan geçmemeyi düşündü. Sonra kendi kendisine kızdı. Kendisini o kadar da buna kaptıramazdı. Yol boyu yürüdü ve tam mezar taşının orada durdu. Neredeyse duyulacak kadar bir sesle “Niçin sanki tamir etmiyorlar şunu!” diye mırıldandı. Adamı rahatsız eden şey mezar taşının kırılmış olmasından çok artık üzerindeki ismi tam olarak okuyamamasıydı. Mezar taşında “….i Güngörmez” yazıyordu artık. Çok derin bir derdi varmış gibi, bir nefes koyverdi ve yoluna devam etti. Poğaçasını aldı, gazetesini koltuğunun altına sıkıştırdı ve durağa yöneldi.

Kahvesini içiyordu. Veznedar kapıyı çalıp içeri girdi. Ona dünkü hesaplarla alâkalı birtakım evraklar uzattı. Adam evraklara bakarken veznedara “Bir mezar taşı neyi temsil eder sence?” dedi. Veznedar bu soruya hemen cevab vermedi. Vereceği bir cevabı olmadığından değil, bu sorunun nereden icab ettiğini düşündüğünden karşılık vermemişti. Müdür hâlâ önündeki rakamlara bakıyordu. Veznedar onun cevabı beklediğini anlayınca “Tabiî ki ölümü…” dedi. Adam başını kaldırdı. Veznedarın gözlerine baktı. “Yani aynı zamanda hayatı.” dedi. Veznedar hiç de böyle bir şey kastetmemişti; ama müdürünün verdiği karşılık ona tuhaf bir şekilde doğru gibi geldi. Adam evrakları veznedara uzattı. “Tamam, bir problem görünmüyor.”

Sonra veznedara söylediği sözü daha yeni idrak ediyormuş gibi, üzerinde düşündü. Bir mezar taşı hayatı nasıl temsil edebilirdi? İnsanlara daha yaşarlarken ölü olduklarını anlatmak için bundan daha tesirli bir yol olamayacağına karar verdi. Fakat bunlar çabucak aklından çıkıp gitti. Tekrar taşın üzerindeki ismi düşünmeye çalıştı, “Belki de yanlış yapıyorum.” diye düşündü, “Belki de taşın üzerindeki isim kadın.” ismidir.

Akşam evde karısına bunu sordu, “Bana sonu -i- harfi ile biten bir kadın ismi söyleyebilir misin?”

Kadın büyük bir hevesle ağzını açtı ama aklına hiçbir şey gelmedi “Allah Allah, nasıl yani -i- ile biten kadın ismi yok mu? Ebrulî olur mu, hani şu şarkıdaki gibi?” Adam karşılık vermedi. Böyle bir ismi hiç duymamıştı. Hem karısının bahsettiği şarkıyı hatırlamaya çalıştı, fakat aklına gelmedi.

Cuma

Yataktan ayaklarını sarkıttı ve kendine gelmek için bir mühlet yatakta oturdu. Dönüp derin bir uykuda olan karısına baktı. “İyi ki makyaj yapmıyor.” diye düşündü. Bir sabah erken vakitte gördüğü kendi kız kardeşini hatırlayınca, her sabah böyle bir surat görmediği için ne kadar şanslı olduğunu düşündü. Kozmetikçiler bütün dünya boya piyasasından daha fazla para kazanıyor olmalıydılar.

Caddeye çıkmadan evvel mezarlık boyunca mezar taşlarını okudu. Yine aynı mezar taşının karşısında durdu. “Şimdi bu adam yahut kadın yaşamış mıydı?” dedi kendi kendine. “Ya ben yaşıyor muyum?” Elinde çantası, takım elbiseli bu adamı görenler dua da etmeden orada bir heykel gibi duran bu adama bakıp geçiyorlardı. Nihayet adam asık ve düşünceli bir yüzle yoluna devam etti. Pastaneye uğradı, gazetesini de aldı ve durağa gitti.

Belki de ilk defa banka güvenliğinin yanından onun hatırını sormadan geçti. Kapıdan içeri girince bir eksiklik hissetti ve geri dönüp bekçiye “Nasılsın?” diye sordu. Ama bu son derece absürt bir manzaraydı. Adam sanki bekçiye “al hadi” der gibi, unuttuğu borcunu veriyordu. Güvenlik “İyi misiniz, müdür bey?” dedi; fakat adam duymamıştı bile.

Kahvesi önüne geldiğinde gözleri tavana kaymış, aklından bir şeyler hesapladığı belli bir yüz ifadesiyle oturuyordu. Hizmetli kadın ona bir şeyler söyledi, ama adam duymadı bile. Kapı kapandığında mırıldanarak “Ali Güngörmez, Veli Güngörmez, Hayri Güngörmez, Sabri Güngörmez…” diye isimler sayıyordu.

Mezar taşındaki ismi hatırlamaya çalışıyordu. Fakat bu en müşkül meseleden daha zormuş gibi kafasında dönüp duruyordu. Çünkü birileri, belki pis bir ayyaş mezar taşının sol köşesini kırmıştı. “Ne diye kırarsın be adam!” dedi kendi kendine. İsim saymayı bıraksa da mesai bitene kadar aklını kurcalayıp durdu o isim. Ve nasıl hatırlayamadığına şaşırıyordu. Bu kadar basit miydi? Birileri gelir mezar taşını kırar ve silinir gidersiniz. Neydi adamın adı? Adam? Yahut kadın, her neyse işte. İsmi hatırlasa rahatlayacaktı.

Akşam eve geldiğinde zili çalmadan evvel bir dakika kapıda bekledi. Nihayet yapmaya zorlandığı bir işmiş gibi parmağını düğmeye götürdü.

Yemeklerini yedikten sonra adam ve kadın her zamanki yerlerinde her akşam sahneledikleri tek perdelik “Evde akşam vakti” oyununu sergilemeye başladılar. Adam kadında bir huzursuzluk, sabırsızlık olduğunu fark etti; ama bir şey söylemedi. O zaten bir şey söylemezdi. Çoğu zaman çok mühim bir şeyi birkaç dakikadan fazla düşünmezdi bile. Mutfaklarında küçük çaplı bir yangın çıktığında kadının imdadına koşmuş soğukkanlılıkla ocağa müdahale etmiş, karısını sakinleştirmiş ve birkaç dakika sonra sanki böyle bir hadise olmamış gibi her zamanki hâliyle, geçip koltuğuna oturmuştu. Karısına bakıp bir şeyler düşünür gibi oldu. Yine otobüsteki o hatıra geldi aklına, hâlâ o sözü tamamlamamıştı. Karısına o kelimeleri söylememişti. Bütün hayatını gözden geçirdi ve kendi kendine “Ne oldu?” dedi. Kastettiği hayatıydı, ne olmuştu hayatına, kendisine ne olmuştu, nereye gitmişti o adam? Karısının derin ve sesli bir nefes aldığını duyunca dalgın gözlerini ona çevirdi.

“Galiba, hamileyim.”

Adam kaşlarını kaldırdı. Gösterdi gösterebileceği en büyük tepki buydu. Sonra tebessümle karısına baktı. Karısı bu bakışı biliyordu. Kocası mutlu olmuştu. Adamın hiçbir zaman heyecanını büyük tepkiler ve hareketlerle göstermediğini biliyordu. Kadın derin bir nefes alarak ve neredeyse komşularının duyabileceği bir sesle “Bir çocuğumuz olacak!” dedi.

Adam sadece o odada bir çocuğun olduğu mesud bir ânı hayal etti.

Aylık Dergisi 183. Sayı, Aralık 2019

Authors

Bir yanıt yazın