Şeyh Abdülhâkîm Arvasî (Hz.) İzinde:
Şemdinli Dağlarında Bir Necip Fazıl
Dr. Şakir Diclehan
Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinin Nehri köyü, (Devlet, bu güzel eski ismini değiştirmiştir ne yazık ki…) dağlar arasında bir çukurda yer alır, etrafı meşe ve mazı ormanlarıyla kaplı olan köyün önünde, süt beyazı bir ırmak akar. Nakşibendi Tarikatı’nın Halidiyye kolunun kurucusu Mevlâna Halid Bağdadî’nin (1779-1827) halifesi Seyit Taha’nın tekkesi bu köydedir.
Tekkenin İnşa Edilmesi
Bir Nasturi Usta’nın eseridir Nehri Tekkesi… Neo-Klasik üslupla tasarlanmıştır ve o şekilde yapılmıştır. Üç katlıdır. Aynı zamanda simetrik iki kanatlı özgün bir bina olarak yıllarca hizmet görmüştür. Her katın pencere çizgileri ve kemerleri farklıdır. Üst kat pencere kemerleri “at nalı” denilen üslupla inşa edilmiş, bu tarz hem Endülüs ve Mağrip ülkeleri, hem de yer yer Roman Katolik mimaride görülen bir tarz olarak bilinir.
Yapının simetrik kanatları, geniş kemerli bir kapı ile girilen çıkıntılı bölüm tarafından dengelenmiştir. Giriş bölümünün iki yanında üç kat yüksekliğindeki, farklı yönlere bakan büyük süslü kemerler, hem bina katlarını merdivenli girişe bağlıyor, hem de mimarî yapının özgün karakterini tayin ediyor. Çatıda ise ahşap bir cephe süsü var.
İran Şahı’na başkaldıran Seyit Taha’nın oğlu Şeyh Übeydullah’la beraber İstanbul’a götürülen oğlu Seyit Abdülkadir, burada tahsil görmüştür. Devlet kademelerinde hizmet görerek ve basamaklardan yukarı çıkarak eski deyimiyle Şura-yı Devlet; yani Danıştay Başkanı olmuştur.
Tekke bütün görkemiyle yerinde duruyordu bir zamanlar…
Şubat 1925’te Şeyh Said Hadisesi patlak verir. İki ay sonra Nisan 1925’te, hareket çok sert bir şekilde bastırılır. Harekete destek vermiştir diye Seyit Abdülkadir, oğlu Seyit Muhammed’le birlikte Diyarbakır’da darağacına gönderilir. Son dileği oğlundan önce asılmaktır; fakat daha sonra Dersim olaylarında da (1939) lider olarak asılan Seyit Rıza’da olduğu gibi onun da oğlunu, gözlerinin önünde ondan önce astılar.
Aynı yılın 30 Kasım’ında, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair Kanun kabul edilir. 1926 yılının baharında, emir Şemdinli’ye ulaşır. “Nehri Tekkesi yıkılacaktır!” Obüs toplarını bağlarlar. Kaç top atışı yaptılar bilinmiyor, yüzlerce yıldan beri bir bilim ve irfan ocağı olarak binlerce bilgin yetiştirmiş olan o muhteşem yapı yerle bir edilir.
Kanun, “Rekke ve zaviyeleri kapatın.” diyordu, “Yıkın.” demiyordu. Onlar yıktılar ne yazık ki… Nehri’yi yasak bölge ilan ettiler. Seyit Taha’nın bütün arazilerine de el koydular.
Üstad Necip Fazıl’ın Abdülhâkim Arvâsî Hz.’ne Bağlanması
Yaşadığı bohem hayattan bıkmıştı Üstad, entelektüel bir kriz yaşıyordu. Toplumdan uzaktı, daha çok kendi iç dünyasıyla meşguldü. Korku, kaygı, karamsarlık ve tedirginlik ruhuna bir karabasan gibi çökmüştü.
Necip Fazıl, bu halet-i ruhiye içinde bir gün vapurda farklı bir adamla karşılaşır. Adam, “elden giden din”den bahseder ona. Kendisi pek oralarda değildi, dinin bir yere gittiği de yoktu, sen tasavvuftan bahset bana! Adam, ona bir adres gösterdi: “Beyoğlu Ağa Camii’ne gideceksin, orada vaaz veren Şeyh Abdülhâkim Arvâsî (Hz.) diye âlim bir zât var, ne duymak istersen emin ol ondan duyacaksın!”
Bu isim, hafızasının bir yerinde duruyordu zaten. Mektepten felsefe hocası Mustafa Şekip Tunç ondan bahsetmişti birkaç kez. Bir Cuma günü uçarı ressam ve şair Abidin Dino’yla birlikte Ağa Camii’ne gitti. Şeyh hemen “kapıyı” açtı ona… “Kabul edilmiştik. Ama henüz, iç içe giden iç daireye değil… Dış daireye, güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet, konuşma dairesine avluya…” Zamanla bu şeyhi tanıdı. Onun gözünde Abdülhâkim Arvâsî (Hz.) artık, “kurtarıcısı, müjdecisi, mürşidi, şeyhi, nuru, ruhu, canı, topyekûn hayatıydı.” Durumu şöyle şiire döktü:
“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”
“Efendi Hazretleri” onu “avlamıştı” ve bu derin ilişki ve bağlılık ölümüne kadar sürdü.
Kürdistan Mıntıkasına Yolculuk
1976 yılında Üstad Necip Fazıl, meşakkatli bir yolculuktan sonra varır Şemdinli’nin Nehri köyüne. Van’ın Başkale ilçesinden bir gün önce arabayla Yüksekova’ya, oradan da Şemdinli’ye gider, Şemdinli’den de buraya katır sırtında, biraz da yürüyerek varır ve bin bir güçlükle, Seyit Taha’nın mezarına ve Nehri Tekkesi’nin kalıntılarına ulaşır.
Zahmetli ve yorucu yolculuk sırasında yanındakilere: “Yolda ölürsem eğer beni Seyit Taha’nın yanına gömün.” demiştir Üstad. Seyit Taha’nın ayak ucunda bir süre sessizce durur. Sonra Nehri Tekkesi’nin kalıntılarına doğru yürümeye başlar. Mezarlığın çıkışında bir pınar vardır. Oluk oluk akan çeşmeden avuç avuç su içer, ağırlığını bir ayağına vererek yorgun bedenini dinlendirir, köyün üzerine bir kartal gagası gibi abanmış olan yalçın kayalara bakar.
Sağlam kalmış kemerli bir pencere mi, kapı mı belli olmayan bir yerden girer yıkıntıya. Güneş, yıkılmış tekkenin taşlarını ısıtmaya başlamıştır bu mevsimde… Arsız, yabanî otlar bürümüştür her yanı… Kertenkele, bir taşın üzerinde bir süre kafasını sallar durur, sonra taştan düşer ve kaybolur. Orada, o yıkıntıların arasında, köyün içinde alev alev gökyüzüne yükselen tuhaf bir ışık huzmesi içinde Üstad Necip Fazıl, Mürşidinin burada geçen yıllarını düşünmeye başlar.
Şairi, Şemdinli’nin “Nur Çeşmesinden İçmeye”, daha 30 yaşlarındayken, 1934’te, İstanbul Beyoğlu’ndaki Ağa Cami’de tanıdığı Şeyh Abdülhâkim Arvâsî (Hz.) getirmiştir.
Yıkıntılardan arasından bir ses duyar gibi olur.
Mürşidi Abdülhâkim Arvâsî (Hz.) bu tekkede “din ve fen bilimleri eğitimini”ni görmüştü. Her odasında diz çökmüş ve hocalarından feyz almıştı.
Abdülhâkim Arvâsî (Hz.), Başkaleliydi. Onun şeyhi Seyit Fehim’in türbesi, Müks’ün (Bahçesaray) Arvâs köyündeydi. Şair önce burada türbeye yüz sürmüş, oradan da şeyhinin memleketi Başkale’yi gezip görmüş, arkasından da Seyit Fehim’in şeyhi Seyit Taha’nın mezarına kadar gelmişti.
Şairin şeyhi Şeyh Abdülhâkim Arvâsî (Hz.) idi, Şeyh Abdülhâkim Arvâsî (Hz.)’nin şeyhi de Seyit Fehim’di, Seyit Fehim’in şeyhi ise, Nehrili Seyit Taha’ydı. Böylece Üstad, birbirine icazeti devreden üç şeyhin izini sürerek buraya, insanın ruhunda derin bir ferahlık yaratan bu “tarih öncesi” bir ağıt söyleyen köye gelmişti.
Üstad, ne zamandan beri o yıkıntıların arasında, o taşa oturmuştu bilmiyordu. Kafasının içi allak bulaktı. Önce kelimeler üşüştü beynine, sonra usul usul o kelimelerin her biri, mısradaki yerini aldı. Cebinden küçük not defterini çıkardı. Ucu iyice kısalmış kurşun kalemiyle yazmaya başladı. Beyaz kâğıtta iki dize belirdi:
“Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden,
Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden.”
Böyle olunca Üstad: “olurların, olabilirlerin, olamazların, olması özlenenlerin, hatta olmuş olanların, mutlaka “dinamik” olaylar zinciri içinde demeti, dizisi ve sergisi, “O ve Ben” isimli eseri yazacaktır daha sonraki senelerde.
Aylık Dergisi 180. Sayı, Eylül 2019