Sabahın o erken vaktinde rutin yolunu takib ederek durağa doğru yürüdü. Baharı müjdeleyen güzel bir Şubat sabahıydı. Her zamanki gibi, iş yolunu da bir iş hâline getirmiş etrafının farkına varmayı ve yolu üstünde karşılaştığı şeyler hakkında düşünmeyi kendine vazife edinmişti. Tuhaf bir şekilde, bu sabah hiçbir düşüncesini bütünleştiremiyor, bir noktada toplayamıyordu.
Boş gözlerle, gelip geçen arabalara, otobüslere bakmadan durakta bekledi. Sanki ezbere hareket eden bir robotmuş gibi kendisini gazeteye götürecek arabaya bindi. Ne zaman otobüsün camından dışarı baktı, o yazıyı gördü. Yazının sahibini görecekmiş gibi, etrafına baktı. Bu hadiseyi o gün öğle bile olmadan unutmuştu. Üzerindeki tuhaf hâlin sebebini düşünüyor, ama bulamıyordu. “Hasta mı oluyorum” diye düşündü, fakat ne hâlsizlik vardı, ne bir şeyi. Akşama doğru kendi nöbeti bitmek üzereyken yan masadaki mesai arkadaşının, elindeki kâğıda bakarak “Allah Allah, çok tuhaf, garib” sözlerine takıldı. Ne olduğunu sormadı, fakat onu dikkatle takib etti. Adam elindeki kağıdı okuyor, ya başıyla yahut birkaç kelime ile tepki veriyordu. Belli ki yazımını düzeltmesi gereken bir metni okuyordu. Nihayet,
“Bunu gördün mü, Miftah? Şu bizim mahallede yazan -AÇIZ- yazısı bütün şehirde yazıyormuş.”
“O ne demek, yani “açız”, o kadar mı? Bir dakika bu sabah ben de otobüse bindiğim durakta gördüm bunu. Yani bütün şehir de mi yazıyormuş bu?”
“Evet. Düşünebiliyor musun, dileneceksin, ama dileneceğin köşelere ilân tahtaları gibi önceden meramını veya reklamını yazmışsın.”
“Ben de dilenci işidir diye durakta etrafa bakmıştım, fakat bütün şehirde yazması garib! Bu dilenci işi olamaz.”
“Başka kim olabilir ki?”
Miftah düşündü; ihtimaller belki sonsuzdu veya hiç de beklenmeyecek kadar azdı, belki bu yazıları yazanlar elleriyle konulmuş gibi bulunacak kadar yakındaydı.
“Bence böyle bir yazı bu şehirde, hayatta normaldir.” dedi, “Sen bu şehre yerleştiğinden beri nelere hasret kaldığını düşün, biz toplum olarak nelere hasret kaldık, belki o açlık mücerred bir açlıktır!”
“Hiç sanmıyorum dostum. Sen bu toplumdan bunu bekliyor musun? Bekliyorsan çok safsın!”
“Gerçekten o kadar saf mıyım?” kendine sorduğu bu soruya elbette başkası cevab veremezdi.
Miftah o günden başlayarak zihnini sürekli meşgul edecek bir şey bulmuştu. Bu yazıları kim veya kimler yazıyordu? Gazeteden erken çıkmaya çalışıyor ve gününün geri kalanını bununla uğraşarak geçiriyordu. Ve ilk bulduğu şeyle merakı daha da perçinleniyordu, yazıları asla bir tek kişi yazmıyordu. Hatta yüzlerce ayrı yazı çeşidi vardı. Evet, o kadar detaylı aramış, sokak sokak dolaşmıştı. Bu mevzu üzerine düşünmekten bir türlü kendini alamıyordu.
Neye açtı bu insanlar? Niçin açtılar? Toplumda muhtaç insanlar vardı, fakat asla böyle bir şey yaptıkları görülmemişti. “Meslek olarak” aç olanlarsa bunu bir kâğıt veya karton parçasına yazarak yaparlardı. Uykusuz kalacak kadar çok düşünüyordu bu mevzuyu. O gecelerden birinde, ıssız sokakların yollarında buldu kendini. Nereye gittiğini kesinlikle bilmiyordu.
Kör bir nokta olana kadar kovaladığı bu muamma peşinde uykuları kaçtı. Yazarlık hevesi ile girdiği gazetede umduğunu bulamayınca bir kenara kaldırdığı evdeki daktilosunu çıkardı. Bütün teknolojiye rağmen seviyordu bu makinenin şakıyışını. Fakat elde edebildiği tek şey daha fazla soru ve bir yığın müsveddeden ibaret kağıt oldu. “AÇIZ” yazıları dalga dalga yayılırken, idarî otoriteler bunu kendilerine karşı bir hareket olarak algılamakta gecikmediler. Miftah giderek popülerleşen gazete ve televizyonların ana haber kaynağı hâline gelen, hatta mizah malzemesi olan bu mevzunun gerçekten de bir açlık mevzuu olabileceğini düşündü ve geceleri varoşlardan ellerinde boyalarla çıkan insanlar hayali kurarak yolları gözlemeye başladı. Fakat bu iş için kaç gece uğraştıysa, umduğunu bulamadı.
İşte öyle bir geceydi. Yine avdan eli boş dönüyordu. Sahile inmiş, deniz boyu dolaşıyor, karaya vuran gemi misâli, karaya vuran ümidlerini karanlık denizin yakamozlarında arıyordu. Miftah hemen ilerideki bir sokakta, sokak lambasına yakın iki karaltının beklediğini gördü. Onlara dikkatle baktığında duvara bir şeyler yazdıklarını anladı. Onlar mıydı acaba, yani “açlar”? Onlara doğru ilerledi ve beklediği, aradığı şeyi yazdıklarını anladı, “Hey!” diye bağırdı, büyük bir coşkuyla, karşılığını geceye karışan iki koyu karaltı olarak aldı. Tek gâyesi onu kudurtan sorulara, zihnini kemiren hayallere karşılık almaktı. Genç ve hızlıydılar, Miftah ağzını açtığında sokağın sonuna ulaşmışlardı bile. Miftah aradığını varoşlarda değil, bu gâyet hâli vakti yerinde olan insanların semtinde bulmuştu. Acaba zenginlere seslerini böyle mi duyuruyorlardı? Fakat Miftah’ın gözünün önüne ilk gelen dikkatle baktığı gençlerin giyim kuşamlarının çok iyi durumda olmasıydı. Yazının başında durdu ve çocukların tamamlayamadığı “Z” nin işini bitirdi. Eğer bu internette yayılan şu salakça eğlencelik “sen de yap!” çılgınlıklarından biri değilse işin çok ciddi bir boyutu olmalıydı.
Neye açtı bu insanlar? Gerçekten bir dertleri mi vardı, yoksa küçük bir dünya maruzatını duyurmaya mı çalışıyorlardı; etkili ve yetkililere?
Miftah yine daktilo başına oturduğunda, bembeyaz sayfanın kara bir delik olarak karşısında durduğunu gördü. Neye açtı bu insanlar? Bu soru, çıldırtıcı bir ok gibi sinirlerini deşiyor, her soruşunda yarası derinleşiyordu.
Uyuyamadı, elinde bir poşetle yarı uyurgezer vaziyette bir şey arar gibi sokaklara karıştı. Gideceği yeri biliyormuş gibi karmakarışık sokaklarda hiçbir yere ve etrafa bakmadan yürüyordu. Kâbuslarından kaçan efkârlı bir adamın hâli vardı, onda. Serin ve derinden esen rüzgârın tesiriyle hareket ediyormuş gibi, dalgın bir şekilde yürüyordu. Birden sokak ortasında durdu ve hiç etrafına bakma ihtiyacı duymadan, o koca duvara yanaştı. Elinde taşıdığı poşetten bir boya kutusu ve fırça çıkardı. Bu işlerde o kadar acemiydi ki, o gördüğü gençler gibi sprey boya kullanmak aklına gelmemişti. Neredeyse duvar kadar kocaman yazıyı yazdığında usta bir ressam gibi geri çekilip eserini seyretti. Hipnoz olmuşların tutulmuşluğu ile basit dört harften ibaret eserine bakmaktan kendini alamıyordu. Nihayet, doğru bir şeyi tasdik eder gibi, başını salladı ve arkasında suç âletlerini de bırakarak uzaklaştı…
Eve girdiğinde ilk yaptığı iş daktilosuna temiz bir sayfa çekmek oldu. Başlığı bir çırpıda yazmıştı: AÇIZ! Düşündü kendisi neye açtı, kavruk bir insan coğrafyasında fikir kokusuna bile hasret kalmış olmanın verdiği ıstırabı bir çok defa duymuştu; ait olmaya zorlanan ama bir türlü sahib olunamayan yabancı kültürün üvey evladlarından bir ferd olarak yazmaya başladı. Açlığını duyduğu insanî ihtiyaç ve fikirleri bütün o insanların ortak düşünceleriymiş gibi, yazıya döküyordu. Sular seller gibi işleyen ve şakıyan daktilosu sabaha karşı sustuğunda, elinde yıllardır çalıştığı gazetesinde yayınlanması için vereceği yazısını tutuyordu. Yazısına, duvara yazdığı yazıya baktığı kadar bakmadı.
Gazetenin yayın yönetmenine yazıyı uzattığında, yayın yönetmeni kuşkulu gözlerle uzun süre Miftah’a baktı. Yazıyı yazmasından çok bunları gerçekten hissedip hissetmediğinden şüphe eder gibiydi. Ve çok geçmeden ajanslar haberleri geçmeye başladı; dün gece bir coşku patlaması gibi şehrin dört bir yanında var olan “açız” yazıları iki katına çıkmıştı. Sanki bir el gezinmiş gibiydi şehrin bütün sokaklarında…
Aylık Dergisi 150. Sayı Mart 2017