Edebiyat, Sanat ve Hayatı Üzerine
Kültür birikimi olmadığı için buna “siyasi itiş kakış” diyoruz. Gerçekten bir altyapısı, ideali olmadığı için… Şu soruyla başlayalım hocam; edebiyatta öykü-hikâye formunun ayrı bir yeri ve önemi var. Sizin diğer branşlara değil de, bu hikâye-öykü formuna ağırlık vermenizin sebebi nedir? Niçin o sahayı seçtiniz?
Benim yetişme dönemim daha çok öykü ve şiir merkezli oldu. Bunu birçok konuşmamda anlattım. Elazığ’da imam hatip okulunda okurken, bir öğretmenimiz vardı. Türkçeciydi. Beni bir kitabevine götürdü. Orada Üstad Necip Fazıl’ın “Ruh Burkuntularından Hikâyeler” kitabını, şiir kitabı Çile’yi, Üstad Sezai Karakoç’un Allah’a İnanmak ve İnsanlık adıyla o zaman çıkardığı küçük ebatlı bir kitabı ve benzeri kitapları ve Diriliş dergisini aldırmıştı.
Üstad’ın 1969’da Yahudilerin Mescid-i Aksa’yı yaktığı o dönemle ilgili yazdığı Ey Yahudi isimli bir şiiri vardı. O şiir benim hayatımda çok etkili oldu. Diriliş dergisinde öyküler vardı. Bu yolla Büyük Doğu’yu, Necip Fazıl’ı tanıdım. Büyük Doğu Elazığ’da cami çıkışlarında ellerde satılırdı. Hilal Matbaası vardı. Sahibi yanlış hatırlamıyorsam Memduh Bey olması gerekiyor. Ona gelirlerdi, onları orada örgütlerdi, cami önlerinde satılırdı.
Büyük Doğu dergilerini aldım. Kitapçılardan çıkmıyordum, sonra bir kitabevine gittim. Oradan Edebiyat dergisi yayınlarını aldım. Arasında Rasim Özdenören’in Çok Sesli Bir Ölüm ile Çözülme, Cahit Zarifoğlu’nun İns, Nuri Pakdil’in Biat ile Batı Notları adlı kitaplarını aldım. Bunları aldıktan sonra Ankara’da Edebiyat dergisi yayınlarına mektup yazdım. Dergiyi nerede bulabileceğimi sordum. Nuri Pakdil; Ticaret Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Veli Sarıkamış’tan alabileceğimi yazdı. Her ay gidip dergiyi alırdım. Orada öyküler falan var, okumaya başladım. Dolayısıyla şiir-öykü at başı gitti benim için. Öyle başladım.
Kaç yaşındaydınız o zaman?
17 yaşında imam hatip okuluna başladım. Rahmetli babam çok genç yaşta öldü. O ölünce 5 yıl ara vermek durumunda kaldım.
Şu bakımdan sordum, çocukluktan edebiyata merakınız var mıydı?
Köy yerinde edebiyata nasıl bir ilgi olabilir? Babama kentten gelen gazeteler olurdu, arada bir onları okurduk. Benim sosyal derslerim iyiydi. Türkçe dersini çok seviyordum. İmam hatip okulunda edebiyata ilgim başladı. O sırada yirmili yaşlardaydım. Babam eğitmendi, okul da bizim evdeydi. Rahmetli dedem müderristi. Evimizde kitaplar vardı. Babam ise öğretmenimdi benim.
Yani çocukken duyduğunuz bir hikâye, bir masal, bir eda, bir hava… Oradan size kalan bir bakiye mi?
Köyde bir Rokuş Nine’miz vardı. 106 yaşında öldü. Rokuş Nine’miz komşumuzdu. Biz çocuklar onun etrafında toplanırdık kışın. Bize masallar anlatırdı. Kürtçe masallar anlatırdı. Seferberlik zamanında, hayvanların sırtında cephelere malzeme taşımış, onları bize anlatırdı. Bunların etkisi var tabii ki. Bilinçaltımızda etkili oldu. Biz de kendi aramızda birbirimize anlatırdık masalları.
Daha sonra imam hatip okuluna başladım, öğretmenim İbrahim Soysal bana yukarıda anlattığım kitapları aldırdı, kendimi okumaya verdim. Okulumuzun kütüphanesi de iyiydi, Milli Eğitim Klasikleri vardı. Onları alıp okuyorduk. Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat dergileriyle tanışınca bu sefer asıl dünyamı bulmuş oldum.
Sonra öyküler yazmaya başladım. Üç defterim vardı. Bu defterlere yazıyordum. Rokuş Nine’nin anlattığı öyküleri de yazmıştım. Defterleri dayım, edebiyat öğretmeni Nurettin Hasköylü’ye götürdüm. O da kırmızı bir kalemle bunların üstünde tek tek, üslup, dil ve anlatım bakımından çalıştı ve bana verdi. O defterlerim kayboldu. Buna şimdi üzülüyorum. Rokuş Nine’nin anlattığı o masallar ve hikâyeler işlenebilir, daha iyi şeyler çıkabilirdi. Onlar kayboldu.
Memleketin, hakikatin tarihinden bir kesit belki de…
Tabii. Onlar kayboldu. O zaman Elazığ’da okuma yazma tutkum çok olduğu için, yerel gazetelerde bu fıkraları, diğer şeyleri derleyip yazdım, anlattım. Onlar da kayboldu. Keşke onlar da elimde olsaydı. Bunlar ilk yazılarım. Turan ile Harput gazeteleri var. Onların kültür-sanat bölümleri olurdu. Oralarda bunları çok yoğun bir şekilde yazıyordum.
Sonra Milli Gazete‘de bir hikâye yarışması yapıldı. 1974’te olmalı. Tıkırtı adında bir hikâyem mansiyon aldı. Ulusal düzeyde ilk yayınlanan öykümdü. Yeni Asya’nın yarışmaları vardı. Oralarda da mansiyon alan öyküm ve şiirim vardı. Diyarbakır’da İhsan Işık’ın çıkardığı Çile diye bir dergi vardı.
Necip Fazıl’dan esinlenerek mi?
Evet. O doğrultuda. İhsan Işık bizim arkadaşımız zaten. Orada bir mansiyon vermişlerdi, ismimi gördüm. Ama sonra o dergi devam etmedi.
Başlangıç dönemim buydu. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girince bizim yazar arkadaş grubumuz oldu. Ali Göçer; Edebiyat dergisinde şiirleri yayınlanıyordu, İbrahim Demirci; şiirleri yayınlanıyor, Ali Fuat Altınsoy; öyküleri yayınlanıyordu.
İbrahim Sarı (Gafarlı); öyküleri yayınlanıyordu. 28 Şubat sürecinde Hizbullah örgütü tarafından öldürüldü -öyle bilinen-, arkadaşımızdı, kitabı yayınlanmıştı onun. O karanlık dönemde bu cinayetleri gerçekte kim işledi hâlâ bilinmiyor.
Rahmetli Ahmet Nedim Çeker arkadaş grubumuzdaydı. Arif Ay kısa süreliğine geldi, benim odamda kaldı, Erzurum’dan ayrıldı. İlhami Çiçek ve daha birçok arkadaşımız oldu. Mehmet Baydemir, Mustafa Bayyiğit, Kadir Atlansoy, Rıdvan Canım, Selahaddin Şimşek. Bu arkadaş grubumuz çok kitap okurdu.
Yani bir çevreyle tanışmış oldunuz.
Tabii. O çevrenin içindeydik. Üstad Necip Fazıl Erzurum’a konferans vermeye gelmişti.
Siz o gece şiir okumuştunuz.
Evet, şiir okumuştum. Elazığ’a da gelmişti. Dolayısıyla kendimi bu dünyanın içerisinde buldum. Yeni Devir gazetesi Kültür Sanat sayfasında yazılarım oldu.
Üstad da Yeni Devir gazetesinde bir dönem yazdı galiba.
Onu tam hatırlamıyorum, Üstad ve Sezai Karakoç’un Milli Gazete’de yazıyordu. Üstat Sezai Karakoç, Mustafa Yazgan ve daha başka yazarlar vardı.
Şimdi, bir tarafta Edgar Allan Poe, Anton Çehov, Guy de Maupassant bir tarafta Necip Fazıl, Ömer Seyfettin, Orhan Kemal, Sait Faik gibi bizim hikâyecilerimiz var. Doğu’da ve Batı’da birçok büyük hikâyeci var. Bunlar arasında sizi en çok etkileyen kim oldu? Bunları cevaplarken Poe hakkında fikirlerinizi merak ediyorum.
Benim durumum şöyle, Edebiyat, Diriliş ve Büyük Doğu dergileriyle tanışmamdan sonra, doğrusu ben, birinci sınıf yazarlara yöneldim.
Yani Batılı yazarları takip eden ikinci sınıf yazarlar yerine direkt kendilerini takip ettiniz.
Evet. Diriliş ile Edebiyat dergilerinde eğer William Faulkner veya Dostoyevski’den, A. de Saint-Exupéry’den bahsediliyorsa onların eserlerini alıp okuyordum.
Konu açılmışken sorayım, William Faulkner’in Atın Feda Çıkışı isimli bir hikâyesi var. Türkçeye çevrilmedi sanırım. Ya da var mı?
Türkçeye çevrildi mi bilmiyorum. Bende, Yenilik Yayınları arasından çıkmış Dr. Martino adlı ince bir kitabı vardı. Rasim Özdenören gelmişti, kütüphaneye girdi, o kitap eline geldi, aldı. “Bendekini kim aldıysa geri getirmedi, kayboldu” dedi. Bendekini götürdü, sonra kendisinden istedim. “Biri almış götürmüş geri getirmedi” dedi. O kitabı bir daha bulamadım.
Şunun için sordum; gençler pek bilmiyor. Önemli bir isim.
Tabii önemli bir isim. Nuri Pakdil diyordu ki; “Bir şoför adayına Karamazov Kardeşler’i okumadan ehliyet verilmesin.” Biz Dostoyevski’yi bir, iki değil; beş defa okuyoruz. Sadece Dostoyevski de değil, Çehov’u, Faulkner’i, Ezra Pound’u, Rilke’yi, yani birinci sınıf diyebileceğimiz Batılı yazarları okuyorum. Daha çok bunlara yöneldim.
Bizim edebiyatımızda özellikle 70’li yılların öykü yazarlarını okuduğumda Bekir Yıldız’ın öykülerini okuyorum. İçime pek sinmiyor.
Belki çıtayı ilk başta çok yüksek tuttuğunuz için…
Bir de şöyle sinmiyor; Güneydoğu öyküleri yazıyor, ağa, ırgat, işçi…
Anladım. Dolayısıyla bunlar bende bir karşılık bulmuyor. Çok uç noktada kalıyor.
Ben karasabanla çift sürüyorum, orakla ekin biçiyorum, tırpanla ot biçiyorum, çobanlık yapıyorum, köy koşullarında ne kadar ağır iş varsa yapıyorum. Bunları birebir yaşayan biriyim.
Belki şehirli birine egzotik bir hava verebilir ama size vermemesi normal.
Materyalist anlamda, Marksist düşüncenin etkisinde olan özellikle şehirli gençlerin çok dikkatini çekebilir. Veya Adana ve çevresi, Güneydoğu’nun bazı kesimlerinde ağalığın biraz despotluğa dönmesi sebebiyle ilgi çekebilir ama benim dünyamda bir karşılığı olmuyor.
Ben imam hatip okulunda Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin 1. cildini 2 günde okudum bitirdim. İkinci cildini aldım okudum, yine bende bir karşılık olmadı. Daha sonra onun hiçbir kitabını okumadım.
Peki onu ben de sorayım. Bizde doğudan batıdan birçok hikâyeci varken Yaşar Kemal’de ne bulunuyor bu kadar? Şahsen hiç bir karşılığının olmamasının sebebi nedir sizce?
Mesela adı Mehmet değil, Memet.
İdeolojik bir yaklaşım mıdır?
Tabii ideolojik. Kültürümüzde Mehmet kutlu bir ifade olarak kullanılır, Efendimizin adıydı. Romanda bu metafizik yanını bulamıyorsunuz. Bulamayınca size çok yabancı geliyor. O dönemde okuduğum bir eleştiride, bir Fransız dergisinde, “Yaşar Kemal’in kahramanları hiç mi bir minarenin gölgesinden geçmiyor?” deniyor.
Batıda mesela Dostoyevski okuduğunuz zaman bir Hristiyan tipi çok ilginç bir şekilde öne çıkıyor. Hatta, Marksist olan Gorki en uç olanlardan birisi. Onun bile mektuplarını okuduğumuz zaman, Hristiyan tiplemelerini çok rahat bulabiliyorsunuz.
Kendi toplumunun gerçeğini inkâr etmediği için belki de.
Olduğu gibi yansıttığı için evet.
Hakikati feda etmiyor.
Kendi insan tipini görmezden gelmiyor. Burada birçok yazarımızda olduğu gibi Yaşar Kemal de çarpıtıyor bunu. Bulamayınca bu sana yabancı geliyor. Ben o dönemde birçok yazarı okudum, aşağı yukarı hepsinde geçerli. Onun metafizik dünyasına giremiyorsun.
Kaldı ki, bizim en Marksistimiz bile birebir konuşurken, yemin ederken Allah adını kullanır, “inşallah” der, “Allaha ısmarladık” der… Böyle bir bilinçaltı var zaten. Bunu Nazım’ın kendisinde de görüyorsunuz.
Bunlar Rusya’ya kaçak gidiyor üç genç. Trende yolculuk yaparken, oruç tutan Müslümanlarla karşılaşıyorlar, heyecanlanıyorlar.
Demek ki o bilinçaltı, o maneviyat atılmıyor kolay kolay.
Atılmıyor. Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’ını okuduğunuzda, çocukluğuna ilişkin, Selimiye’de Müslümanların Ramazan coşkusunu o kadar lirik veriyor ki, adamın bilinçaltında bu var zaten.
Baran Dergisi yazarı Çakal Carlos diyor ki; “Marksizm yanlış algılandı. Dinsizmiş gibi algılandı. Marksist geleneğin karşı olduğu dinin kendisi değil Batı’daki tahrif edilmiş Hristiyanlıktır.”
Tabii.
Türkiye’deki solun problemi de bu muydu acaba?
Türkiye’de solun hem siyasî hem de kültürel anlamda, istedikleri hedefi yakalayamayışlarının sebebi bu. Toplumda karşılık bulamadılar. Şu gün için bile Marksist diye tanımlanan estetiğin giderek çökme noktasına gelmesinin sebebi de bu.
Sol diye materyalist sol düşünce bakışı şimdi kapitalist veya Amerikan kültürüyle aynı noktaya gelmiş durumda.
Uluslararası bağlamda böyle, Türkiye ölçeğinde bir de şöyle bir şey var; ne kadar eski solcu dediğimiz adam varsa ya birahane sahibi, ya malı mülkü haddinden fazla olan tipler oldular. Gerçek solcuların da eleştirdiği üzere.
Şimdi diyelim ki bunların en popüler yazarlarından romancılarına, sermayenin de öne çıkardığı yazarlarına baktığınızda, bunların hangisi sol diyeceğiz.
Mesela Orhan Pamuk sol mudur?
Değil.
Kendini pek solcu olarak tarif etmiyor aslında ama genel anlamda böyle bir kırılma var.
Solcu olan solculuğunu ön plana çıkarmak için Orhan Pamuk’u satıyor başkasına.
Böyle bir açmaz var. Bu açmazı nasıl izah edeceğiz?
Elif Şafak. Popüler kültürün bir romancısı. Onu nereye oturtacağız?
En iyi romanlarını muhafazakâr içeriklerle satıyor biliyorsunuz.
Evet. Şimdi böyle bir durumda sol diye tanımlayabileceğimiz, Marksist edebiyatın şu anda temsilcisi kim?
Doğan Hızlan diyelim o zaman.
Hürriyet Gazetesi’ne sol mu diyeceğiz?
Diyemeyiz, bir solcuya söylesek hakaret addeder.
Bu karmaşıklık nereden kaynaklanıyor peki?
Bu karmaşıklık aslında bizim düşünce dünyamızda, Üstad Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un ortaya koydukları gibi, bunların hepsi aynı köklerden geliyor.
Aslında ortada bir paradoks yok.
Evet, ortada bir paradoks yok. Aynı yerde duruyorlar.
Bugün verilen kavgalarda da böyle bir açmaz var, aslında sağ-sol diye bir tanım yok.
Artık burada bizim Batıcılar ve Müslümanlar şeklinde kesin bir ayrım ortaya koymamız gerekiyor.
Dünya ister istemez böyle ayrılıyor aslında değil mi?
Evet. Edebiyat penceresinden bakarsak, aslında başta da böyleydi ama bizim bunu daha da belirginleştirmemiz gerekiyor.
Yani edebiyattaki bakışımızda, kendi değerlerimize bağlı kalarak, gelenekseli geleceğe taşımamız gerekiyor.
İslâm’ın dışındakilerin bu paradoksal hallerini görüyoruz, tamam. Peki İslâmî camia veya Müslümanlar için diyelim; özelde veya genelde, bir estetik problemimiz var herhalde? Müslümanlar olarak en başta aslında bir estetik üzerine bir bakış açısı geliştirmemiz gerekirken…
Müslümanların temel sorunlarından birisi dünyevileşmeleri.
Yani Müslüman sanatçılar da dahil olmak üzere dünyevileşme ve popülerizme katılmaları. Popülizme katılma duygusu ister istemez insanı kendi ana ekseninden uzaklaştırıyor. Nitelikli bir şeyler üretme çabası yerine buna yöneliyorlar.
Romanda da, öyküde de… Sonra bunlardan da vazgeçip gazeteci oluyorlar.
Bizim kuşağımızda birlikte yola çıktığımız arkadaşlarımızdan birçoğu, şu anda gazeteciliği, gazetelerde bir yer edinmeyi öncelemiş durumda.
Dolayısıyla estetik kaygıyı, nitelikli bir iş yapmayı, arka plana itmiş oldu. Temel sorun buradan kaynaklanıyor.
Dünyaya tutunmaya dönüştü sanat.
Böyle olduğu sürece günün geçer şartlarını kollamaya yönelik işler üretiliyor.
Bir de tabii nitelikli işler satılmayacak kaygısı.
Diğer taraftan da bazı arkadaşlarımız, uçarılıklar yaparak kendini gündeme taşıma heyecanına kapıldı.
Bu da bir kayıp oldu. Bunlar üzerinde durulması gereken temel sorunlar.
Salih Mirzabeyoğlu geçenlerde bir röportaj verdi. O röportajda meâlen şöyle bir şey söyledi: “Bizim memleketimizdeki asıl problem, münekkitimizin olmaması.” Sinema eleştirmenleri var mesela. Film şöyle iyi, şöyle kötü olmuş deyip kestirip atıyor. Bunun gibi… Münekkiti nasıl algılamamız gerekiyor?
Aslında eleştirmen, kritik etmek durumundadır.
Buradaki temel sorunlardan birisi, toptancı bir yaklaşımın olması.
Toptancı yaklaşımda da diyelim ki çevre… Siz bir çevreye mensupsanız, o çevre sizi kendi bağlamında ele alıyor.
Yani hakikatli bir biçimde eserin niteliği, nasıl olması gerektiği noktasında tartmak değil de, bunu mensubu olduğu çevrenin bakış açısına göre eğip büküyor. Bu hakikate kıymak olmuyor mu?
Bu hakikate kıymak oluyor.
Bir de siz bir çevreye mensup değilseniz, ilişkileriniz yoksa, veya ilişkilerinizde bir takım kırılmalar, soğukluklar varsa, o eleştirmenin tutumu kusur aramak halini alıyor.
Merhum Akif’in Sadi Şirazi’den naklettiği bir beyti var. Der ki:
“Kusur arayan göz hüner görmez,
Rıza gözü kördür, kusur görmez.”
Şimdi bizim burada kendi geleneğimizde olan, Akif’in temel vurgularından birisi “nekkat olmak” var.
Diyelim ki bir kuyumcu, malzemenin kalitesine bakar, görür ona göre değer biçer.
Bizde eleştiri kusur tarafını görüp, o tarafını ortaya çıkarmak zannediliyor.
Tabii kusurlar da görülmeli ama merkeze alınmamalı.
Yani tenkit bir kusuru ortaya çıkarmak, doğrusunu göstermek maksadıyla değil de, açığını bulup sanatçıyı gömmek maksadıyla yapılıyor.
Bu da yerin dibine batırmak oluyor.
Tabii ilerleme de olmuyor.
Bir eleştirmen arkadaşımızın, çok keskin bir biçimde şöyle bir sözü oldu: “Kötü öyküye örnek: …” deyip kestirip atıyor.
Şahsı kötü öyküye örnek göstermek. “Şu öyküsünün şu kısmında şu sebepten dolayı” dese tamam da…
Kitaplarına da girdi bu.
Benim kusurum yoktur demiyorum. Olabilir. O kusur her insanda olabilir. Dostoyevski Rus edebiyatında eleştirilirken çok kusurları olan, savruk bir yazar olarak tenkit edilir. Ama dünya edebiyatında hiçbir zaman bu yönüyle ele alınmaz. Büyük bir romancı olarak kabul edilir.
Bizim edebiyatımızın sahih öykücülerinden Sait Faik’e baktığınız zaman, onun öykülerinde o kadar çok kusur var ki, hatta Üstad Necip Fazıl, Sait Faik’in öykülerini Büyük Doğu’da yayınladığında, onların çoğuna müdahale ederek yayınlar.
Kusurları var ama Sait Faik’teki dikkat, ayrıntı, samimiyeti de görmemek olmaz!
Sait Faik’i küçük düşürmez asla.
Ve bugün kimsenin o tarafların üstünde durduğu da yok.
Burada öykülerin bütünlüğü noktasında ele alınıp, incelenmesi, irdelenmesi üzerinde durulmuyor. Öyküyü de bir iki ölçüye sığdırmaya çalışmak doğru değil. Sadece dil ve yapıyla yargılamak da doğru değil. Bunun üzerine ben Öykü Ağacı denemelerini yazdım ve kitaplaştırdım.
Gerçekten sizin bir eksiğinizi bulsa, bir kazanım sağlamış olsa bu güzel bir şey.
Tabii. Eleştirilerin yararlarını da gördüm. Kendi kendimi tarttım. Mevcut yayınlanmış eserler üzerinden, tenkit; tenkide karşılık; karşılıklı mülahazalar gelişmiyor ülkemizde.
Niçin?
Eleştirinin hedefi katkı sağlamak olmalı. Yıkmak değil. Yol açıcı olmalı. Ben dergi yöneticisiyim şu anda. Birçok genç arkadaşımız geliyor. Oturup karşılıklı değerlendiriyoruz. Birlikte katkı sağlayacak bir eleştiri olacaksa bunun elbette bir anlamı olur. Eleştirinin aynı zamanda kültür hayatına bir bakış getirmesi de gerekiyor. Eğer bunlar sağlanmıyorsa eleştirinin bir karşılığı da olmuyor. O açıdan önemli.
Tekrar bağlayacak olursak, sizi Batı’dan etkileyen kimleri sayabilirsiniz?
Büyük Doğu, Edebiyat ve Diriliş’te birinci sınıf yazarlara yöneldim demiştim. Mesela Knut Hamsun’un Dünya Nimeti’ni okumuştum. Çok hoşuma gitmişti. Biraz da belki topraktan gelen bir insan olmam sebebiyle olabilir. Dostoyevski’yi çok zevkle okudum. Anton Çehov’un ironisinin bende karşılığı oldu. Kütüphanemi de hep birinci sınıf yazarların kitaplarıyla kurdum, hep onları okudum. Edebiyatımızda Batıya yönelmiş olanlar doğrusu bana çok sakil geldi. Karşılıkları olmadı.
Biraz bizim kendi klasiklerimizden yola çıkmadan onları okumamın bana zararları da oldu. Dil ve üslup bakımından. Benim ilk kitabım Evdeki Yabancı. İlk öykülerim de onlar.
Bu kitabımın yeni baskısı yapılırken o öykülerimi okuduğumda, bu öyküyü niye kitabıma aldım diye bir pişmanlığım olmadı.
Batı Klasikleri belki de sizin daha doğru estetik seçimler yapmanızı sağladı?
1980’de yayınlandı bu öykülerim. O beş öyküm yayınlandığında Rasim Bey ironiyi çok kuvvetli bulmuştu. Yani bu ironi de bende biraz zannediyorum Çehov’dan geliyor. İroni bende çocukluğumdan beri gelen, çok muzip bir tarafı var. Bizim bir Hamdullah abimiz vardı, adeta tiyatro sanatçısı gibiydi. Herkesi güldürmekten zevk alırdı. Bunlar bende birebir karşılığı olan yazarlar oldu.
Kırıp dökmek anlamında değil tabii.
Dolayısıyla bir duruma yaklaşırken bir muziplik oluyor.
Edgar Allan Poe?
Edgar Allan Poe’nin bende çok bir karşılığı yok. Amerikan edebiyatında ben de en çok karşılığı olan şey Jack London’un Martin Eden romanı olmuştur. Birçok öyküme de yansıdı bu. Martin’in o sefil hayattan, kenar mahallelerden gelişi falan.
O zaman sizin bir yazar olarak iyimser bir mizacınız olduğu sonucuna varabiliriz buradan? Tarz olarak.
Tabii evet. Şöyle bir şey de söyleyeyim. Benim ilk öykülerim Mavera’da yayınlandığı zaman, aylık dergide yazılan bir eleştiride Kafka ile benzerliği vurgulanmıştı. Halbuki ben o dönem Kafka’yı, kitaplarını almış olmama rağmen hiç okumamıştım. Sonradan okudum. Tomris Uyar ile bir tanışmamız oldu. İlk çıkan üç kitabımı kendisine vermiştim. Okudu. Okuduktan sonra karşılıklı görüşüyorduk. “Kafka ile bir benzerlik var mı?” diye sordum. “Kesinlikle yok” dedi. “Kafka çok karamsar ve karanlık bir dünyası var, senin dünyan çok aydınlık” demişti bana. Rasim Bey benim ayrıntı yoğunluğumu Proust’a benzetiyor.
Proust’u okumuş muydunuz peki?
Ondan sonra daha çok okumaya başladım. Aynı rezonansta bulunma, dünya koşulları olabilir, o koşulların insan üzerindeki yansımaları olabilir. Jack London’un bende en büyük etkisi, kahramanın kendini aşırı bir azim ile yetiştirmesi, hapishaneye düşmesi, kitap okuması, bir bayan yazara âşık olması, onu aşma çabası, psikolojisi beni etkiledi. O kitaba da not düşmüşüm, 25-30 yıl sonra kütüphanemi karıştırırken gördüm. “Ben yazar olacağım” demişim. Bu azim belki de babamın ölümünden sonra okula beş yıl ara vermem, okuma hasretim, dedemin talebelerinin beni imam hatip okuluna göndermesi, okulun kütüphanesine dadanmış olmam, daha sonra biraz önce anlattığım Büyük Doğu eksenine girmiş olmam beni fazlasıyla etkiledi.
Köy hayatındaki çileli zamanlarım benim hayatımı belirlemiş oldu.
Daha önce başka bir yerde söylediniz mi bilmiyorum ama Oscar Wilde’a karşı sanırım ayrı bir alakanız var.
1990’dan sonra ilahiyatta yüksek lisansa başlayınca o dönemde Chateaubriand’ın Paris Kudüs Yolculuğu’nu okumuş, incelemiştim. Batılı bir yazarın Doğu düşüncesine bakışını üzerine yoğunlaştım. Bunun üzerine batılı sanatçılardan kimlerin İslâm düşüncesinden etkilendiği üzerine bir çalışmaya giriştim. Cervantes, Andre Gide, Puşkin, Oscar Wilde gibi İslâm düşüncesinden etkilenmiş olan yazarlar üzerine çalışmalar yaptım. Oscar Wilde’ın hikâyelerinde Binbir Gece’den etkiler var. “Gül ile Bülbül” öyküsü entresandır. Benim bu anlamda bir ilgim oldu. Bizim ruh dünyamız çok zengin. Zengin bir masal ve hikâye dünyamız var.
İslâm sebebiyle Arap Kültürü de var, Fars Kültürü de var, Osmanlı Kültürü var.
Ortadoğu ve Anadolu kültürü var. Bunların hepsinin birleşiminden ortaya çıkan yoğun bir kültür, medeniyet var. Bu medeniyetten beslenip bunu geleceğe taşıma adına Batılılar bunu çok iyi yaptılar.
Aslında bizim yapmamız gereken şeyler.
Evet. Tolstoy’da var, Andre Gide’de var. Oscar Wilde’da var. Masal dünyamızdan etkilenerek fantastik edebiyatı çok yoğun işlemişler. Bizde bu çok olmadı. Aslında klasiklerimizde var.
Nedir olmamasının sebebi peki?
Bunu Üstad Necip Fazıl’ın, Sabahattin Ali’nin öyküsüyle ilgili Ağaç Mecmuasında yazdığı bir giriş bölümü var: “Bizdeki aydınlar Batıya yönelince onu oradan adapte edip, kendi imzaları altında yayınladılar.” Zenginliğimiz yeterince işlenemedi. O yazarlar Batı yerine kendi köklerine yönelmiş olsalar zenginliğimiz ortaya çıkacaktı. Bunu Üstad Necib Fazıl “Ruh Burkuntularından Hikâyeler”de ortaya koydu. Daha sonra Sezai Karakoç’un hikâyelerinin üzerinde durulmadı. Bizde Rasim Özdenören öyküsü bu anlamda dönüm noktası oldu.
Peki 80’lerden sonra ülkede bir öykü yazarlığı patlaması var. Onu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birikimin getirdiği bir patlamadır. İkinci Yeni’nin getirdiği bir patlama var. Solda da materyalist yaklaşım bunu sınırladı. Bu anlamda başarılı öyküleri de var, inkâr edemeyiz.
Mesela Orhan Pamuk’un siyasi görüşü şu veya bu. Ama Benim Adım Kırmızı’da bir akıcılık var. Hikâye örgüsü var.
Ama yeterli mi? Yeterli değil. Rasim Özdenören başarılı öyküler ortaya koydu. Ondan sonra bizim İslâmî düşünce geleneğinde olan birçok arkadaşımız yetişti. Kadir Tanır, Cemal Şakar, Ramazan Dikmen, Âlim Kahraman gibi. Ondan sonraki kuşaktan gelen arkadaşlarımız var. Ciddi bir öykü damarı gelişti.
Şu an genç öykü yazarlarından kim var?
Oldukça umut veren arkadaşlarımız var. İsimleri aklımıza gelmeyebilir alınmasınlar. Hemen hepsi önemli bir birikim oluşturdu. Akademik çalışmalar bazı insanları sınırladı. Bir çok umut veren arkadaşlar var.
Türkiye’de eskiden meşhur Marmara Kahvesi gibi Nâzım Hikmet’in de Necib Fazıl’ın da geldiği, fikir tartıştığı mekanlar, ortamlar var mı?
Siyasal etkiler yüzünden dağıldı.
Yani 80’ler öncesi dönemle şimdiki dönemde; sağ-sol fark etmez, İslâmî camia için de söylüyorum; insanlar politik gibi ama değiller.
Zaman zaman yakınlaşmalar oldu. Fakat siyasal anlamda Uğur Mumcu’ların öldürülmesi gibi olaylar nedeniyle yeniden ayrışma oluştu. Daha önce diğer yazarlar bir araya geldiğimiz dönemler oldu. Ancak birden bire Ankara’da ‘kahrolsun şeriat’ bağrışmaları olunca derin ayrışma başladı ve uzaklaşmalar oldu. Siyasal kutuplaşmalar sanat-edebiyat çevrelerinin bir araya gelmesini engelledi.
Onun haricinde edebiyat mahfilleri var mı şimdi?
Dergi çevrelerinde var elbette. Biz Yedi İklim çevresinde her cuma burada bütün arkadaşlar bir araya gelip sohbet ediyoruz, konuşuyoruz. Diriliş geleneğinden gelen arkadaşlarımız belli sebeplerden bir yerlere dağıldığından eskisi gibi değil. İtibar, Bir Nokta, Hece gibi dergi çevrelerinde bir araya gelen arkadaşların ortamı var. Bir problem bu. Bir diğer problem, edebiyat, mânâ ve düşünce merkezli bakmayınca ortada bir yapaylık kalıyor. Bu eleştiriyi kendime de yöneltiyorum.
Mesela örneğin Dostoyevski mevzusu etrafında insanların şucu veya bucu olmasının ne önemi var. Zaten eserler orada, kendisi ortada. Herkes fikrini söyleyebilir, bunun etrafında buluşulabilir yani.
Edebiyat ortamlarının buluşmasını zorlaştıran bir dağınıklık var. Üstad Sezai Karakoç’un fikir üretmeye devam etmesi çok önemli. Maalesef oradan uzak duruluyor. Günümüz hareketlerinde düşünce merkezli bakışta biraz gevşeme var. Buna Yedi İklim‘i de dâhil etmek gerekiyor, düşünce üretemiyorsak bir problem var demektir.
Mesela Fransa’da Fransız Akademisi diye bir şey var. Bir eser ortaya çıktığı zaman, onu onaylayacak bir zemin vardı. Hâlen etkin mi bilmiyorum ama?
Dağıldı tabiî onlar da.
Orada kısmen vardı da, bizde hiç ortak nokta yok. Bir kıstas yok edebiyat âleminde.
Evet. Ortak bir bakış olmuyor. Ciddi bir problem var.
Yani sizin yayıneviniz kuvvetli ise, çıkardığınız roman “en güzel roman” gibi bir algı oluyor.
Tabiî orada sermaye kendisinin reklâmını yapıp, pazarlayabileceği bir ürün ortaya koydurtabiliyor. Mesela bir okulda öğrencilerle programa katıldık. Ne okuyorsunuz diye sorduğumuzda okuyan yok. Bir kaç kişi kitap okuyor, onlar da “Elif Şafak’ın, İskender Pala’nın kitaplarını okuyorum” diyor. Edebiyat dergileri okunmuyor. Gençlik yıllarımızda daha düşük nüfuslu dönemlerde dergiler çok daha fazla okunuyordu. Şimdi daha az okunuyor.
Şu an hangi kitabı okuyorsunuz ve genelde hangi kitaplar başucu kitabınız oluyor?
Benim çantam kitap dolu. Bulunduğumuz ortam kitap dolu. Şu dönemlerde çalışma programlarım oluyor. Hastalık dönemimde 4 Halife’nin hayatı benim 4 yılımı aldı. Bunların ikisi çıktı kitap olarak.
Bir yandan okurken bir yandan yazdınız.
Tabiî. Ciddi bir araştırma dönemim oldu. Onlar çıktı ve o seri bitti. Hz. Ali de 5-6 ay içerisinde çıkacak. Bir ara Umberto Eco ‘nun eserlerine yoğunlaştım. Tüm eserlerini okudum, bir kaç çalışma yaptım. Şu dönemde Selahaddin Eyyûbi epeyce zamandır masamda duruyor. Ne kadar malzeme varsa topladım, okuyup-yazmayı planlıyorum. Öykü okumalarım devam ediyor. İlginç bulduğum bir kitabı alır okurum. Bu ara bir de Tolstoy yoğunluğu başladı. Bir çok romanını okudum. Onlar yazmak üzere bir kenarda duruyor. İtalyan Rönesansı hakkında çalışmalar okuyorum. İslâmî düşüncenin Rönesans üzerindeki etkileri yadsınıyor. Bir makale çalışması yaparken onun etrafındaki eserleri de okuyorum. Yani geniş bir okuma yelpazesi gelişiyor. Mesela Ernest Renan’ı okuyorum, temel tezi “İslâm’ın bilime bir katkısı yoktur” diyor. Reddediyor. Onun zamanında reddiyeler yazılıyor. O dönemin bir takım Müslüman düşünürleri reddiyeler yazıyorlar. Onlar ile ilgili bir çalışmaya başlamıştım. O yarım duruyor. Nikos Kazancakis’in bütün eserlerini okudum, onun hakkında bir çalışma yazacağım, o yarım duruyor. Yani masamın üstünde geniş bir çalışma malzemesi duruyor. Biraz dağılıyorum ister istemez.
Son olarak da şunu soracağım: Ali Haydar Haksal’ı eleştirseniz, tenkit edebileceğiniz yönleriniz var mı? Üzerine düşündünüz mü?
Çok şükür birçok eser ortaya koydum. İz Yayınları şu anda bütün eserlerimi yayımlamaya başladı. Bu eserlerin 7 tanesi çıktı. Anlaşmaya göre 38 dosya var. Yayımlanmamış olanlar da var. Benim kendimle ilgili getirebileceğim eleştiri; bazı konularda dağıldım. Mesela aktif siyasetle ilgilendim, halen de ilgim, ilişkilerim var. Bir yandan zaaf olarak görülebilir, ama bir yandan da insan tanıma bakımından eserlerim açısından yararı da oldu. İnsanların kusurlarını da görüyorsunuz. Mesela “Yalnızlık Sarkacı Öyküleri”ne bu gözle bakılabilir. “Başkanın Masasında Kalan Çanta” öyküsünde olduğu gibi, doksanını aşmış adamın hala milletvekili olmak için gösterdiği hırs bir hastalık anlamında ele alınmış. Bir ara aktif ticaret yaptım. Ticaret yaparken zihnen kendinizi o işe veriyorsunuz. İnsanları tanımak bakımından bir şansım oldu benim. İnsanlara dışarıdan bakan bir yazar olmadım. Hayatın içinden gelen bir insan olarak yazdım. Kendimle ilgili kusurum, çok yazmaktan dolayı biraz kusurlarım oldu. Bunu inkâr edemem. Onu gideriyorum. Yeni baskısını yapmakta olduğum tüm eserlerimi sağ olsun Mehmet Özger şu anda editöryal anlamda yeni baştan okuyup düzenliyor. Ona göndermeden önce, ondan geldikten sonra tekrar okuyorum. Şu anda eserlerimin kendi kusurlarını giderme bakımından da böyle bir çalışmam oluyor. Şunu çok rahatlıkla ifade edebilirim ki, 30 yıl önce yazılmış yazılarımı şu anda okuduğum zaman, dışardan biri olarak okuduğum zaman haz alıyorum. Bu benim açımdan önemli. Nuri Bey İstanbul’a geldi. Son çıkan üç tane kitabımı kendisine verdim. Kendisi bana mesaj attı, “Kitapları yeni bitirdim, teşekkür ediyorum, eline-gönlüne sağlık, okurken haz aldım.” Bu benim için yeterli. Bir büyüğümüzün bu kanaati benim için yeterli. Şimdi bir takım kitaplarım zirve oldu. Üst düzey noktaya geldi. Bu benim için önemli ama her zaman şunu itiraf ediyorum; amatör ruhlu bir insanım. Yani her şeye yeniden başlıyormuşum gibi bakıyorum. Bu da benim kazancım oluyor.
Çok teşekkür ediyoruz vakit ayırdığınız için.
Ben teşekkür ediyorum.
Aylık Dergisi 115. Sayı, Nisan 2014