Pazartesi, Kasım 11, 2024

Anadolu’daki Sunî Bir Problem -Türkiye Cumhuriyeti-

Fâiz lobisi, dış mihrak, ananas çetesi, paralel yapı, haşhaşîler, hukuksuz yargı kurumu, yolsuzluk, rüşvet, dinleme-kaset skandalları, AB uyum süreci, urlaşmış sermaye, sanatsızlık, edebiyatsızlık, güdümlü medya, gelir dengesindeki uçurum, fabrikasyon gıdalar, tüketim çılgınlığı, sosyal medya manyaklığı, estetik yoksunluğu, ahlâki yozlaşma, aile içi şiddet, intihar ve daha birçok felâket…

Kısaca bir liste çıkartıldığında bile ne kadar çok problemle karşılaşıyoruz. Peki, esas olan bu problemler mi yoksa rejim zihniyeti toplumu bu problemlere mi sevk ediyor? Bugünlerde rejimin payandaları bir bir düşerken ve rejim toplumumuz nezdinde sorgulanmaya başlarken işin bu tarafı tartışmaların merkezine oturtulmadığı takdirde yapılanlar havanda su dövmeye benzeyecektir.

Kısa bir tarih muhasebesi yaparak, bugün muhatab olduğumuz sunî problemin kaynağını gösteremeye çalışalım öncelikle…

Kısa Bir Muhasebe

-Batı-

15-16. yüzyıl boyunca Avrupa’da süren reform hareketleri…

Bu yıllar başında Papalığın menfaati peşindeki Kilise tek otoritedir. Kiliselere bağlı olan Krallar Avrupa’nın pagan geleneğine nisbetle tanrılık makamında. Toprak sahibleri de o tanrıların evlâtları konumunda. Milletlerse, ülkeler çapındaki hapishanelerin mahkûmları…

Böyle bir konjonktürde Avrupalı “hürriyet” sloganı etrafında mevcut yapıya başkaldırmış ve yeni bir nizâma yol arayıcı ihtilâller devresi olan reform çağını başlatmıştır. Bu ihtilâllerden özellikle Fransız İhtilâli ön plana çıkarken Fransız İhtilâli’ne de zemin hazırlayıcı olması bakımından İngiliz İhtilâli’de incelenmelidir.

Reformlar son derece önemli hadiselerdir ve dünya çapında etkileri vardır. Bu bakımdan ilgilisinin mutlaka incelemesi gereken olaylardır. Biz bugün Anadolu’da hâkim olan sunî problemin kaynağını aradığımız için reformlara da bu açıdan bakacağız. Reformlar kime karşı ve niçin gerçekleşiyor? Bu sorunun cevabını arayacağız. İslâm, hilâfet merkezi olan Anadolu’ya Batılı reform hareketleri niçin taşınmış onu anlamaya çalışacağız.

Hazret-i İsa’nın göğe kaldırılmasının ardından 3 asır sonra getirdiği hak din tahrif edilerek devrin cihanşümul devleti olan Roma’nın dini hâline gelmiştir. Roma’nın pagan kökenleriyle Hazret-i İsa’ya atfedilen İncil arasında bütün inceliklerden ve mücerret anlayıştan yoksun, materyalist, pagan gelenekle yoğrulmuş bir din imâl edilmiştir. Bu din yarı pagan yarı Hristiyan Roma marifetiyle İstanbul’un fethine kadar rahatlıkla hüküm sürmüştür.

İstanbul’un fethedilmesi bizim için olduğu kadar Avrupa için de son derece önemli bir olaydır. Öyle ki artık Müslümanlar Avrupa’nın sınırlarına dayanmış, kilise Selçuklu devrinde olduğu gibi Avrupa’yı bir araya getirerek gelmekte olan İslâm’a karşı hâmle kabiliyetini kaybetmiştir.

Hukukî bakımdan ele alacak olursak kilise, krallık ve burjuva imtiyazlı zümrelerdir; geri kalan halk içinse hukuk, yine bu üçünün menfaatleri nisbetinde işletilmektedir.

Ekonomik bakımdan değerlendirecek olursak kilise, krallıklar ve toprak sahibi burjuvalar halkın emeğini orantısız bir şekilde sömürmekte ve sermaye dağılımında adaletsizlik almış başını yürümüş vaziyettedir.

Fikir, ilim ve sanat gibi alanlar kilisenin kontrolü altındadır ve kilise kendi çıkarlarını incitecek hiçbir gelişmeye müsaade etmemektedir.

Böyle bir hâl içerisinde kıvranan Avrupa, yeni bir nizâm arayışına girişmiştir ve reform hareketlerini başlatmıştır. Reform hareketlerini, neticeleri bakımından rejim, din, hukuk ve ekonomi gibi başlıklar altında değerlendirebiliriz.

Rejim: Kilise, krallık ve burjuvazi prangasına vurulmuş toplumlar kendi kurtuluşlarını ararlarken cumhuriyeti tercih ettiler. Batı, rejim anlayışını kendi köklerinde yani Eski Yunan’da buldu. Gerek kilisenin baskısından kurtulmak, gerekse kast sisteminden kurtulmak için Avrupalı Eski Yunan’da Sokrat’ın “ayak takımının yönetimi” diyerek aşağıladığı Aristo ve Eflâtun tarafından da kıyasıya eleştirilen demokrasiye sarıldı. Özellikle seçilme hakkının ve devlet bürokrasisinin yine ülkedeki tek eğitimli ve zengin kesim olan burjuvaziye kalmış olduğu hakikatini göremedi.

Din: Kilisenin “Papa’nın menfaatlerini krallıkların ve tebaanın üzerinde gördüğünü” söylemiştik. Hâl böyle olunca reform hareketleriyle beraber kilisenin devletler üzerindeki tesirinin kaldırılması adına Fransa’da ortaya çıkmış olan siyasî anlayış lâikliktir. İngiltere’de lâikliğe ikâme olarak kabul edilen anlayış ise sekülerliktir. Arada küçük nüans farklılıkları olmasına rağmen her ikisinin de maksadı kilisenin devlet otoritesindeki hâkimiyetini ortadan kaldırmaktır.

Hukuk: Avrupa’da reform zamanına kadar işletilen hukuk adalet olgusundan uzak, kilisenin, kralların ve burjuvazinin çıkarları eksenindedir. Reform hareketleriyle beraber kilisenin ve krallıkların devlet hayatından ayrılmasıyla parlamentolar tarafından yeniden medenî kanun, ceza kanunu, ticaret kanunları gibi kanunlar üretilmiştir. Burjuvazinin seçilme hakkı ve bürokrasi kademelerindeki hâkimiyetini göz önünde bulunduracak olursak yürürlüğe konan hukuk kuralarının ne kadar sağlıklı olduğu tartışmaya açıktır.

Ekonomi: Reform hareketlerinin ekonomik neticelerinden en önemlisi kapitalizmdir. Amerikalı tarihçi Perez Zagorin Avrupa tarihinin bu değişim sürecinde aristokrasinin gittiği biçim değişikliğini; “aristokratik düzen varlığını koruyabildi; fakat bunu yeni bir biçim içinde yapabildi; aristokrasinin temeli artık doğuma değil paraya dayanmaktaydı.” Bu durum hem her şeyin metalaşmasının hem de müzmin sürgün olan, toprak sahibi olmadığı için aristokrat dolayısıyla devlet işlerinde bir türlü söz sahibi olmayan Yahudi’nin önünü açmış oldu.

*

Reform hareketleriyle kilise, krallık ve burjuvaziden kaynaklanan problemler, aşağı yukarı üstte bahsettiğimiz şekillerde çözüme kavuşturulmaya çalışıldı. Burada derinlemesine bir çalışma yapamasak da en azından manzaranın kaba hatlarını şöyle bir araya getirmeye çalıştık.

Üstad Necib Fazıl “İhtilâl” adlı eserinde toprak seviyeli ihtilâl hareketlerinin her birinin içinde bulunduğumuz hâl adına dersler arz etmesi yanında; “insanoğlunun başını taştan taşa vurarak ideâl nizâmını aradığı, her defasında eli boş döndüğü bu hareketler” şeklindeki tarifi yine bizim bu konuyu ele alışımız açısından çok mühim.

Kısa Bir Muhasebe

-Anadolu-

Büyük Doğu-İBDA külliyatındaki tarih muhasebeleri içerisinde Kanunî Sultan Süleyman devrinin pek bir kıymeti vardır. Külliyatımıza göre bu devre İslâm aşkının ve vecdinin kaybedilmeye başlandığı, yerine ham softa kaba yobaz bir anlayışın hâkim olduğu devredir. Kanunî’den bugüne kadar geçen 500 yıllık zaman zarfı içerisinde “İslâm’a Muhatab Anlayışı” yenileyecek fikir kahramanının zuhur etmemesinin bedeli Birinci Dünya Savaşı zamanında en keskin şekilde anlaşılmıştır.

Kısa muhasebemizin Anadolu bölümünde, Islahat Hareketlerinden başlayarak bugüne kadar sunî bir problem olan Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl şekillendiğinden biraz bahsedelim.

Kanunî Sultan Süleyman devrinden başlayarak, İslâm aşkından ve vecdinden uzaklaşılmaya başlamıştır, demiştik. Bir Batılı akademisyenin “biz dinimizden uzaklaştıkça, Müslümanlarsa dinlerine yakınlaştıkça başarılı oluyorlar” teşhisi o dönemde bir türlü konamamış ve bir kaç ıslahat girişimi olsa bile muvaffak olunamamış, Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın dünya çapında Müslümanları bir safta toplayacak Büyük Doğu ideali kavranamamış ve işler gelip Birinci Dünya Savaşı’na dayanmıştır.

Bu döneme kadar özellikle Avrupa’ya eğitim için gönderilen kadrolar sürekli oradaki yenilikleri buraya getirip aplike etmek derdine düşmüşlerdir. Batıcılık gibi hareketler hasıl olmuştur. Tüm bu hareketler karşısında da Anadolu’nun gerçekten muhtaç olduğu “İslâm’a Muhatab Anlayış” dâvâsını yenileyecek bir fikir kahramanından yoksun oluşu münasebetiyle Batıcılar gemi azıya almışlardır.

Birinci Dünya Savaşı’nı mağlubiyetle tamamlayan Osmanlı Devleti’nin elinde son kalan Anadolu, jeopolitik konumu nedeniyle paylaşılamayınca, burada Avrupalılar marifetiyle sunî bir problem olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Lozan Barış Anlaşmasıyla beraber kabaca bahsedecek olursak en başta İslâm’ın ve İslâmî olan her şeyin Anadolu’dan tasfiyesi amaçlanmıştır. Hilâfetin son olarak Anadolu’da kaldığını ve bütün bir İslâm coğrafyası adına bağlayıcı olduğunu düşünürsek ilk hedef hilâfetin kaldırılmasıydı. İçerideki Batı uşakları marifetiyle ilk olarak hilâfet kaldırıldı. Hilâfetin kaldırılması demek, ileride Batıya karşı Müslümanların topyekûn bir safta buluşmalarına mani olmak demekti, şimdiye kadar muvaffak da oldular. Hilâfetin kaldırılmasının ardından maymunvârî bir taklitçiliğe geçildi ve bu hareketlere

“Atatürk İnkılâbları” adını verdiler. Bu inkılâbların neticelerini yine Batı’nın kısa muhasebesinde yaptığımız gibi değerlendirecek olursak:

Rejim: Avrupa’daki rejim olduğu gibi kopya edilerek Anadolu’ya empoze edildi. Cumhuriyet ve demokrasi… Avrupa’da köklü aristokrat ailelerinin seçilme hakkını paylaşmalarının aksine burada yeni türeyen bir çıkar zümresi seçilme hakkını paylaştı ve kendi burjuvazisini meydana getirdi. Bürokrasi kademeleri de yine bu zümrenin kendi çevrelerinden teşekkül edildi.

Din: Papalığın sanki Türkiye’de bir yaptırımı varmış gibi lâikliğe geçildi. Lâikliğin karşısındaki her anlayış da düşman tanımlamasına sokuldu ve devletin bütün unsurları karşıt anlayışlara en şiddetli şekilde işletildi.

Hukuk: Batı’nın kendi kültürüne nisbetle imâl edilmiş olan hukuk kuralları kopyala yapıştır mantığıyla Anadolu’ya getirildi. Bünyenin bu kanunları ve diğer devrimleri kabul etmediği zamanlarda da yargı tokmağı Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndan yorgun çıkmış Müslüman kesimlerin kafasına acımasızca indirilmekten haya edilmedi.

Yargı kadrosundan çok bir katil çetesini andıran yargıçlarla, yapılan taklit, millete kanla kabul ettirilmek istendi.

Ekonomi: Reform hareketlerinden sonra ortaya çıkan kapitalist anlayış ayniyle Anadolu’da da yürürlüğe kondu. Batı’nın muhasebesinde altını çizdiğimiz her şeyin metalaşması ve piyasa prensiblerinin bu topraklarda kabul görmesi sağlandı.

*

Toparlamak gerekirse Batı’nın kendi dini, kendi anlayışı, kendi ahlâkı nisbetinde kilise, krallık ve burjuva otoritesinin boyunduruğundan kurtulmak için yaptığı yenilikler hiçbir süzgeçten geçirilmeksizin maymunvârî şekilde taklid edilerek Anadolu’ya cebren empoze edilmeye çalışılmıştır.

Başa Dönelim

Anadolu’da sunî bir problem vardır ve bunun adı da Türkiye Cumhuriyeti’dir. Sunîdir çünkü bu milletin dini, dili, geleneği, ahlâkı ve anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Anadolu’da o dönem bir nizâmsızlık olduğu doğrudur fakat ithâl edilen nizâm da aranan ve lâyık olunan nizâm değildir. Bugün gündeme gelen yolsuzluk operasyonlarına nisbetle, eğer ki bir yolsuzluk operasyonu yapılacaksa bu topraklardaki en büyük yolsuzluk Türkiye Cumhuriyeti rejiminin bizzat kendisidir.

Bugünlerde rejimin payandaları bir bir düşerken bütün tartışmaların merkezine yerleştirilmesi gereken asıl mesele budur. Hastalık teşhis edildikten sonra tedavisi de hazırdır.

Kötü nizâmın da bir nizâm olduğu ve bugün yürürlükte olan nizâmın bütün bir insanlığı her gün yeni bir felâkete sürüklediğini göz önünde bulunduralım.

Arab Baharı’ndan başlayarak bütün bir dünyada görüyoruz ki, artık milletlerin mevcut nizâmdan sıyrılarak yeni bir nizâm arayışında oldukları açıktır. Buna mukabil hayatın bütün şubelerini kapsayıcı bir dünya görüşü ve anlayıştan uzaklardır. İşte bu dünya görüşünün ve anlayışın telif sahibi olan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ise bugün sunî problem olan Türkiye Cumhuriyeti’nin cezaevi hücrelerinde yokluğa mahkûm edilmek istenmektedir.

Son Dem

Reform hareketleriyle beraber tesis edilen yeni dünya anlayışı miadını tamamlamıştır ve artık yama tutmamaktadır. Sadece Anadolu’da değil bütün dünyada büyük bir buhran hâkimdir ve milletler kurtuluş reçeteleri peşinde yeni arayışlar içerisine girmişlerdir.

Özellikle Arab Baharı’ndan da görüldüğü üzere insanlar artık neyi istemediklerini çok iyi bilmekte lâkin mevcudun yerine neyi getireceklerini bilmemektedirler. İşte, Büyük Doğu-İBDA fikriyatının “İslâm’a Muhatap Anlayışı” örgüleştirmesinin, İslâm anlayışını yenilemesinin ve zamanın getirdiklerine nisbetle İslâm’ı hayatın bütün şubelerine tatbik etmesinin kıymeti budur. Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle “500 yıldır beklenen mütefekkir” Kumandan Salih Mirzabeyoğlu yine Üstad’ın belirttiği üzere “beklendiği gibi” Anadolu’da yetişmiştir.

Hayatın bütün şubelerini kapsayıcı İslâm İnkılâbı hazırdır ve büyük İslâm İhtilâlini beklemektedir. Yapılan bütün provalar, kıtalar çapında gerçekleşecek olan mukaddes ihtilâlin habercisidir.

 

Ömer Emre Akcebe

Aylık Dergisi 113. Sayı, Şubat 2014

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir