Cumartesi, Aralık 7, 2024

Dönene Merhaba Yok!

Kadim Dostum-Kardeşim Yusuf’a ithafen…

 

 

 

Dünün en sıkı “falanca-filanca”larının, gizli düşkünlüklerinin şartlarını bulur bulmaz, bugün düştükleri ve bu düşüklükten dolayı, toplumun genel fikrî ve ahlâkî yapısını da düşürüşleri malûm. Besmele ile -küresel kapitalist- fast food restoranı açılışından, bizden diye organizasyon ihalesi verilen imam hatip mezununa; “veren”in de “alan”ın da dedirten cinsten, bu organizasyonun minili hatunlar eşliğinde alkollü olmasına; bir bankanın otomatik para çekme makinesini cami altına yerleştiren halka hizmet (!) anlayışından; milletin itikadına düzenlenen reformcu-mezhepsiz suikast hamlelerine; devlet büyükleri tarafından, devlete bağlı özel kurumların başına getirilen, bu kurumlardaki seçme ve elemeyi bilgi, birikim, kabiliyet ve dâvâ adamlığına göre değil de, kırıtmaya, sırıtmaya ve kendi nefsine yaltaklanma kriterlerine göre yapan genel müdürlere kadar daha neler neler… “İman çıkmadan küfür girmez” hakikatine denk; domuz eti yemekten korktuğu kadar, kul hakkı yemekten korkmayan teneke adamlar, ellerinde modern (!) dünya öğretileri, edebiyattan-sanattan nasibsiz, Batıcı bir kafa yapısı, Batılı gibi müşahede ve hüküm, bir de üstüne üstlük ortamı gelince, muhafazakâr görünme ve geleneksel sözler sarf etmeye çalışma kabîlinden ekstra kaşarlıkları…

En acısı da, böyle bir kokuşma, pörsüme ve sahtelik ortamında, en çok ihtiyaç duyulan ADAM; darbecisinin, vurguncusunun, rantiyecisinin, banka hortumcusunun, sosyete partilerinde arz-ı endam ettiği bir ülkede; Müslüman Anadolu’nun ruh kökünün, iman ve ahlâkının dâvâcısı, -Putları Deviren Adam- Mütefekkir Mirzabeyoğlu yıllardır tecrit altında tutulmakta; ve Mütefekkir’in şahsında mücadelesine muhabbet besleyenler de içeride yahut dışarıda bir şekilde ademe mahkûm edilmektedir.

“İçeride gazeteci yok” deniliyor ya, peki ya Şükrü Sak? “28 Şubat’la hesablaşıyoruz” deniliyor ya, peki 28 Şubatçılar dışarı çıkarken, onların hukukuna göre yargılananlar? Halil Kantarcı, Tayyar Tercan ve diğerleri? Greenpeace’çi Gizem için gereken uluslararası girişimleri yapanlar, Yakup Köse’yi görüyorlar mı? Şeyh Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüne her ortamda atıfta bulunan, “Kimsesizlerin kimsesi olduğunu” iddia eden ve “Şivan’a bu yapılan reva mıdır?” diyen iktidara ve bağlılarına, peki “Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na yapılanlar reva mıdır?” demezler mi?!..

Bu husus ile ilgili toplayıcı hükmü, şimdi gazeteci Şükrü Sak’a bırakalım:

– ‹‹28 Şubat’da yargının BRİFİNGLENDİĞİNİ herkes biliyor. İktidar da… Zaten Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun raporu ile bu resmiyet de kazandı… 28 Şubatın, asıl hayatlarına kast ettiği insanlar bugün hâlâ cezaevlerinde zulüm ve işkence altında çile doldurmaya devam ediyor… Başta Salih Mirzabeyoğlu dosyası ortada olmak üzere, işte benim anlattığım, kendi dosyam… Bunlar çok somut örnekler… Bir zamanlar Necib Fazıl aynı şeyi söylemişti; “Her devrin mazlumuyuz” diye… Galiba şimdi de aynı durumda olan Salih Mirzabeyoğlu var; devir değişiyor, hükümetler, iktidarlar değişiyor ama onun muhatap olduğu ADALETSİZLİK, zulüm devam ediyor… Dün “Ergenekon tandanslı” darbeciler, bugün darbecilerin idam kararını infaz etmeyi sürdüren iktidar… Üstelik “darbeciler” de cezaevinde, Mirzabeyoğlu da… Bu korkunç bir çelişki… Ve galiba kimsenin de pek umurunda değil… Baksanıza bu iktidar döneminde; hırsızlar, gaspçılar, katiller, tecavüzcüler, mafyacılar, uyuşturucu çeteleri bile “AB düzenlemeleri” denilen yargı paketleri ile serbest bırakılırken, 58 telif eser sahibi Müslüman bir Mütefekkir, tek kişilik hücrede ve tecrit altında, “ağır ağır” öldürülüyor… Biz bu zulmü anlatamıyoruz bile… Maalesef…›› [1]

Ne diyordu Kemal Tahir, “Bizde yüreksiz yiğit çok yaşar. Çünkü yiğidi yüreğinden tutup, yüreğinden vururlar.” Büyük Doğu Mimarı ise şöyle sorar; ‹‹Bir yiğiti sırtından vurmak bir evliya türbesinin mumunu çalmak kadar kolaydır. Fakat bu kolaylığa el atabilecek yaradılışta insan var mıdır bu dünyada?›› [2]

 

Günümüz için cevabımız katidir. Eskinin dâvâ adamlarının yerini kariyer adamlarının aldığı, her koltuğun adayı ve her makamın adamı olma hevesiyle atak üstüne atak yaptığı, pragmatist-

makyavelist-oportünist ve ciğerine kadar kapitalist bir vasatta, yiğidi sırtından vuran namert soyu elbette ki meydan yerindedir ve er meydanının şer meydanına dönmesinin de baş amilidir.

Öyle bir iklimdir ki yaşadığımız, ne “küresel ısınma”dır, ne “küresel donma”. İslâm toprağı Anadolu’nun yaşadığı buhran, olsa olsa “ahlakî, imanî, vicdanî, irfanî, fikrî” bir donma, bir taş kesilme hâlidir. Ve neticede, ruhu taş kesilen dünün en sıkı “şucu-bucu”larının, rant-kariyer-para-parsa ne tarafa dönerse, o tarafa dönüşmeleridir. Zaten BU MEMLEKET NE ÇEKTİYSE, DÖNMELERDEN ve DÖNEKLERDEN ÇEKMİŞTİR!

Meşrutiyet hareketinin Dönmeliğin zaferi olduğunu vurgulayan Büyük Doğu Mimarı, şöyle devam eder:

– ‹‹Bu hareketle, başta Dönmelik, Masonluk ve Yahudilik el ele davrandı ve İkinci Abdülhamîd’in şahsında tecelli eden dinî ve millî Türk birliğini, ahlâkını, an’anesini çürütme hamlesine girişti. İttihat ve Terakkicilerin kucak açtığı meşhur Maliye Nazırı Cavit, Divan-ı Harp Reisi ve kumandan Remzi Paşa, sahte Türkçülük cereyanının şakşakçısı Halide Edip gibi Dönme tipler meydanı doldurdu, (sosyete hayatı) yaftası altında Şişli muhiti ve salonları kuruldu, aynı sahtelik “Edebiyat-ı Cedide”ye de aşılandı ve Ulu Hakan’ın tahttan indirilmesinden sonra tepetaklak giden millî ahlâk, büyük şehirlerde tam bir çürüme halinde bugüne kadar geldi. (…) Müslümanların arasında, aynı hüviyeti taşıyarak tam bir ayrılık hayatı yaşayan Dönmeler, ticaret ve sanayi hayatına hâkim olarak Türk’ü çürütme gayesini hiçbir devirde ihmal etmediler ve buna göre devirlerin cereyanlarını istismar etmeyi bildiler.›› [3]

Üstad’ın ilgili eserde tafsilatıyla anlattığı Dönmeliği ve iktibas yaptığımız cümlelerini zihnimizde kaim tutarak, birkaç soru sorabiliriz: 1908 tarihli ikinci Meşrutiyet hareketi Dönmeliğin zaferi ise, Dönekliğin zaferi hangi hareketledir ve zafer tarihi nedir? Bu hareketin kucak açtığı, koyunlarına aldığı Dönekler kimlerdir? Zamanında Dönmeler için oluşturulan Şişli salonları gibi, bugün de Dönekler için oluşturulan yeni semtlerden “yaşam alanları”na, derneğinden değnekçisine kadar oluşumlar var mıdır? Peki, finans, sanayi, ticaret hayatında Döneklerin elde ettiği güçler?

Evet, çağın teorisinin Einstein’in “İzafiyet Teorisi” değil, Döneklerin “Zaafiyet Teorisi” olduğunu düşündüğümüzde zaten mesele açıktır. Bu zaafiyetin başı ve başlangıcı şudur:

İlkelerine -bir başka deyişle dününe ve tarihine- ihanet etmek. Ve aşikârdır ki, tüm oyun ve hokkabazlıklar bir tarafa, ülkülerine ihanet edenler, ülkelerine de ihanet etmiştir. Bu noktada, Rus yönetmen -ki cins kafadır- Tarkovski’yi anmadan geçemeyeceğiz: “İlkelerine bir kez bile ihanet edersen, hayat her gün seni sorgular. Hayat ile olan saf ilişkini yitirirsin.” der. “Hayat”ın, Hazret-i Allah’ın sıfatlarından biri olduğunu düşündüğümüzde ise dönekliğin vahameti açıktır. Diğer taraftan ahlâk, ‹‹eşya ve hadiseler karşısında takınılan tavır olduğuna göre›› [4], ilkelerine ihanet edenlerin, asıl meselelerinin ahlâkî olduğu, bunun da “İslâm’a Muhatab Anlayış – Tatbik Fikri” eksikliğinden kaynaklandığı da açıktır. Ve Büyük Doğu Mimarı’nın hükmü ile, ‹‹nihayet işin gele gele, “biz buzdağını hohlaya hohlaya erittik, şimdi geç geçebilirsen çamurdan” meyus ifadesine varması.›› [5]

AK Parti’nin kurucularından olan yazar Ayşe Böhürler köşesinden şöyle soruyordu:

– ‹‹Bugünkü İslâmcılık, AVM’ler, kalkınma, büyüme, liberal ekonomi, muhafazakâr siyaset bileşkesinde tüketim odaklı dindar bir hayat tarzı dışında gençlere ne vaat ediyor?›› [6]

Zaman’dan İhsan Dağı ise “Nerede o eski İslâmcılar?” isimli yazısında, İBDA’nın ölçüsüyle “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağına” binaen, fikir üretecek adamların, sanatçıların, entelektüellerin sisteme herkesten önce biat ettiklerinin altını çiziyor:

– ‹‹Kimse kızmasın; İslâmcı siyasetçilerden, işadamlarından, sivil toplumculardan önce İslâmcı entelektüeller kendilerini kabul ettirdiler. Sistem, tarih, gelenek üzerine derin tartışmaların ve eleştirilerin yapıldığı o dönem çoktan sona erdi. Bir zamanların fikrî bakımdan en canlı, en üretken hareketi küllendi. Belki de İslâmcı kadroların siyasi başarıları entelektüel alanı gölgede bıraktı, veya İslâmcı entelektüeller siyasetin yedeğinde kalmayı kabul ederek kendi tercihleriyle özgünlüklerini ve özerkliklerini terk ettiler. Entelektüeller siyasetle bütünleştikçe ve siyaset de hegemonik bir güce dönüştükçe entelektüel cevvaliyetin vazgeçilmezi olan ‘eleştirel’ duruş zorlaştı, inkıraz kaçınılmaz oldu.›› [7]

Görevini yapmayan doktor, nasıl ki hastaya değil, mikroba hizmet ediyorsa; entelektüel tabelası altında muktedirlere yaltaklanan fikir cânileri de, demagocya silahıyla sahteliğin zeminini oluşturmakta, sisteme bitişik nizamda yanaşarak fikrî güdüklüğe hizmet etmektedir. Aralarında dün savunduklarının-söylediklerinin 180 derece tersini söyleyenler hatırı sayılır miktardadır. Bu samimiyetsiz fikir cânileri hakkında, şimdi yeri gelmişken Üstad’ın hükmünü aktaralım:

– ‹‹Demagocya zanaatı… Evet, sanatı değil zanaatı… Sahte para basmaktan daha şenî bir fikir suistimali… Kalpazan, hiç değilse, hakikî paranın sahtesini basar, demagocya zanaatçısı ise, sahte fikrin, sahte nakdini

Fikir, vergi değil, bahşiş almaya alışınca, demagocya zanaatının istismar meydanı olur. Ve menfaat karşılığı ırzını teslim eden bir kadın gibi, ilk hamlede samimiliğini feda eder.›› [8]

Bir röportajında Alev Alatlı da mevzuumuz ile ilgili şunları söylüyordu:

– ‹‹Filozofları olmayan ülkelerde ağız dalaşı ve tabiî paçozluk hâkim olur. (…) Hamam eski hamam olduğu sürece tellaklar değişmiş değişmemiş fark etmez. Kalitesizleşme, kendim dâhil, hepimizi tehdit eden bir salgındır. (…) Hermes çantaların leblebi gibi satılıyor olmaları toplumsal kalitede artış anlamına gelmez. (…) “Burjuva” teriminin “kapitalist orta sınıf” şeklindeki aslî anlamına sadık kalacaksak, “insan hem kapitalist hem de Müslüman olamaz” diye kesip atmak zorunda kalırım. Çünkü kapitalizmin artı değer yaratma ilkesi, İslâm’ın “kul hakkı”yla ille de çatışacaktır. Malum, üzerinde kul hakkı bulunanların ruhları cennete girmez buyurulmuştur.›› [9]

Günümüzde felsefenin duayeni olarak uluslararası camiada kabul gören başka bir isme bakalım şimdi. Slavoj Zizek, Türkiye ile ilgili, Alev Alatlı’nın görüşlerine paralel bir hüküm ortaya koyuyor:

– ‹‹Çok tuhaf, standart liberal Batı kapitalizminden çok daha dinamik bir kapitalizm beliriyor. Çok daha vahşi! Ama ortalama birey etik kodlara, dine sıkıca bağlı. Daha çok çalışmanız için gereken tüm geleneksel değerler devrede! O yüzden “Türkiye’de hem modernleşme var hem İslâmcılık” dememelisiniz. Hayır! Bunlar aynı madalyonun iki yüzü. Sizin trajediniz Batılılaşmacı Kemalistlerin ekonomik gelişmeye daha az yatkın olması… (…) Sevmediğim bir dünya bu. Çin, Singapur… Umarım Türkiye böyle olmaz. Batı’dan bile iyi işleyen bir kapitalizm; yarı otoriter bir rejimde muhafazakâr etik. Geleceğimiz bu. Rusya buraya gidiyor. Aşırı sert kapitalizm, yolsuzluklar… Ama kiliseden tam destek!›› [10]

Bir bakıma diyor ki Zizek, Batıcı Kemalistlerin eliyle olmayan kapitalist süreç, sırtında İslâmcılık markasını taşıyanlarla oluyor. İçte ve dışta yaşanan tüm birlik ve ayrılıkları da buna nisbet ederek muhakeme etmek mümkündür. Her gencinin neredeyse gönüllü marka hizmetçisi olduğu, modern çağın putlarının ve mabedlerinin madde ve mânâyı zaptı altına aldığı, tüketim odaklı bir ekonomide, şişmenin gelişmek ve büyümek zannedildiği bir noktada, her mahallede kanser gibi yayılan AVM’lerden tutun da, mimarînin zarf-mazruf ilişkisi olduğunu anlamayıp, bitmez tükenmez gökdelen inşalarına kadar. Bu gökleri-delen maddî hadsizliktir ki, mânâ üzerindeki endazeyi de tarumar etmiştir. Örneğin, başlangıçta karşı çıkılan Libya operasyonuna, sonradan destek verilmesi ve Kaddafi’nin katline Batının demokrasi havariliği adına ortak olunması. Aynı demokrasinin ise Suudi Arabistan için mevzubahis bile edilmemesi. Neden? Zira, Suudi zaten Batının hegemonyasındadır, ve sömürü için demokrasi ihracına da gerek yoktur. Bu arada, Zizek’in altını çizdiği konu, AYLIK dergisinin Temmuz 2011 tarihli sayısında yer alan “Ak Parti’nin Gidişatı: Kıyıcı Kemalizmden Reformcu Kemalizme” [11] isimli yazıda, Hayreddin Soykan tarafından detaylıca izah edilmiştir.

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, 11 Kasım 2010 tarihinde, görev teslimi yaparken, “Serbest pazar ekonomisinin şartlarına adapte olmuş dindarlık yerine, hayatımızın her alanını güzelleştiren bir dindarlığa ihtiyacımız var” demişti. Böylesine yerinde bir tesbiti ve bu işin şuurlaştırılmasını, görev başındayken devlet büyüklerimiz keşke söylese ve icraat için imkânları ölçüsünde harekete geçseler. Belli ki, sistemin içinde yer alanlar, nehirdeki balık misali, suyun akışını değiştirecek güce sahip olamıyorlar. Demek ki, iyi-doğru-güzel uğrunda akışı değiştirmek, sudaki taşların değil, dıştaki “baş”ların işi. Velev ki tek kişi de olsa: Sevâd-ı A’zam, bir hak üzere olandır!

Meselenin kemmiyet kabarışları, belediyecilik faaliyetleri olmadığı açık; yollar, köprüler, tüp geçitler, yeni yeni binalar değil. Kaldı ki bu istatistikleri delil kılarak gelişmenin, büyümenin olduğunu iddia edenlere, istatistikleri birazcık sorgulamalarını da tavsiye ederiz. Örnek olarak, Türkiye’de 2012 yılında meslek hastalığından ölen kişi sayısı resmî olarak sadece 1’dir. Madenlerden boyama atölyelerine kadar, çok zor şartlar altında çalışanları düşündüğümüzde, bu istatistik oldukça tuhaftır. İş güvenliği uzmanları, meslek hastalığı dolayısıyla, sadece kanserden ölenlerin en az 20 bin olduğunu söylerken hem de. Kaldı ki mesele rakamlar ise, başka istatistikler vermek de mümkündür. Hırsızlık ve cinayet olaylarındaki artış, hayat kadınlarının sayısının artışı, homoseksüelliğin artışı, kadın cinayetleri ve daha neler neler… Evet yollar açıldı… Ama her yol açıldı… Ve amaca giden her yol mubah sayıldı. Zamanında Büyük Doğu Mimarı, şöyle sesleniyordu Menderes’e:

‹‹ -“(Ko-va-dis? – Nereye gidiyorsun?)… Madde kıymetleri belki 1 asra sığmayacak kadar büyük olan bu eseri hangi ruh etrafında koruyor; vatanı bir ağ gibi ören bu yolları, içinden,

hangi ruhun adamı ve eşyası geçsin diye açıyorsun? Sana, maddeden evvel, hiç değilse onunla başbaşa, ruh imarını tavsiye ederiz!”

Bu hiçbir devirde anlaşılamadı; ve hürriyet, şu kaşıntılı sesiyle özgürlük, medeniyet, şu gıcırtılı ahengiyle uygarlık, demokrasi, liberalizma, filân, falan gibi yafta inanışlar arasında bütün gaye, bir takım madde ziynetinden ibaret sanıldı.›› [12]

Arslan da maymun da aynı ormanda yaşar ama, maymunun dünyası başka, arslanın dünyası başkadır. Bizim burada vurgulamak istediğimiz, kemmiyetin sahibi olduğu kadar, taklitsiz-samimi bir keyfiyetin de sahibi olan arslan gibi durmak ve yaşamaktır. Bu da kopyacı maymun soyunun anlayacağı bir iş değildir elbette. Çilesiz, rizikosuz, bedavacı, parsacı, “ci” ve “cu”ların işi, hiç değildir hele. Kitabçı nasıl kitab demek değilse, İslâmcı da İslâm demek değildir. Bu bir “İslâm’a muhatab anlayış” dâvâsıdır. İslâmî’deki nisbet “i”sine dikkat. Nisbetiniz nedir? Teklifiniz ne? Öncelikle bu gösterilmeli, söylenmelidir. Yoksa günümüzün kabak tadı veren güdük oluşumları kaçınılmazdır. Ve bu fikrî-ahlâkî güdüklüktür ki, meydanı sahte ve meccani kahramanlara, onların kopyacılığına ram etmiştir. ‹‹Bir şeye onu hiç bilmeyenden daha yabancı, bildiğini sanıp da onu satıh üstü kopya edendir. Yani bilgi iddiasındaki kopyacı, o şeye hiç bilmeyenden daha uzak…›› [13]

Çilesi çekilmemiş, kana karıştırılmamış, getirdiği ile götürdüğünün kafa hesabı yapılmamış her iş, isterse kaldırım taşı döşemek olsun, bu soydandır. Eğitimden kültür hayatımıza kadar bu başıboşluğu, bu hesabsızlığı görebilirsiniz. Taklit ettiğimiz ABD’de okullar kara tahtaya geçerken, ders kitabları yüklü tablet bilgisayarları elinde tutan körpe çocuklar, kitab mı okur, yoksa oyun mu oynar? Dedik ya, kafa hesabı yok, doğrudan kopya var diye. Sanırız, birkaç yıl içinde aynı kopya mantığıyla tabletten tekrar tahtaya da geçilir.

‹‹Allah herkese bir türlü tesellisini verir›› [14] diyen Abdülhâkim Arvasî Hazretleri: ‹‹İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil… ›› [15] buyurur. Hazret-i Mevla, bilip de cahil, öğrenip de ahmak, görüp de kör olanlardan eylemesin bizi.

Bu perspektif doğrultusunda, eskiden şu vardı, şimdi bu var şeklinde bir nostalji peşinde olmadığımız açık. Evet “eski mücahidler müteahhit oldu” lâkin, buradaki sıkıntı müteahhit olunmasında değil, mücahidliğin terk edilmesindedir. Üst satırlarda da belirttiğimiz gibi, bunun ahlâkî bir duruş, bir omurga meselesi olduğunun altını çizdik. Peki ne oldu da, misal, önceden meydanlarda bir lider, âyet-hadis söylediğinde, tekbirler getiren halk, şimdiki liderlerin ağzından âyet duyunca alkışlar oldu?… Dâvâ adamlığı ne zaman yerini iş adamlığına bıraktı?.. Bir dönem “Demokrasi bir küfür rejimidir” diyenler, demokrasi havariliğine niçin soyundular?.. Yahut geçmişte “Ortak pazar Türk’e mezar” diyenler, AB’ye “haçlı birliği” hükmü verenler, bugün Avrupa Birliği kapılarında neden dolaşmaktadır?.. Neden AB-D ile aynı yağmur altında ıslanmaktan keyif almaktadır? İmdi “bunlar hep halka hizmet için” denilebilir. Oysa ne diyordu Mütefekkir:

– ‹‹Halka hizmet Hakka hizmettir ya

Hakka hizmet Hakka itaattir!›› [16]

Ve Bilge Kral’dan: ‹‹En büyük şeref sorunu nedir? Her şeyden öte tek bir şey: Kendine ve gayene sadık kal.›› [17] Dante, cehennemin dokuzuncu -en kötü- katını hainlere ayırmıştır.

Şimdi şu hususa dikkat lütfen!..

Her fırsatta Necib Fazıl şiirlerine, (ticaret odası başkanından valisine, vekilinden bakanına kadar) siyasî repertuarlarında yer veren devlet büyükleri, “75 milyon hep beraber Büyük Doğu’yu inşa edeceğiz”, “Her gencimiz bir Necib Fazıl olacak” diyenler, her fırsatta “Fert laik olmaz ama devlet laik olur!” dediklerinde, Üstad’ın şu satırlarından haberdarlar mıdır?

Kelimesi kelimesine Büyük Doğu Mimarı’ndan:

– ‹‹Millî Türk Talebe Birliği’nin, yeni idarecilerini seçmek üzere büyük kongresini topladığı ve beni de kongrenin ruhunu gözetmek üzere çağırdığı bir gün kendisine söz verilen MSP İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk (Ne asaletsiz bir isim!) kürsüye çıkmış ve hiç de sırası, yeri, yurdu, lüzumu yokken demiştir ki:

– Devlet lâik olabilir; fertlerse olmayabilir. Bunlar birbirine mâni değildir!

Yani:

 

– Siz içinizden, isterseniz lâik olmayın! Ama devletin lâik olup olmadığına aldırmayın ve onu kendi oluşu içinde tabiî görün!

Herhangi bir rejimin bâtını her neyse zâhirde onunla tecellisi esas olduğuna göre, ona zıt kalbleri ancak kendi hücrelerinde gizlenmeye dâvet eden ve rejimi kendi haline serbest, hattâ haklı gösteren böyle bir (Bizans) ruhu, açık küfrün bile tenezzül etmeyeceği bir idrak sefaleti arzeden ve balmumu adamları arasında bu çocuk sesli sapık Bakanı şiddetle suçlandırmayan, üstelik yeni

Bakanlıklarla mükâfatlandıran lider de aynı ruhu paylaşmış, hattâ önceden adamına telkin etmiş sayılabilir.

Mesele lâyisizmanın kıymet hükmüne değil, müslümanlık taslıyanların anlayış ve samimilik derecesine gösterme ölçüsüne bağlıdır. Bu tarzda bir lâiklik savunması, müslüman şöyle dursun, bizzat lâikler ve Allah inkârcıları tarafından bile kabul edilmez.›› [18]

Tüm bunlara cevap olabilecek bir değerlendirmeyi, “İslâmcı İktidar” değil de, “İktidar İslâmcılığı” tesbitiyle İhsan Dağı veriyor:

– ‹‹İktidarda İslâmcılık yapmak kolay değil, ama ‘iktidar İslâmcılığı’ mümkün. Ancak buradaki ana ‘özne’nin İslâmcılık değil ‘iktidar’ olduğunu hatırdan çıkarmamalı. Ayrıca bütün bu işlerin de ‘seküler’ bir zeminde cereyan ettiğini…›› [19]

Buradaki muvazaalı-nefsî duruş, İslâm’ı lokomotif değil de, vagon yapan sakat anlayış yeterince ortadadır. Ve Allah Resûlü’nün ölçüsüyle ikaz: ‹‹İDARESİ ALTINDAKİLERİ ALDATAN DEVLET BÜYÜĞÜ, ATEŞTEDİR.›› [20]

Tüm bu vesilelerle bir kez daha bilinmesini isteriz ki; ‹‹Biz dâvamızdan ne döner, ne de kıblemizden milyarda bir derece feda ederiz. Ancak şahısların gayeden inhirafı nispetinde onlardan çevriliriz. Bu da, orospu vicdanlar dünyasında en keskin fikir nâmûsu icâbı…›› [21]

Ve işte şimdi tam yeri, -Kafa Konforumuzu Bozan Adam- Mütefekkir Mirzabeyoğlu’ndan (1986 yılında yapılan bir röportajdan) toplayıcı hüküm dâhilinde aktaralım:

– ‹‹Gençlik, toplumda maya tutturan dinamik kısımdır… Bunun çok büyük bir kısmını hayat yutar; sonra arkadan gelen gençliğin itici gücü… İşin ideali, pörsümeden hep genç kalmak, kalabilmek ve hayatını dâvâsına nisbetle tanzim etmek… Çevreye şöyle bir bakın: Yaşı 30’u bulan adamların çoğunda dâvâ, hayat sofrasındaki tuzluk gibidir… Çilesiz, rizikosuz, çöpten tahminler!.. İmân, dünyalık telâşe sofrasının tuzluğu gibi değil ki!.. İmân için yaşamak lâzım!.. Bu nasıl bir mükellefiyettir?.. Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinden söyleyeyim: Şehidlik şuuru… Bu nimetten kaçınıcı bir tavırla imân dâvâsı olmaz… Dikkat edin: Herkesin gûya iyi niyetle, “o da çalışıyor, bu da çalışıyor!” diye birbirine avans vermesi, kendisini riziko getirecek bir tertibten sıyırmak içindir… Nemelâzımcı da, ahmak da, bu başıbozukluk zeminine bayılır… Böyle bir zeminde tezahür eden heyecan da, futbol seyircisinin “bizim takım” ruhiyatından farklı değildir… “İslâm’a muhatab anlayış”ı temsil eden bir ideolocyaya bağlı, gerektiği yerde gerekeni yapacak insanlar; bu lâzım… (…) FİKRİ YAŞAMAK, YAŞAMAYI DA FİKİR BİLMEK LÂZIM… (…) Başını kuma gömerek ve bu hâlin müdafaasını yaparak, gûya İslâm’ın bütünlüğünden bahis, tevhid akidesini bozar… Bir adamın zıtlarını muhasebeye çekemeyişinin mazur görülebilecek tarafı vardır; gücü yetmiyordur, aklı ermiyordur vesaire… Ama bu hâlin müdafaacısı olmak, muhasebe edebilene düşmanlık, tek kelimeyle hainliktir!..›› [22]

Son olarak, şu talancı ve yalancı çağda, bir roman eşliğinde düşünce ufkumuzu “uzak bir ülke”ye doğru açalım.

Hayvan Çiftliği, George Orwell’in en önemli iki eserinden biridir. 1944 yılında kaleme aldığı eserde: Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanların yönetimini alaşağı edip eşitlikçi bir toplum oluştururlar. Lâkin zamanla hayvanların daha zeki ve iktidar düşkünü önderleri olan domuzlar, devrimi yolundan saptırarak daha da baskıcı ve acımasız bir diktatörlük kurarlar.

İnsanlara karşı gerçekleşen ayaklanmanın ardından, başlangıçta hayvanlar “7 Emir” yayınlar. Bunlar vazgeçilmez, katî ilkeleridir. Fakat kitabın devamında görüleceği üzere, ilkeleri koyanlar ve ateşli savunucuları, ilk önce bu ilkeleri onlar yok sayarlar. “Uzak ülke”de de aynen böyledir. İlkesizlik, döneklik her anlamda kıvırtma almış başını gitmiştir.

Hayvan Çiftliği’nde, Devrimi yolundan saptıran Napoleon isimli domuzdur. Türlü tezgâhlarla kendini lider olarak kabul ettirir. Etrafına emirler yağdırır. Herkesten çok yer, hiç çalışmaz. Fakat bu domuz öyle bir umut taciridir ki, kitleleri müthiş etkiler. Bir memnuniyetsizlik olduğunda söylediği hep şudur: “Arkadaşlar. Bazı zorluklara katlanmamız lâzım. Çiftlik sahibi Bay Jones’un geri gelmesini istemezsiniz, değil mi?”

Ve bu dış düşmanın yanında, Napoleon ve idareci kadrosu kendince bir iç düşman da bulur. Bu, ayaklanmayı beraber başlattıkları, diğer bir domuz Snowball’dur. Gerçi Snowball çiftlikten kaçmıştır. Ama ne zaman çiftlikte işler yolunda gitmese, sorumluluk hep Snowball’a atılır. Örneğin, -sağlam inşa edilmediği için- yeldeğirmeni yıkılır, bahanesi hemen hazırdır: “Dün gece Snowball gelip yıkmış. Elimizde gizli belgeler var. Hatta şu an, Snowball’un ajanlarının aramızda olduğunu düşünüyoruz.”

Evet, hayvanlar sürekli Bay Jones’un geri gelmesiyle korkutulurken, içerideki idarî basiretsizlik de hep Snowball’a mâledilir. Napoleon, tombalak domuz Squelar vasıtasıyla tüm

propagandasını yaptırır. Squelar; ‹‹Parlak bir konuşmacıydı; zorlu bir konuyu tartışırken bir o yana bir bu yana sıçrar, kuyruğunu hızlı hızlı oynatırdı; nedendir bilinmez, bu hareketleri çok inandırıcı olmasını sağlardı. Squelar için, “Karayı ak yapar” derlerdi.›› [23] Squelar her seferinde, halka hizmet etmenin mutluluğu ve emeğin onuru üzerine müthiş “söylevler” çeker.

Napoleon’un misyonuna en çok Boxer isimli bir at inanır. En çok o çalışır. Çiftlikteki horozlara tembih eder ve herkesten önce her gün o kalkar ve var gücüyle çalışmaya başlar. Çiftlikte kafasını karıştıran bir olay olduğunda ise hep şunu söyler: “Napoleon yoldaş her zaman haklıdır!” Fakat aradan yıllar geçip de çalışamayacak duruma gelince, Napoleon yoldaşı, onu bir kasaba satacaktır. Zaten çiftlikteki hayvanlar, hiçbir zaman hayalini kurdukları emekliliğe de kavuşamayacaklardır. Zira sürekli emekli olma yaşı ilerlemekte, daha çok çalışmazlarsa, insanların tekrar çiftlik yönetimine gelecekleri ve acı dolu yıllara geri dönecekleri tekrarlanmaktadır. Sürekli “geçmişte şöyleydi, şimdi böyle” gibi kıyaslamalara, özgürlük ve hürriyet atıflarına gidilir. Oysa içinde yaşadıkları hayat da, zaten korkutuldukları geçmiş dönemden daha rahat değildir.

Bir gün çiftlikte tavukların Napoleon’a suikast planları ele geçirilir ve güvenlik önlemleri arttırılır. Aslında olayın özü, genelde hayvanların bu yeni düzenden şikâyetçi olmaları, özelde ise tavukların yumurtalarını vaktinden önce vermek istememesidir. Zaten çiftlikte üretilen ürünler, insanlara da satılmaya, ticaret yapılmaya başlanmıştır. Durumu kurtarmak için Napoleon şeytanî bir oyun ortaya koymuştur. Tavuklar, sözde suikast teşebbüsünden dolayı idam edilir. Ve bu haksızlığa karşı çıkan diğer hayvanlar da Napoleon’un korumaları köpekler tarafından parçalanır. Etraf kan gölüne dönmüştür. Yeni düzen, bir korku imparatorluğudur. Daha başlangıçta koyulan 7 Emir’den biri olan, “hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek” kuralı, hayvanların çoğu okuma bilmediği, cahil oldukları için çaktırmadan değiştirilir. Yeni kurala “sebebsiz yere öldürmeyecek” eklenir. Napoleon ve adamları, her kuralı, işlerine geldiği gibi değiştirir ama bu durumu açıklarken, hep çiftliğin rahatı ve iyiliği için yaptıklarını söylemeyi ihmal etmezler.

Hikâyenin sonuna doğru, Hayvan Çiftliği’nin adı, Beylik Çiftliği şeklinde değişmiş; “dört ayak iyi, iki ayak kötü” ilkesi, “dört ayak iyi, iki ayak daha iyi” şeklini almış, “tüm hayvanlar eşittir” ilkesi de, “bazı hayvanlar daha eşittir”e dönüştürülmüş, ayrıcalıklı sınıf domuzlar insanlar gibi iki ayak üzerinde yürümeye başlamışlardır.

Eserin son cümleleri ise oldukça mânidardır:

– ‹‹İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.›› [24]

Son Söz:

Baba Eren aşka gelmiş. Her şeye “merhaba” demeden edemiyor; bir ağaç görse, “ağaç baba merhaba”; bir deve görse, “deve baba merhaba” diyerek, dağa taşa merhaba verip dolaşıyormuş. Aşk ile sarhoş, muhabbet başını döndürmüş geziyormuş. Derken bir gün yolu değirmene düşmüş. Bakmış taş dönüyor. Aynı muhabbetle değirmen taşına yaklaşmış, “taş baba merhaba” demiş. Demiş demesine ama bu arada cübbeyi de kaptırmış. Güç bela kurtarmış cübbeyi. Sonra biraz geriye yaslanmış, değirmen taşına bakmış ve şöyle demiş: “Yok baba yok! Bundan sonra DÖNENE MERHABA YOK!”

– ‹‹Gerisi, “ıstırabımızı görmeyen gözün suratına tüküreyim!” demekten ibaret!..›› [25]

 

 

DİPNOTLAR:

[1] Milli Gazete, 10 Aralık 2013 tarihli Şükrü Sak röportajı

[2] Necib Fazıl, Tohum, 22. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1994, s. 15

[3] Necib Fazıl, Yahudilik-Masonluk-Dönmelik (Büyük Doğu’lardan Derleme), 2. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2008, s. 198

[4] Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği “Kurtuluş Yolu”, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 100

[5] Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği “Kurtuluş Yolu”, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 55

[6] Yeni Şafak, 4 Mayıs 2013

[7] Zaman, 7 Mayıs 2013

[8] Necib Fazıl, Çerçeve 4, 1. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 297

[9] Hürriyet Pazar, 17 Mart 2013 tarihli Alev Alatlı röportajı, s. 19

[10] Hürriyet Pazar, 15 Aralık 2013 tarihli Slavoj Zizek röportajı, s. 16

[11] http://www.yeniakademya.org/yazarkonu-31-hayreddin_soykan-487-ak_parti’nin_gidisati___kiyici_kemalizmden__reformcu_kemalizme.html

[12] Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam -Necib Fazıl- 2. Cilt, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 1995, s. 146-147

[13] Necib Fazıl, Rapor 7-9, 2. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1993, s. 116

[14] Necib Fazıl, O ve Ben, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1995, s. 149

[15] Necib Fazıl, O ve Ben, 9. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1995, s. 217

[16] Salih Mirzabeyoğlu, Münşeat -Önsöz ● Bayramlık-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 96

[17] Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım -Zindandan Notlar-, 4. Basım, Klasik Yayınları, İstanbul 2006, s. 9

[18] Necib Fazıl, Rapor 4-6, 2. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1993, s. 51

[19] Zaman, 10 Mayıs 2013

[20] Necib Fazıl, Nur Harmanı, 6. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 32

[21] Necib Fazıl, Rapor 4-6, 2. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1993, s. 32

[22] Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar “1984’den 1996’ya”, İBDA Yayınları, İstanbul 1997, s. 45-46 (Büyük harfle vurgu bize âit)

[23] George Orwell, Hayvan Çiftliği -Bir Peri Masalı-, 27. Basım, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 31

[24] George Orwell, Hayvan Çiftliği -Bir Peri Masalı-, 27. Basım, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 152

[25] Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği “Kurtuluş Yolu”, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004, s. 243

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir