Allah’ın insana yüklediği (halifelik) misyonu, onu diğer canlı varlıklardan ayırır ve başta kendi olmak üzere bir toz zerreciğinden tutalım kainat ve derinliklerine kadar uzanan bir problemler silsilesiyle karşı karşıya getirir. Buradaki problem “ben” in diğer her şey karşısındaki tavrının ne ve nasıl olması gerektiğidir. Küfür şubesi (kabaca bir tasnif içinde sınırlarsak) özetle, insanın kainat ve hâdiseler karşısındaki tavrının hayvani bir insiyak ile bir biçimde başladığını, sonrasında ise evrimleşerek “uygar insan”a doğru yol aldığını savunur. Küfür cebhesi, eni konu tam izah edemediği bu “varoluş” meselesini mantık silsilesi içine hapsederek ondan bir form bulma yolu ile “izahtan kurtulma” çabası içindedir. Herhangi iyi bir şeye giden yolu sınırlamamak adına yanlış yapılan bu izahın da bir seviye belirttiğini ve aslında her ne olursa olsun inanma iştiyakına ve inandığına bir dayanak bulmaya misal olduğunun da altını çizelim.
İnsanın kainattaki durumu ve onun karşısında aldığı tavra dâir küfür cephesine ait altı çizilmesi gereken diğer izah şekilleri, aslı ile gerçek, bugünkü hâli ile bâtıl olan inanış biçimleridir. Hristiyanlık ve Yahudilik gibi…
Diğerlerine gelince, onlar da kâh aslından bir kısım ve kâh bâtılından alınma olarak dizayn edilip bir mantık silsilesine oturtulmuş, çoğu fikrî olmaktan ziyade gelenek olarak yer etmiş ve bir sistem va’zetmeyen, psikolojik algıların çokça yer ettiği inanış biçimleri; Budizm ve Şamanizm gibi…
Bunlardan maada, yine bu bâtıl mezheplerin hiçbirinin kategorisine girmeyen, ama yine bâtıl kutba ait “izm”ler geliyor. Bunlar, Rönesans hamlesi ile baştan başa değişen Batı’nın, aklı tek çıkar yol olarak görmesinden sonra bir nevî üç başlı ejderha gibi dünya ya “hediye” edilmiş inanış biçimleri; hepsinin ortak özelliği ise, hakikate nisbetle derlenmeyip, birbirlerini red yahut nefyederek fikir va’zetmeleri. Burada “Felsefe, hakikati bulmanın değil, ancak birbirinin yanlışını bulup çıkarmanın ve ebediyen hakikatten mahrum kalmanın aleti… ” (O ve Ben, NFK, sh.163) tarifine dikkat çekmek istiyoruz.
*
İslâm ise, gayet net ve açıktır. İBDA Mimarı’nın “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” diyerek eserler boyu delillendirerek ileri sürdüğü tez sanırız mevzuyu özetliyor… Buraya not düşmek istediğimiz tek husus, yukarıdaki bâtıl yolların da kaynaklarını İslâm’dan alarak (hakikat tektir!) hayatiyet buluyor olmaları; temiz su kaynağından alınan suyun, çeşitli işlemlerle saflığını kaybederek başka bir forma sokulması, su kaynağının sıhhatini değil, alınan suyun niçin deforme edildiğinin sorusunu hatıra getirmeli herhalde.
İslâm’ın “nakil” ile devam ediyor oluşu, onun prensipleri bakımından sarsılmaz bir kuvvete haiz olduğunu da bize hissettiriyor; çünkü, Peygamberler, Sahabiler, Tabiîn, Teb’au Tabiîn, Mezhep İmamları, Yenileyiciler (İmam-ı Rabbani Hazretleri gibi) Velîler ve bir bütün hâlinde “Altun Silsile”nin kolbaşlarından (Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri gibi) ismi-cismi duyulmamış büyüklerine kadar muhteşem bir örgü. Elbette her devire ve mizaç hususiyetlerine göre “İslâm anlayışı”nın uygulanış biçimleri de farklılık arzetti ki, bugün “hayatın dinamikliği” diyerek İslâm’a yüz çevirenlerin anlayamadığı, göremediği husus işte budur. (Hayat’ın, “canlı” mânâsına nazaran, bizzat kendisi, canlılığının “Allah Resulü’nün yüzü suyu hürmetine var” olduğu da ayrı mevzu)
Naklin bu sarsılmaz örgüsü, bu örgüden doğan “anlayış” zamanla temsiliyetteki farklılıklar ve sonrasında yanlışlıklar yüzünden donuklaştı. “Kelamcılar”ın geleneksel ekol içinde hareket etmekten ve zıtlarını bilmemekten dolayı felsefî mevzulara tam mânâsı ile karşı çıkamamaları, İmam-ı Gazâlî’nin ise, “öncü” bir şekilde kelamcıların hâl izahını yapıp ardından Felsefecileri yere çalması gibi…
Önemine binâen şu satırları iktibas ediyoruz:
“Gazzalî, bir hakikat arayıcısı olarak, kelâm, felsefe, Batınîlik ve tasavvufu eleştirel bir yaklaşımla incelemiş ve bir taraftan kendisinden önceki kelâmcıların uzak durdukları Aristo mantığını yöntem olarak kullanılmasında dinen hiçbir sakınca olmadığını ve mantık bilmeyenin bilgisine güven olamayacağını savunmuş, diğer taraftan da yine kelâmcıların subjektif olduğu için başkalarını bağlamayacağını kabul ettikleri “keşf” ve “ilham”ı hakikate ermenin en güvenilir yolu kabul ederek, kelâmın kapılarını hem mantık ve felsefeye hem de tasavvufa açmıştır. Akıl ile inancı karşı karşıya getirerek yaptığı tenkitlerin neticesinde Gazzalî, metafizik kesinliğe götürecek olan yegâne bilginin tasavvufî bilgi olduğunu belirtmiştir (Ülken, 1998: 117).”-Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri, Hatice TOKSÖZ, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.-
Buradaki İmâm-ı Gazâli misali iki mesele için; ilki, bugün dünyaya hâkim Batı kültürünün İmam-ı Gazâli’nin eserlerinden hikmetler devşirerek Rönesans’a kapı açmış olması, ki burada George Henry Lewis’in “Eğer el-Munkız’ın Descartes döneminde bir tercümesi olsaydı, herkes (Descartes’in) bu hırsızlığına karşı isyan ederdi.” sözünü hatırlatalım. (Descartes’in seçiciliği, neye nasıl biçim verdiği, üzerinden nasıl yürüdüğünün kıymeti ayrı bahis.) Osmanlı’nın çöküş devrinden bugüne kadar uzanan bir süreçte “yenileyici” bir mütefekkir ihtiyacının giderilememesi probleminden mütevellit mahkûm Doğu-İslâm Medeniyeti’nin, bugün kendisine zıt kutuplar karşısındaki mahkumluğu, Müslümanların temsiliyeti ile alâkalı olup kendi prensipleri ile alakalı olmaması hususu.
İkincisi ise, asıl bizim dikkat çekmek istediğimiz yönü ile kendisinden öncekilerin donuk hallerinde takılıp kalmayarak “öncü” bir rol edinmesi…
Aydın-Öncü Ne Demek?
Fransızların Avangart-Öncü diye de isimlendirdiği kavramı “Artist-sanatkâr” yönü ile de alabilir kullanabiliriz. Sanırız, “biz”e dâir tanımlamalardan en uygunu ise “kılavuz”. Günümüzün çok kullanılan ve bilinen tarifi ile de “Aydın”…
Resuller ve Nebîlerin (ve ayrıca İslâm Büyükleri’nin) ulvî mertebelerini ayrı bir yerde ele almak lazım geldiğini ekleyelim; çünkü onlar, Üstad Necip Fazıl’ın “İhtilâl” isimli eserinde “ihtilâlci-İnkılâpçı” tasnifinde “…adî anlamıyla ihtilâlci olmaktan münezzeh, en üstün ve erişilmez çapta inkılapçıdırlar.” diye onları ayırarak “mutlak inkılâpçılar” hükmünü ortaya koyar; usûl açısından belirtelim. Bu mânâdan olmak üzere, yukarıda Salih Mirzabeyoğlu’ndan iktibasla söylediğimiz gibi “Peygamberler olmasaydı” zaten “medeniyet olmazdı.”
Tarif bakımından şunları paylaşmakta da fayda var sanırız: “Önde gidip haber ulaştıran kimse. Bir sanat ve düşünce akımını, çağına göre yeni bir görüşü başlatan kimse veya eser, müjdeci, avangart.” “Avangart Kuramı” isimli eserin sahibi Peter Bürger’in “Avangardın davası, sanatı ve hayatı buluşturmaktır!” tanımını da önemine istinâden ekleyelim.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’la Baş Başa-İntibâ ve İlhâm- eserinden bu mevzû ile alakalı tanımları: ” ‘Aydın çağından sorumludur’… Bu söz, aslı ve hakikatiyle İslâm’dadır; Müslüman zamanının sorumlusudur. Uzun söze ne hacet, zamanın hakkını verebildiğin kadar Müslümansın…” (sayfa 71-72)
“Bizim için aksiyoncu vasfı olmayan, hele düzen değiştirme iddiasındaki aydın, tırnakları sökülmüş bir hayvandan farksızdır; bir fareyi bile yakalamaktan aciz!..”
-“Aydın, kendi eliyle dünyayı kendine zindan edendir!” (sayfa 73)
Dreyfus Davası ve Zola “Aydın çağından sorumludur” denildiğinde kuşkusuz ilk akla gelenlerden birisi de Emile Zola ve meşhur “Dreyfus olayı”dır; 1894 yılında Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un haksız yere casuslukla itham edilerek Fransa’da yargılandığı dava ve ardından tepki olarak Zola’nın L’ Aurore gazetesinde “Suçluyorum.” başlığıyla yayımlanan Cumhurbaşkanına açık mektubunun Fransa’da büyük yankı uyandırması. Romancı Emile Zola’nın, Clemenceau’nun gazetesi L’Aurore’un manşetinde “J’accuse” (SUÇLUYORUM)” başlıklı bir açık mektup yayınlaması iyice ortalığı karıştırmış ve L’ Aurore ‘nin o günkü baskısı 200 bin satmıştı. Zola, orduyu Dreyfus’le ilgili karardaki yanlışlığı örtbas etmekle ve Savunma Bakanlığı’nın emriyle Esterhazy’yi aklamakla suçluyordu. Bir yazarın, entellektüel olarak, gördüğü haksızlığa kayıtsız kalmaması ve açıkça tavrını belli etmesi. Burada altı çizilmesi gereken husus, Zola’nın ithamından geri adam atmaması ve kariyerini tehlikeye atarak bu haksızlık karşısında direnmesidir.
Zola’nın ithamı ardından Fransa gündemi altüst oldu ve kamuoyunda büyük bir ilgi uyandırdı. Olay, Fransa’yı iki karşıt kampa böldü.
Ardından Fransız Parlamentosunda büyük gürültü kopuyor, Milliyetçilerin baskısıyla hükümet Emile Zola hakkında dava açıyor ve taşrada Yahudi düşmanı ayaklanmalar çıkıyordu. Buna karşılık Dreyfus Davası’nın yeniden görülmesini isteyen dilekçe, Anatole France, Marcel Proust ve pek çok başka aydınla birlikte 3 bin kişi tarafından imzalanmaktaydı. Mahkemesi yapılmaya başlanan Zola, yayın yoluyla iftiradan suçlu bulundu ve bir yıl hapis ve 3000 Frank para cezasına çarptırıldı; ancak o hüküm giymemek için İngiltere’ye kaçtı.
Haziran 1899’da yeniden yargılanmak için Şeytan Adası’ndan getirilen Dreyfus, Rennes’de divan-ı harp önünde çıkarıldı. Fakat bütün gelişmelere rağmen mahkeme, Dreyfus’ü tekrar suçlu buldu. Ama araya giren Cumhurbaşkanı Loubet sorunu çözmek için Dreyfus’ü affetti. Dreyfus af kararını kabul etmekle birlikte, suçsuzluğunu kanıtlamak için sonuna dek çaba gösterme hakkını da saklı tuttu.
1904’te Dreyfus’e yeniden yargılanma hakkı tanındı ve Temmuz 1906’da sivil bir temyiz mahkemesi onu aklayarak hakkındaki bütün eski mahkumiyet kararlarını bozdu. Parlemanto Dreyfus’ün eski görevine dönmesine karar verdi. Dreyfus de 22 Temmuz’da resmen orduya döndü ve Legion d’honneur nişanıyla ödüllendirildi.
Emile Zola, cemiyetinin meselesine sırtını dönmemiş ve kariyerini hiçe sayarak tehlikeyi göze almış nadir sanatkârlardan birisidir.
Üstad Necip Fazıl kısakürek
Bilmeyen var mı tekrar edelim, Necip Fazıl Kısakürek bu memlekette “Allah” demenin bakanlıkça yasaklandığı bir devirde “Büyük Doğu” dergisini çıkartarak tek başına İslâm sancağını tutan, derleyen, toplayan; Kemalist Tek Parti zulmünün cemiyetimizi bir silindir gibi ezdiği demlerde “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykırarak meydan yerine (agora)ya inen, İslâm’ın önünü açıcı olarak BÜYÜK DOĞU’yu sistemleştiren, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle;
– “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasında bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını, İslâm’ın hakikatine nisbetle heykelleştiren adam…”
Şair, san’at, fikir ve aksiyon adamı…
Bir Fransız ansiklopedisine göre “Hapisleri üniversitelerini geçen san’at adamı”
Salih Mirzabeyoğlu
Üstad Necip Fazıl’ın BÜYÜK DOĞU davasını İBDA fikriyatını örgüleştirerek devam ettirmiş ve bugün İslâm Dünyası’nın kıvrana kıvrana bir türlü ne için kıvrandığını bulamadığı İslâm’a Muhatab Anlayış davasının mimarı… Şair, şan’at, fikir ve aksiyon adamı…
Şu ân itibariyle 58 cilt eser sahibi… Necip Fazıl Kısakürek için söylenen “Türkiye’deki
İslâmcılığın Fikir Babası” tanımını, fikrinin aksiyon yönü ile de üstlenmiş ve fikriyatı İBDA ile Türkiye’deki İslâmcılığın lokomotif vazifesini görmüş-görmektedir. Necip Fazılın temelini attığı, Salih Mirzabeyoğlu’nun geliştirdiği İslâmî devlet modeli olarak BAŞYÜCELİK DEVLETİ’ni teklif etmektedir; aynı isimle bir eseri vardır ve orada BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nin model ve içeriğini izah eder. Davasından dolayı idama mahkum edilmiş olup, kanunların -şimdilik- infaza müsaade etmemesinden ötürü ömür boyu hapse, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmiştir. Hâlen, Bolu F Tipi Cezâevi’nde tek kişilik hücresindedir.
*
Bütün bu söylediklerimizden sonra mevzûmuzu toparlarsak; demek ki, cemiyetinin her sahası ile “öncü” şahıslarını yetiştiren milletler her vakit ilerleyecek ve buna mukâbil yine hiç bir sahasında bu türlü şahısların yetişmediği cemiyetler karanlıklar içinde kalmaya devam edecek. Yerçekimi kanunu gibi her dâim cemiyetlerin tâbi olduğu ilahî bir kanundur bu. İnsanlığın bu gün arz ettiği manzaraya bakarak, bu tip “öncü” insanlara öyle çok rastlamadığımızı ifade etmek isteriz.
Bugün de “Aydın çağından sorumludur,” ama her ne hikmetse, çağından ve çağının içinde bulunduğu hastalıklı durumdan dolayı kendini “sorumlu” hissedenlerin hangi cemiyette, yahut nasıl bir fildişi kule içinde olduklarını bilemiyoruz.
Elbette, haksızca kurulmuş ve öylece süregiden düzene karşı kendini ortaya koyanlar, gerçekten muhalif olanlar var; bunlar bir yana, hakikaten, “aydın” sıfatı ile kendini tanımlayan, entelektüel açıdan kimseye ağzını açtırmayanların, cemiyet meydanının ortasına atılarak “Yurttaşlarım!” diye haykırmaması, yahut “Mukaddes Emaneti Ne Yaptınız?” diye bir nidâ kopartmamasının sebebi acaba nedir?
Aslında bu sorunun cevabı bugünkü “aydın”ımızın maalesef “vîran olası hânede evlâd-ü iyâl var tesellisi” içinde günlerini bozuk para gibi harcadığı gerçeğidir. “Çağından mes’ul” olması gerekenlerin sus-pus vaziyette “çakma” fildişi kuleler içinde debelenmelerinin sebebi, bizce onların “çağlarından” değil, şahsî istikballerinin kaygılarından daha çok mes’ul olmalarındandır.
Bugün münevver, entelektüel, aydın kişilikleri ile toplumumuza-kamuoyuna bir kandil gibi ışık tutacak kaç tane isim sayabiliriz? “Çağının şahidi” olması gerekenlerin, kendi zamanlarının ötesini hayal etmesi icâb edenlerin kıtlığını yaşıyoruz. Avangart-öncü olan entelektüeller, zamanın iktidarlarının yalakası değil, hak ve hakikatin taraftarı olarak hareket ederler. Mevcut rejimlerin muhalifi aydın kişiler ise, sadece karşı olmak şöyle dursun hakikatin tesbit ve tayini bakımından bir duruş sahibidirler; Avangartlığı, her şeye karşı olmak olarak görenlerin öncü’nün “yeni fikir” ve ses sahibi olması gerektiğini idrak etmeleri lazım geliyor her şeyden önce. Bugün, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun fikir ve fikriyatı karşısında sus-pus vaziyette olanların münevver ve aydınlığını bu kıstaslara göre ölçebilir ve maalesef çağımızın bu bakımdan çorak olduğunu söyleyebiliriz. Dünya geneli de dâhil memleketimizde yeni bir fikir teklif eden yok, va’z eden yok; hadi bunlar yok, teklif edilmiş olana dönüp bakabilende (daha doğrusu ona bakacak kudrette olan) yok!
Yoksa “Aydın” çağından değil de, sadece gazetedeki köşesinden mi sorumludur? Yahut, cemiyetinin öbek öbek problemlerinden değil de sadece üniversitedeki talebesinden mi sorumludur?
Herhalde, yazının başından bu yana verdiğimiz misallere bakarak bir karşılaştırma yapmak zor değil; şimdi tekrar soralım:
Gerçek aydınlar, gazete, üniversite, TV köşelerinde yer kapmaca kaabilinden gün geçirenler mi, yoksa sanatı hayat, hayatı sanat bilip sanatı uğruna kendini tehlikeye atmaktan çekinmeyenler mi? Kim?
Fatih Turplu