Türkiye’nin 90 yıllık siyasî tarihine baktığımızda daimi olan iki dâvâ görürüz. Bunlardan birincisi mukaddesler mukaddesi İslâm dâvâsı, diğeriyse süflîler süflîsi şahsî menfaât dâvâsı… İslâm Dâvâsı güdenlerin hedefi ve maksadı malûm; İ’lây-ı Kelimetullah dâvâsı. Bahse konu olan menfaât dâvâsı güdenlerin hedefiyse; Efendilerinin emir ve direktiflerinin kayıtsız şartsız yerine getirilmesini sağlayarak hem bu topraklardaki varlıklarını idame ettirebilmek, hem de pozisyonlarından kaynaklanan durumu kullanarak alabildiğine nemalanmak. Bu küfür zihniyeti de cins cinstir, bir bakarsın fötr şapkayla karşına çıkar, bir bakarsın takkeyle, bir bakarsın postalla, bir de bakarsın takım elbiseyle…
BD-İBDA başta olmak üzere İ’lay-ı Kelimetullah Dâvâsı güden taraf malûm. Sapık yolun bugüne kadar işleri bitmiş ve paspas edilmiş olan Kemalist-Ulusalcı takımı da malûm… Geriye kalıyor bugün perdelenen oyunun küfür safında yer alan figüranları…
Bu yazımızda bugünlerde faaliyetlerini arttırmış bir menfaat şebekesinden, sapık yolun kollarından birinin nereden geldiğini ve nereye gittiğini değerlendiremeye çalışacağız.
Kemalist zihniyete İslâm’ı ve İslâmî olanı kökünden kurutmak üzere Batı tarafından iktidar lütfedildiği günden bugüne süregelen asil ve aslî tek dâvâ vardır Anadolu topraklarında, o da İslâm Dâvâsıdır. Soğuk Savaş yıllarında blok ülkelerinin güdümünde karşılıklı çeşitli hareketler teşekkül etmiş olması, hattâ bu teşekküllerin tarafları içerisinde samimî olanların bulunuyor olması da bu hakikati değiştirmez.
Türkiye’deki İslâm Dâvâsı, Allah Resulünden beri süregeldiği üzere Müslümanların bir safta toplandığı, geri kalan bütün anlayış, zihniyet, din ve zümrelerinse karşı safında bir araya gelmek zorunda kaldığı mukaddes dâvâdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı’dan gelen emir ve direktiflerle Müslümanlara karşı mücadele eden rejim, iktidara mukabil zihniyetini Batıya öylesine peşkeş çekmişti ki, ilerleyen yıllarda Müslümanlarla mücadele etmeyi âdeta genetik yapısının merkezine kodlayarak, herhangi bir emir ve direktife gerek kalmayacak biçimde refleks hâline getirmiştir.
Rejim, İslâm ve İslâmî olana savaş açıp en adî yollara ve enstrümanlara bile tevessül etmekten çekinmezken, Müslümanlar bu hâlden yılmamış, usanmamış ve dâvâlarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kemalist Zihniyet tarafından kurulan İstiklâl Mahkemelerinin darağaçlarını, Şehadet Ağaçları hâline getirilmesi, buradan hâsıl olan korku üzerine rejimi köklendirmesine rağmen Anadolu toprakları ve Müslüman Anadolu İnsanı aslî dâvâsını hiç ama hiç unutmamıştır.
90 sene, çok uzun olmayan ancak çok kısa da sayılamayacak bir zaman dilimi… Üstad Necib Fazıl’ın bir ömür, bir nefes ve bir kalemle aydınlattığı İslâm nesline mukabil küfür de boş durmadı elbet; tekâmül bizim için bir bakıma süflîden ulviye doğru, ötelere, ötelerin de ötesine doğru menzil aşmak iken küfür için de süflîden daha bir süflîye, dibin dibine doğru yol alçalmak değil midir?
İslâm bir nehir gibi, Üstad Necib Fazıl’ı da hatırlayarak tarif etmek icab ederse, Sakarya gibi köpüre çağlaya yükselirken, bu nehrin bir setle, Kemalist zihniyetin kullandığı gibi zorbalıkla durdurulamayacağı Kemalistler tarafından olmasa bile Efendileri tarafından hızla müşahede edildi. Debisi yükselen nehri yatağında tutmak için ya yatağını genişletirsin, ya tahliye kanalı açarsın. Müslümanların tabanını genişletmenin Kemalistlerin Efendileri bakımından uzun vadede doğuracağı mâliyet analiz edilerek yeni kanallar açmaya karar verildi, böylelikle yükselen İslâm’ın hızını kesebileceklerini düşünüyorlardı. İslâmcı hareketin hızını kesebilmek için açılan tahliye kanalının başında bugün her kesimden insanın yakından tanıdığı bir isim vardı; Fethullah Gülen…
Türkiye’de Müslümanların yeni yeni siyasete soyunduğu dönemde kemiyet bakımından dikkat çeken hareketlerden biri Nur Cemaati, diğeriyse Millî Selâmet Partisi tabanıdır.
İlk Görevi Nur Cemaatini Bölmek
Bedîüzzaman Said-i Nursî’nin İslâm’ı hakir görerek medeniyeti Batılı Efendilerinin çıkarlarında arayan Kemalist Zihniyete karşı başlatmış olduğu mücadelesinin etrafında toplanan ihlâslı Müslümanlardan müteşekkil bir cemaattir Nur Cemaati. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber İslâm’dan kopartılmak ve uzak tutulmak istenen Müslüman milletimiz ile İslâm’ın birbirinden kopmaması için mücadele eden Said-i Nursî ve Nur Cemaati, Kemalistler ve
Efendileri tarafından tehdit olarak algılanmış ve devletin tasfiye vasıtası olarak kullandığı hukuk marifetiyle sürekli cezaevlerinde ve sürgünlerde hayatlarını ve dâvâlarını idame ettirmeye çalışmışlardır.
Said-i Nursî’nin vefatını fırsat bilen rejim, Nur Cemaatinin bölünerek işlevini yitirmesi ve dizginlemesi için bir Vaizi görevlendirmiştir.
Edirne ve Kırklareli’nde devlet memurluğu yapan bu Vaiz, vaazlarında ağlayarak, üstünü başını çekeleyerek, hop oturup hop kalkarak yaptığı şovlarla ilgi çekmektedir. İzmir’e gittikten sonra devlet desteğiyle İzmir’deki camiler arasında hat çekilerek merkezî sistemden vaazlar veren Vaizin o dönemdeki popülaritesi daha da bir arttı…
“Ben siyaseti sevmem, karışmam der durur” ama inanmayın. Siyaseti sevmemek ve karışmamanın da siyaset olması bir yana dursun, ilk palazlanması MHP’yi desteklemeyen Nur Cemaati içerisinde MHP’yi desteklemek adına çıkarttığı fitnedir. O dönem MHP’nin desteklenmesi gerekirdi-gerekmezdi ayrı mesele… Bir arkadaşımın bizzat şahitliği ile camideki minberden “Ne mutlu Türküm diyene” diyecek kadar kendini kaybettiği anlatılır, bir bot olarak buraya ekleyelim.
Ardından Necmettin Erbakan’ın kurduğu MSP’ye yakınlaşmaya başladı. Bu arada Zübeyir Gündüzalp’in vefatını da fırsat bilen Gülen, cemaat üzerindeki etkinliğini arttırdı. Nur Cemaatinin milletimizin İslâm ile bağlarının kopmaması için kurduğu dershanelerden başta Ege bölgesindekiler olmak üzere âdeta gasp etti. Bugün bahse konu olan dershaneler krallığının da kökleri bu dönemde gasp edilen dershanelere dayanır…
Nur Cemaatinden Sonra Sıra Diğer Müslümanlarda
Üstad Necib Fazıl’ın mücadelesi millete de sirayet etmeye başlamış ve Müslümanlar ses vermeye, Laik-Kemalist rejime itiraz etmeye başlamıştır. Müslümanların ilk defa bir araya gelerek rejime karşı durdukları hadiselerden birisi de Yüksek İslâm Enstitüleri’nde başlayan boykottur. 1977 senesinde başlayan boykot, Fethullah Gülen’e verdirilen “İslâm’da Boykot Yoktur” fetvası ve bağlılarının okullarda eğitime devam etmek için derslere girmesiyle ülke genelinde kırılmıştır. Bu boykotun başını çekenlerden birisi de şu an Baran Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Kâzım Albayrak’tır; İBDA’nın öncü duruşuna bir misal olarak tarihte yerini almıştır bu boykot. Gülen’in bölücü olmaktaki mahareti rejim tarafından önemli bir fırsat olarak görülmüştür; rejim, bundan böyle İslâmî olan her hareketin karşısına kendi güdümündeki İslâmcıları(!) sürebilecek, onları bölebilecek ve Müslümanların bir safta buluşmasına mâni olabilecektir.
Ruşen Çakır’ın 26 Haziran 1999 tarihli Milliyet gazetesinde Mehmet Kutlular’la yaptığı röportajda cemaatle alâkalı soruya Kutlular’ın verdiği cevab:
– “Derin Devlet denen şeye dayanıyor bunun ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti. Eskiden anarşist ve Marksistler tehlikeliydi, sonra dindarlar oldu. Öyleyse bu dindar gruplarla temas kurmak, onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular. Cemaate (Fethullah Gülenciler) daha ziyade istihbarattan olanlar gitti. Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Millî Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim… Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslâmî gruplarla anlaşma içine girdi. Burada menfaatler karşılıklıdır. Her iki tarafın maksadı ayrıdır. Devlet bu gruplara, ‘Atatürk’e saygılı olun biz de size yardımcı olalım’ demiştir. Bakın bazı İslâmî gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar. Hayır.”
Takkeli Fitne Dışa Açılıyor
Kemalist rejim tarafından İslâmî hareketleri bölmek, etkisizleştirmek, millet nezdinde itibarsızlaştırmak için başarıyla kullanılan cemaat daha sonra ki yıllarda rejim tarafından tarihin çöp sepetine atılmak üzere dürülmüşken, rejimin emanetçisi Kemalistlerin fark etmekten aciz kaldıkları bir hakikat olan BD-İBDA tarafından İslâm İhtilâli hızla hedefine doğru yürüyordu.
Bu dönemde Amerikalı bir akademisyenin Türkiye’deki rejim bekçilerinin sandığının aksine “Siz Türkleri anlamak mümkün değil. Nasıl oluyor da bir İslâm devriminin eşiğinde olduğunuzu göremiyorsunuz” teşhisi mühimdir. Batılılar bakımından bu doğru teşhis, yine kendi zaviyelerinden yapacakları operasyonun başarılı olması adına son derece önemlidir. Başta dedik ya, “köpüre çağlaya akan Sakarya nasıl durdurulur?” diye, işte Batı ve onun bölge Valisi Graham
Fuller bu akışı durdurmanın setle falan olmayacağını çok iyi biliyordu. Bunun için yine kendi zaviyelerinden en uygun olan tahliye kanalı metodunu seçti. Bu metoda göre senelerdir Kemalist Rejim hesabına iş gören cemaat direkt kendi emirlerine bağlanacak, operasyonel gücünün arttırılması için de gereken her türlü katkı sağlanacak ve milletten hizmete-cemaate gönül verenlerin uzaklaşmaması için bunun adına strateji denecek…
Graham Fuller ve Paul Henze’nin 80’li yıllardan itibaren; “Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir. Bunun için en iyi yol Ilımlı İslâm’dır. Etnik kimlikler kendilerini ifade edebilmelidir” sözü izledikleri yolun anlaşılması bakımından önemlidir.
Gülen Cemaati’nin emniyet gibi kolluk güçleri ve devletin bürokrasi kademelerine yerleşmeye başlaması yukarıda bahsettiğimiz konjonktürü göz önünde bulundurmak kaydıyla 80’li yıllarda başlar.
91 senesinde BD-İBDA’ya yönelik devletin başlattığı panik operasyonunda gözaltına alınan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na işkence yapanlar da Gülen Cemaatinin emniyet içerisine yerleşmiş olan elemanlarıdır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu bu konuyu “İşkence” adlı eserinde etraflıca işlemiştir. “Müslüman’a Müslüman olduğu için işkence eden kâfirdir” düsturunu da aklımızdan çıkartmayalım.
Kemalist Zihniyet ile Takkeli Zihniyet Arasında Rol Savaşı
I.Perde
Kemalist zihniyetin Müslümanları tasfiye etmek için kullandığı yöntem kıyımdır. İstiklâl Mahkemeleri devrinden beri bu metodu benimsemiş olan Kemalistler, İslâm İhtilâli’nin alttan alta hedefine doğru kararlı ve inançlı adımlarla ilerlediği demler olan 90‘lı yıllarda yine şiddet ve kan dökmek suretiyle iktidarlarını sürdürebileceklerini sanmışlardır. Hâlbuki bu sefer karşılarında I. Dünya ve Kurtuluş Savaşlarından çıkmış, bitkin, bezgin bir topluluk içerisinde tüm bu şartlara mukabil ihlâsla direnen birkaç yüz dâvâ adamı değil, BD-İBDA önderliğinde Müslüman Anadolu İnsanı’nın büyük bir kesimini bulmuşlardır. Kemalist zihniyetin kalkıştığı her şiddet hareketinin İslâm İhtilâli’ne ancak yakıt olduğu zamanlardır 90’lı yıllar…
Bir önceki bölümde ifâde ettiğimiz üzere Graham Fuller gibi ülkemizdeki rejimin Efendileri meselenin, “tehlikenin farkındadırlar” fakat koca devlet yapısı içerisinde yetişmiş kadroların değiştirilmesi bir günlük iş değildir.
Kemalistler, Batılılardan emânet aldıkları iktidarın karşılığını ödemek ve iktidarlarını korumak için yani İslâmî olana hayat hakkı tanımamak için son çare olarak 28 Şubat operasyonuna başlamışlardır.
28 Şubat sürecinde, rejim tarafından, başta BD-İBDA cebheleri olmak üzere İslâmî hareketlerin kadrolarının gece yarısı baskınlarında çatışma süsü verilerek ortadan kaldırılması tezgâhlanmıştır. Tıpkı 90’lı yıllarda Solculara yapılan operasyonlar gibi… Eğer ki bu plan başarılı olabilirse hemen silâhlarını cemaate doğrultacak ve kendilerine rakib olarak gördükleri cemaati de Batı’nın nazarında alternatif olmaktan çıkartacaklardı.
Fırtına öncesi zamanlardaki gibi bir sessizlik meydana hâkimken, İBDA’nın “Gerekirse Silâha Sarılırız” açıklaması Kemalist Rejimin bütün hesablarını berhava etti. Alelacele yapılan birkaç hamle ve 91 benzeri bir panik operasyonundan öte bir hamle yapamadılar.
28 Şubat planı Kemalist Zihniyet tarafından tam mânâsıyla icra edilememiş olsa da yapılan panik operasyonu sayesinde en azından İslâm Dâvâsı güden Müslümanların tutuklanması İslâm İhtilâli’nin gecikmesinin vesilelerinden olmuştur.
Kemalist Zihniyet ile Takkeli Zihniyet Arasında Berzah
Graham Fuller Batı adına Ortadoğu bölgesinde önemli çalışmalara imza atmış, kendi zaviyesinden son derece başarılı bir istihbaratçıdır. Atatürkçülüğün artık geçer akçe olmadığını ve olmayacağını önceden gören Fuller bundan sonraki Türkiye politikasının dinamiklerini Kemalist anlayışa nisbetle planlamadı.
Üstad’ın senelerce verdiği mücadele neticesinde öyle veyahut böyle bir maya tutan gençlik artık Türkiye’de yetişmişti. Bu gençlik de öyle Kemalist yalanlarla kandırılarak güdülecek bir nesil değildir. Hâl böyle olunca, dışarıdan kontrole açık demokratik perspektif içerisinde Müslümanlara rol dağıtılırken, cemaat kadroları da devlet içerisinde yerleşmeye devam ettiler.
İBDA’nın, Kemalist Zihniyeti 28 Şubat Sürecinde madara etmesinin ardından Türkiye’de iktidar yeniden Müslümanlara bırakılmak zorunda kalındı.
Bu sefer ki plân sanıyoruz ki; medya ve demokrasi sayesinde sürekli kontrol altında, müdahaleye açık vaziyette tutulacak bir iktidar kurulacak, bu vesileyle İhtilâlci Müslümanların bir kısmı “iktidar biziz” diye tatmin edilecektir. Arka planda da cemaat kadrolarının devletin bürokratik kademelerine yerleşmesiyle beraber artık iyiden iyiye Batı nezdinde bile beş para etmeyen Kemalist Zihniyet Türkiye’den tasfiye edilecektir.
Cemaat bu dönemde kendisi için üç kurumu özellikle hedef seçti; bunlardan birincisi TSK, ikincisi Yargı, üçüncüsüyse Emniyet…
Dershanelerde ve özel okullarda kendilerine bağlılığından şüphe edilmeyen gençler, aldıkları eğitim hizmetinin bedelini ödemelerine rağmen psikolojik olarak sürekli minnet borcu altında ezilerek devlet kadrolarına yerleştirildiler.
Müslüman Milletimizin evlâtlarını İslâm’a hizmet etmek maksadıyla devlet kademelerine yerleştirmek nihayetinde son derece istismara açık bir hâldi… Cemaat kadrolarını devlet içerisine yerleştirirken, Batıdan da aldığı destek sayesinde, gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki eğitim kurumları vasıtasıyla etkinliğini ve gelir kalemlerini de arttırarak yoluna devam etti.
Yukarıdaki plana nisbetle Ak Parti’nin Türkiye’de iktidara gelmesi için içeride ve dışarıda birçok çalışma gerçekleştirilmiştir. Bu durum konumuz olmadığından sadece değinerek geçiyoruz ancak ilgili kişilerin birbirleri arasındaki temaslara bakarak bile buradaki manzarayı rahatlıkla kavrayabiliriz.
Kemalist Zihniyet ile Takkeli Zihniyet Arasında Rol Savaşı
II. Perde
Batılıların Türkiye’de İktidarı emanet ettikleri Kemalist Zihniyeti tasfiye etmekte olduğunun tek farkında olan cemaat değildi elbet, Kemalistler de bu durumun farkındaydı. 28 Şubat döneminde son kurşunlarını da sıkanlar, elde kalan malzemeyi bir araya getirerek önünde senelere el pençe divan durdukları, “emredersiniz efendim”den başka söz sarf etmedikleri Batılı Efendilerine, bir anda karşı oluverdiler. Hayrettir ki; emperyalizmin Türkiye’deki şubesi, çıkarlarını kaybetmek korkusu gündeme gelince değme antiemperyaliste parmak ısırtacak derecede antiemperyalist oluverdiler.
Kalan malzemeyi bir araya toplayarak evvelâ Ak Parti iktidarını devirme kararı aldılar. 28 Şubat döneminde “yerse” diye çektikleri hareket yenmişti ya, bu sefer öyle olmadı.
28 Şubat öncesini andıran suikastlar, Danıştay Baskını gibi olaylar da millet nezdinde karşılık bulmayınca ve bir yandan hükümetin kararlı tutumu, bir yandan cemaat kadrolarının iyiden iyiye yerleşmesi Kemalist Zihniyeti iyiden iyiye köşeye sıkıştırdı.
Böyle bir konjonktürde Ergenekon adlı bir iddianame hazırlandı ve operasyonlar başladı. “Ergenekon, devletin güvenlik güçleri içerisinde örgütlendiği, bünyesinde asker, polis, gazeteci, akademisyen üyeleri olduğu iddia edilmektedir. Bir “derin devlet” örgütlemesi olduğu iddia edilen Ergenekon’a atfedilen eylemler arasında 2003-2004 yıllarında Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetini devirmeye yönelik darbe planları, 2006’da bir yüksek yargıcın öldürüldüğü Danıştay Saldırısı, 2007’de Malatya’da üç Hristiyanın öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı ile 2008-2009 yıllarında gerçekleştirileceği öne sürülen suikast planı iddiaları yer almaktadır.”
Ergenekon Dâvâsıyla beraber cemaat kadroları Batı’dan verilen rolü tamamen kaptılar ve millet nezdinde yozlaşmış, köhnemiş, çürümeye yüz tutmuş Kemalist Zihniyetin tasfiyesine giriştiler. Mevcut hükümetin kendi çıkarlarıyla da paralellik arz eden Kemalist Zihniyetin tasfiyesi, Ergenekon ve Balyoz gibi dâvâlarla hukukî yoldan hızlı bir şekilde gerçekleştirildi. Değişimi idrak edip ayak uydurabilenlere dokunulmazken, kimi dosyalar vesilesiyle içeriye alınanlardan bile bazıları serbest bırakılarak yeni sisteme entegre olmaları sağlandı.
Bu operasyonlar neticesinde senelerdir Müslüman Anadolu İnsanı’na zulm eden, kan kusturan Kemalist Zihniyet tasfiye edilirken, cemaatin Müslüman Milletimiz nezdindeki imajı da güçlendi. İhlâslı her İslâmî oluşun karşısına sahtesi sürmek üzere programlanmış cemaatin, eskileri tasfiyesinden elde ettiği müsbet imaj, Efendileri bakımından son derece tatmin edici olmuştur herhâlde…
Kavganın Hâli ve Ahvâli
Ergenekon ve Balyoz operasyonlarından alnının akıyla(!) çıkan cemaat için iktidarın önünde bir engel kalmamıştır esasında. Devletin, bugüne kadar demokratik yollarla iktidara gelen seçilmişlerle değil de arka plandaki bürokrasiyle idare edildiğini bilen cemaat tam oldum derken bir menfaat-çıkar kavgası vesilesiyle karşısında seçilmiş iktidarı buldu. Böylelikle bugüne kadar paralel eksenlerde hareket edebildikleri hükümet ile cemaat arasında çıkar kavgası baş gösterdi.
Hükümet bu kavga içerisinde son derece millî bir dil kullanır ve kendisini seçmeninin, milletin anlayacağı şekilde ifâde ederken, cemaat kadroları kendi çıkarlarını savunabilmek adına devletin bürokrasi kademelerinde yerlerini bile riske atmayı göze aldılar.
Bir not olarak belirtmekte fayda var; hükümet ile cemaat arasındaki kavga bugün sanki idealler üzerinden yürüyen bir kavgaymış gibi lanse edilse de esasında büyük bir çıkar çatışması söz konusudur. He bu çıkar çatışması tarafları kazanmak için belli ideallere sevk ediyor olabilir lâkin meselenin künhünde menfaat kavgasının yattığının unutulmaması gerekir. Yine unutmadan dünya çapında hareket eden farklı yapıların tarafında yer almak gibi durumlardan da bahsedilebilir fakat bu da başka bir yazı konusu olarak kenarda dursun şimdilik…
Hükümetin de İslâmcı olduğunu ve Müslüman Milletimizin dinî hassasiyetlerini son iki dönemdir başarılı bir şekilde okşadığını ve cemaatin bu faaliyetler karşısında açıktan bir şekilde küfürden yana tavır takındığını göz önünde bulunduracak olursak, cemaat bu kavgayı kaybedecektir…
Son dönemde Mavi Marmara hadisesi başta olmak üzere İsrail’i otorite addeden, şehitlerimizi görmezden gelen, hükümet ile İsrail arasında açıktan İsrail’den yana tavır koyan, Afganistan’da Filistin’de Afrika’da Irak’ta kısaca bütün İslâm coğrafyasında kâfirin zulmüne sessiz kalıp mücadele eden Müslümanları lânetleyen, kâfirin parmağına diken batsa erişebildiği bütün mecralarda geçmiş olsun ilânları yayınlatan cemaatin maskesi düşürüldüğünde bu millet nezdinde tek metelik ederi yoktur, olamaz da.
İktidara yapılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra iktidarın vereceği cevabdan korkarak yazarlarını Amerikan gazetelerine koşturan, bu gerginlik Mavi Marmara’dan sonra çıktı diye açıklama yaparak hâlâ Batılı Efendilerine yaranmaya çalışan cemaat bu ülkede nasıl bir tabana hitab edebilir ki? Bu kavganın, eğer ki büyük bir hata yapmazlarsa, hükümet tarafından kazanılacağı aşikâr.
Cemaatin izlemekte olduğu bunca yanlış politikaya bakacak olursak da rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ya Efendileri bunlardan iyiden iyiye ümidi kesti, işleri bitti ya da Efendileri bu ülkede artık eskisi gibi at koşturamıyor ve bunların marifetiyle alabildiğine çirkinleşiyorlar. Bu iki ihtimâlden hangisinin hakikat olduğunu zaman gösterecek…
Bizim Açımızdan İktidar-Cemaat Kavgası
Cemaat senelerdir bu ülkede İslâmî olan her şeyi sulandırmak, bölmek ve bozmakla mükellef hareket. Müslüman Milletimiz nezdinde senelerce referans kabul edilmiş bu fitne yuvasının bugün hükümetle giriştiği bir menfaat kavgasında bütün kirli iç çamaşırlarını kendi eliyle meydana sermesi büyük nimet. “Allah akıllarını aldı” diye bir tabir vardır ya, bugün varlık sebeblerine muhalif şekilde Efendilerine olan bağlılıklarını millete açık etmiş ve İslâmî imajları yerleyeksan olmuş bir cemaat var karşımızda. Kemalistlerin ayaklarından çıkan çürük çarık çizmelerle uzun bir yol kat edemedikleri ortada…
Yazımızın başında dedik ya Batılılar bu ülkede iktidarı İslâm’ı unutturmak ve İslâmî olana hayat hakkı tanımamak kaydıyla Kemalistlere teslim ettiler diye; onlar bu uğurda harcanıp gittiler, İslâm da İslâm Dâvâsı da dimdik ayakta duruyor. Kemalistlerle olmayan işi takkelilerle sulandırarak, İslâm’ın merkezinde yer alan ihlâsı yok ederek, şehitlik şuurunu iptal ederek, kâfire biatı meşru göstererek de yapmaya kalktılar; takkeliler bugünlerde berhava olurlarken, İslâm da İslâm Dâvâsı da yine dimdik ayakta duruyor.
Devlet-i Aliyye’nin “Ebed Müddet” mânâsını kavrayamamış olan küfür yeni kuklalar da satın alsa, hainler de devşirse, fitneler de üretse ve dahi artık elinde geleni en pervasız şekilde sergilese de İslâm İhtilâlini ancak birkaç vakit daha geciktirmekten başka hiçbir şey elde edemez.
Hâsılı, Müslüman Anadolu İnsanının İslâm İhtilâline doğru akışını tahliye ederek debiyi düşürmek maksadıyla açılan kanal da çok yakın bir zaman diliminde asıl nehirle birleşecek. Taşkın ovasında sular altında kalmak isteyenler, buyursunlar…
Buradan içeridekileri de dışarıdakileri de açıkça ihtar etmekte fayda var; artık siz de bu ülke üzerindeki çıkarlarınızı ve menfaatlerinizi İslâm İhtilâli’nde aramaya başlayınız…
“Büyük bir zuhur!.. Onu bekliyoruz!..”
Ömer Emre Akcebe