Antep mücahidlerinin bizlere ilham ettiği derin duygu ve hakikatler eşliğinde, mevzuumuza giriş yapmadan evvel, öncelikle hatırımızda net olarak kalan iki levhayı başlangıçta arz etmek istiyoruz.
Birincisi, 14 Şubat 2011 tarihine âit. Bakan, milletvekilleri, yerel idareciler ve şehrin önde gelenleri, salonun ön tarafında oturuyorlar. Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun da doğum yeri olan ve “Tilki Günlüğü” isimli eserinde “Arzın canı” dediği Erzincan’da, kurtuluş günü kutlanıyor. Davetliler pek bir mutlu, yüzler neşeli. “E hâliyle, kurtuluş günü kutlaması, gülünecek elbet” diye düşünmeye çalışsak da olmuyor. Sahnede şarkıcı Bengü, konukları bir hayli coşturmuş. Bizim zihnimizde ise koca bir soru işareti: Erzincan’ı eğer Bengü ve onun vehmettirdiği mânâlarla kurtardıysanız, o kahkahalarınız, o eğlenceleriniz helal olsun. Ama yok eğer, öyle değil de, bir Fatiha okumanız gereken yerde, arkalarından pop şarkılarıyla oynanılan o şehid ve gazilerin (ve torunlarının) hakları size haram olsun! Ülkemizin değişik yerlerinde, değişik vesilelerle, gördüğümüz bu sahnelerdeki sayın büyüklerimiz… Sizler her fırsatta, bu milletin bağrından çıkmış olmakla, “Anadolu çocuğu” olmakla övünseniz de, tüm samimiyetimizle söylüyoruz ki, bizim bildiğimiz Anadolu’dan böyle çocuk çıkmaz!
“Müslüman Anadolu’yu madde plânında kurtardıktan sonra, ruh plânında helâk etmek.” Üstad Necib Fazıl tam da bunu vurguluyordu işte. Ve “Mukaddes Emânet” isimli eserinde ekliyordu: “Felâketten sonra kurtuluş hayâliyle gelen yarı felâket hâli, ilâç ve şifa ihtiyacını büsbütün gürültüye götürebilir.”
İstatistiklerin ileriye, hâlimizin geriye gittiği bir dünyada, anlaşılmasını isteriz ki, özelde getirdiğimiz bu levha, birçok şehirde, birçok farklı durumda da geçerlidir. Düşman kimdir, dedelerimiz kime karşı bu toprakları savunmuştur? Onların süngü ile karşı koyduğu düşman, bugün hangi kanallarla beynimize, kalbimize, günlük yaşantımıza kadar girmiştir?
Şimdi gelelim ikincisine… Tarih 28 Mayıs 2011. Yer Gaziantep. Haberde aynen şöyle geçiyor: “Dünya starı Rumen şarkıcı İnna, Şahinbey Spor Salonunda verdiği konserle hayranlarına unutulmaz bir gece yaşattı.” Yazıklar olsun! Antepli, bu tohum, bu toprağa serpilmesin diye, savaşacak mavzer almak için kızını evlatlık vermiştir. Konserin yapıldığı spor salonuna adını veren kişi ise, parayı bastırıp mekân açan hayırsever işadamı değil, Antep’i şaha kaldıran kahramanlardan biri; ŞEHİD Şahin Bey’dir!
Sahi, vatan nedir, namus nedir, kurtuluş günü nedir, sahici bağımsızlık nedir, düşman kimdir, düşmanınla kolkola girmek nedir, aynı yağmur altında ıslanmak nedir, klima havası gibi ılıman İslamcılık nedir, kâfirle kadeh tokuşturmak nedir, başkalarının filminde figüran olmak nedir, fikir öfkesi nedir, muhafazakâr demokratlık nedir, kültür emperyalizmi nedir, ülkeyi açıkhava kerhanesine çevirmek nedir, Fatih’in emaneti -zamanında İslâm coğrafyasının ahlâk ve aksiyon merkezi olan İstanbul’da- Ayasofya kapalıyken, -moloz yığınlarıyla finans merkezi yapılmak istenen İstanbul’un- boğaz kıyısında sıralanan bar ve fuhuş kulüpleri nedir?!.. Ve tüm bunların yanında, takdiri yine okuyucuya âit olmak üzere, böylesine iğdiş edilmiş bir çağda, İslâm ne yana düşer, küfür ne yana?!..
Biz bu satırları yazarken, İstanbul’da şu an İmam-ı Rabbanî Sempozyumu yapılıyor. Meclis Başkanı, Başbakan Yardımcısı, Bakanlar, Diyanet İşleri Başkanı, milletvekilleri, idari amirler, yerel yöneticiler, öğretim üyeleri, hocaefendiler, talebeler, yerli-yabancı konuklar… Büyüklerin ağzından çıkan ortak cümle, “İmam-ı Rabbanî’nin rehberliğine daha çok ihtiyacımız var.” oluyor. Meydan sizin ağalar, alsanıza “Rehber”. 163’üncü Mektubu meselâ… Bu vesileyle, yukarıdaki soru işaretlerimize ek olarak, Hazret-i İmam-ı Rabbanî’nin 163. Mektubunda “köpekler gibi” dediği hususu da bir düşünelim:
«Üstün ahlâkla yarattığı Sevgilisine, Allah, kâfirlerle savaşmak ve onları hor tutmak emrini verdi. Demek ki, kâfiri hor tutmak, ona gılzetle muamele etmek, en üstün ahlâk icabı. İslâm’ın izzet ve yüksekliği de, küfrün hor ve alçak tutulmasındandır. Küfür ehlini aziz tutmak,
yalnız, ona saygı gösterip en yüksek dereceyi vermek değildir. Onunla düşüp kalkmak, gönül ve dil birliği etmek de, düşmanı aziz tutmaya alâmettir. Köpekler gibi… Köpeklerin herkese nasıl kuyruk salladıklarını bilmez miyiz? Böylelerinden bucak bucak kaçmalıdır. Allah ve Sevgilisinin düşmanlarıyla dostluk etmekten büyük cinayet ne olabilir?..»
İmdi, özel istirhamımız ve muradımız, tüm bu soru işaretlerinin de eşliğinde, aşağıdaki satırların bir tarih albümü hâlinde değil, günümüzün oluş ve olamayışlarının bir muhakemesini yapma gayretiyle, nereden-nereye sorusunu her daim yüreğimizde canlı tutarak ve bunu da imanımızın sarsılmaz bir parçası bilerek okunmasıdır.
Antep’in İşgali
Burası Antep!
Fransızlar
Bütün dünya
Durun!
Burası Kilis yolu Kızılburun
Antep çetelerinin yattığı yer!
Burası Çınarlı
Bir avuç Antepli…
Göğüsler siper
Taşlar, tırnaklar silah
Bir nâra duyulur her sabah
Çınarlı Harabesi’nden:
“Allah! Allah!..”
Selâm dur tarih!
Burası Şehreküstü
Çeteler insan değil
İnsanüstü!..
Dur dünya!
Selâm dur
Burası Antep!
İstiklâli için ayağa kalkan
Madalya, mükâfat istemeyen
Şehidlerin, gazilerin şehri!
Bu topraklarda kahraman bereketi
Burası Karayılan’ın
Burası Kâmil’in
Burası Şahin Bey’in memleketi!..
Duy ey dünya!
Hem de iyi duy!
O şehidlerin kanları
Dalgalanır sancakta!
Bir gün yine Antep düşerse dara
O şehidlerin torunları
Vatan için, namus için
Yine burada
Dimdik ayakta!..
Bir kahramanlık destanıdır Antep Müdafaası… Bir şehrin kadını erkeği, şehirlisi köylüsü, çocuğu ve yaşlısıyla vatan için, namus için şaha kalkışıdır. Modern bir Avrupa devletinin
düzenli ordusuna, uçaklarına, tanklarına, makineli tüfek ve mavzerlerine karşı, fakirliğin ve açlığın belini büktüğü Antep halkının; av tüfeğiyle, kılıçla, kamayla, et satırıyla 10 ay 8 gün şehre düşmanı sokmayıp, bileğini büktürtmediği koskoca bir destandır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmış olmasına rağmen İtilâf Kuvvetleri Anadolu’yu işgale devam ederler. 15 Ocak 1919’da Antep’e önce İngilizler gelir. Fransızların “Güneydoğu Anadolu topraklarının kendilerine bırakılması gerektiği” ısrarı neticesinde, işgal devletleri arasında ihtilâf başlar. Bir süre sonra anlaşmazlık çözülür ve İngilizler tamamen Güneydoğu Anadolu’dan çekilirken, işgal ettikleri toprakları da Fransızlara bırakır. Böylece Fransızlar, 29 Ekim 1919’da Kilis’i, 5 Kasım’da da -Kolejtepe Amerikan Hastanesi’ne yerleşerek- Antep’i işgal ederler.
Bu tarihten sonra Antep’in ileri gelenleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarlar. Antep halkı gizli toplantılarda yemin ederek, akın akın bu cemiyete üye olmaya başlar. Cemiyet çığ gibi büyür ve bir süre sonra da tek yetkili olarak, Heyet-i Merkezî’yi seçerler. Heyet-i Merkezî, harbin sonuna kadar ayakta kalır ve direnişi örgütleyip Antep Müdafaası’nı idare eder.
Tekkelerin Sancakları Açılıyor
30 Aralık 1919 – Büyük Miting
30 Aralık 1919 tarihinde belediye önünde büyük bir kalabalık toplanır. Tekkelerin sancakları açılır ve binlerce kişi hep bir ağızdan haykırmaya başlar: “Lâ İlâhe İllâllah!.. Fransızlar, Antep’ten çekip gitsin!..” Şehri 27 semte ayırırlar. Halktan toplanan para ile Suriye’den silah ve cephane getirmeye, civar köylerden de erzak toplamaya başlarlar. Fransızlar bütün bu gelişmelerden tedirgin olur ve Katma’daki tümenlerinden acil yardım isterler. Heyet-i Merkezî de Kilis yolunu tutmak için Teğmen Mehmed Said (Şahin Bey)’i görevlendirir.
“Benim çocuğumun intikamını milletim alacaktır!”
Küçük Kâmil Şehid Edilir
Maraşlı Sütçü İmam’ın taşıdığı asil kan, Anteplinin de ar damarında dolaşmaktadır; hem de çocuklarına kadar…
14 yaşındaki Kâmil, annesiyle birlikte Fransız askerî fırınının önünden geçerken sarhoş 3 Fransız askeri, Kâmil’in annesi Hacer’in peçesini açmak ister. Kâmil, Fransız askerlerine karşı koyar ve saldırır. Fransızlar Kâmil’i süngüleyerek orada şehid ederler (21 Ocak 1920). Antep’te kıyamet kopar. Halk baltayla, kazmayla, sopayla fırına koşar. Kapıyı kırıp içeri girmek isterler. Jandarma Komutanı Çopur Kemal ile Komiser Hakkı yetişir: “Kapıyı kırmayın. Zamanı gelince hep birlikte ayağa kalkacağız. Biraz sabredin!..” diyerek halkı teskin eder.
Fransız Komutanı Albay Saint Marie, harbin başlayacağından korkarak Kâmil’in babası Ökkeş Efendi’ye 200 altın vermek ister. Ökkeş Efendi, “Benim çocuğumun intikamını milletim alacaktır!” diyerek, bu teklifi sert bir şekilde geri çevirir.
Şehid Şahin Bey
Asıl adı Mehmed Said olan Şahin Bey, Yemen cephesinde savaşmış, kahramanlığı dillere destan olmuş, er iken subaylığa terfi ettirilmiş bir yiğittir. Topladığı çetelerle Kilis yolunu tutan Şahin Bey, Fransız konvoylarını iki kez yenip, geri püskürtür. 25 Mart günü, 400 nakliye arabalı, modern silahlı Fransız alayını, 3 gün durdurur. 28 Mart günü tek tüfekli çeteler çokça şehid vererek dağılırlar. Şahin Bey, Elmalı Köprüsü’nde son fişeğini de Fransızlara sıktıktan sonra ellerini göğe kaldırıp: “Ya Rab! Vatanımızı kurtar! Toprağımızı kâfirlere çiğnetme!” diye haykırır. Bir süre sonra Fransız askerleri Şahin Bey’i yakalar ve süngüleyerek şehid ederler.
Şahin Bey’in şehadetinden önce 21 Şubat’ta Fransız Garnizon Komutanlığı’na yazdığı mektup, tarihimizin şeref vesikalarından biridir:
“Kirli ayaklarınızın bastığı topraklarımızın her zerresinde bir damla Türk kanı vardır. Her bucağında bir gazinin mezarı vardır. Adı belli olmayan zamanlardan beri Türkler bu topraklarda yaşamaktadır. Türk bu topraklara, bu topraklar da Türk’e ısındı, kaynadı. Sade siz değil, bütün dünya bir araya gelse bizi bu topraklardan ayıramaz. Sonra siz hiç ömrünüzde ‘Türk esir yaşamaz!’ diye duymadınız mı? Namus ve hürriyet için ölüme atılmak, ağustos sıcağında
soğuk su içmekten, bize daha tatlı gelir. Sizler canı kıymetli insanlarsınız. Çatmayın bize. Bir an evvel topraklarımızdan savuşup gidin. Yoksa kıyarız canınıza!”
28 Mart 1920’de şehidlik mertebesine yükselen Şahin Bey’in ölümü, Fransızları büyük bir sevince boğsa da, o tarihten sonra Anadolu’nun her toprağı Antep, her yiğidi de Şahin olur.
Dokurcum Değirmeni’nde 14 Şehid
Şahin Bey’in şehid olmasından hemen sonra bir Fransız birliği sabah saatlerinde Dokurcum Değirmeni’ne gelir. Kapıyı kırıp içeri girerler. İçeride 16 yaşlarında 14 çocuk bulunmaktadır. Bu çocuklar, Şahin Bey’in Kilis yolundaki savaşı devam ederken, cepheye fişek ve yiyecek getiren çocuklardır. Bir önceki gece değirmende kalmışlar ve gün aydınlanınca da yola çıkacaklardır. Fakat Fransızlar değirmende önlerini keserler. Çocukları kayaların önüne dizip, sorgu sual bile etmeden önce kurşunlarlar, sonra da süngüden geçirirler.
Nisan 1920 – Şehirde Savaş Başlar
Kilis yolunun düşmesiyle Nisan’da şehirde savaş başlar. Antep’te 400’er kişilik Yıldırım ve Şimşek taburları oluşturulur ve başlarına da Antepli yedek subaylar getirilir. Şehir çember altındadır.
26 Nisan’da Ermeni Albay Norman kumandasında takviyeli 4 tabur ve 2 tank daha gelir. Şehir şiddetle bombalanmaktadır. Norman; 400 piyade, 2 tank ve süvarileriyle Mağarabaşı mevkiine saldırır. Taarruz 2 saat sürer, Antep çeteleri düşmanı püskürtmeyi başarır.
Karayılan’ın Şehadeti
Karayılan’ın asıl adı Molla Mehmed’dir. Kürt kökenli Kabalar aşiretine mensuptur. Erzurum cephesinde savaşır ve yara alır. Antep’e düşman gelince, hiçbir davet beklemeden çetesini alıp Fransızların yolunu tutar ve Maraş’a gitmekte olan 40 arabalı nakliye kolunu vurup, cephanelerini zapt eder. Antep Müdafaası esnasında kahramanca dövüşüp, Fransızlara ciddi zayiatlar verdirir.
Sarmısak Tepe’nin gerisinde düşmanın birkaç nakliye arabasının bulunduğu haberi ulaşınca, Karayılan ve Boynooğlu Memik Ağa çeteleri, tepeyi almaya memur edilir. 24 Mayıs 1920’de gece karanlığından yararlanarak mezarlar arasından hücuma kalkarlar. Fransızlar aydınlatma fişeği kullanır. Toplar ve makineli tüfekler ortalığı cehenneme çevirir. Sarmısak Tepe Taarruzu’nda en önde olan Karayılan, 32 yaşında şehid olur.
Şehadetinden sonra ise geriye; bir gümüş saplı kamçı, bir küçük Kuran-ı Kerim, 4 gümüş mecidiye ve halkın yaktığı türküler kalır:
“Karayılan der ki harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
Nerde düşman varsa orda bitirek,
Vurun Kürt uşakları namus günüdür!
Vurun Antepliler namus günüdür!..”
Antep’e Bombalar Yağıyor
Tarih 11 Ağustos 1920’yi gösterdiğinde, 29 Mayıs’ta imzalanan ateşkes bozulur ve Antep amansız bir şekilde tekrar bombalanmaya başlar. Bombardıman ayakta kalan binaları da iyice harabeye çevirirken, Fransızlar şehrin teslim olmasını ve kaleye beyaz bayrak çekilmesini isterler. Heyet-i Merkezî adına Cepheler Komutanı Özdemir Bey, Karatarla Camii avlusunda, halkın reyine başvurmaya karar verir.
15 Ağustos’ta Antep halkı Karatarla Camii avlusunda toplanır. Aralarında “Şehrimizi daha fazla harap ettirmeyelim, verdiğimiz şehidler yeter.” diyenler olsa da halkın büyük bir çoğunluğu, “Biz bir kere kefenimizi boynumuza asmışız! Tek kişi sağ kaldıkça Fransız Antep’e giremeyecektir!” nâraları duyulur. Son noktayı ise Özdemir Bey koyar: “Bizim topumuz, tankımız, cephanemiz yok ama ölmek için yeminimiz var! Antep düşer, vatan yaşar!”
Bülbülzâde Hacı Abdullah Hoca ellerini Allah’a kaldırmış ağlıyordur: “Yarabbi! Dinimizi, vatanımızı, yavrularımızı sen esirge!..” Antepliler, kadınların zılgıtları, çetelerin
haykırışları arasında Antep Kalesi’ne çıkarak, kalenin en yüksek burcuna büyük bir al sancak çekerler.
Hiçbir Yerden Yardım Gelmiyor
31 Ağustos 1920’de Mustafa Kemal Paşa’ya ve TBMM’ye telgraf çekilir: “Düşman bombardımanı gece gündüz devam ediyor. Şehir harabe hâline geldi. Şehidlerimizi kanlı elbiseleriyle üst üste, koyun koyuna gömüyoruz. Antep’i kurtarmaya gelmeyecekseniz, biz de şehri yakalım ve çıkalım. Ağlayarak makine başında cevabınızı bekliyoruz.”
Telgrafa Ankara’dan şu cevap gelir: “Türk vatanının mukadderatı şu anda Türk- Yunan Harbi’nin sonuna bağlıdır. Bu nedenle Antep’e yardım edilmesine imkân yoktur.”
Ankara’dan gelen bu cevaptan sonra Antepliler bütün dünya milletlerine telgraf çekerler: “Bütün bu cinayetler insanlığın gözleri önünde işlendiği hâlde, hiçbir yerden insanlığın sesinin yükseldiğini işitmiyoruz. Eğer insanîyet âlemi bu haksızlıklara susacaksa, biz de bu medeniyete lânetler okuyarak, kefenlerimizi boyunlarımıza asıp, ölümü selâmlamaya koşacağız!” Hiçbir yerden cevap gelmez. İnsanlık susmuştur…
Şeyh Camii Hastahânesi
Belediye Hastahânesi, Fransız toplarıyla yıkılınca, Antep Müdafaası süresince Şeyh Camii hastahâne olarak kullanılır. Doktorlar bir araya gelip, evlerinden kendi âlet ve ilaçlarını getirirler. Bir süre sonra hastahânede yokluk başlar. Gazlı bez biter; hocaefendilerin başlarından çıkardıkları sarıklar, gazlı bez olarak kullanılır. Pamuk biter; halk yataklarındaki pamuğu çıkartıp getirir. Ameliyat olacaklar için kloroform ve eter biter; gelen yaralıları demir karyolalara iplerle bağlayıp, bayıltmadan kol bacak kesilir. Yaralılar bağırır, doktorlar ağlar, Antep’in feryadı göklere çıkar.
General Gobo Tümeni Geliyor
5 Ekim tarihinde Fransızlar, Çınarlı Camii Cephesi’ni önce 400 obüs mermisiyle döver, sonrasında ise özel olarak hazırladıkları birlikle Kendirli Kilisesi’nden hücuma kalkarlar. Tamamen harab olmuş caminin bahçesine girdiklerinde, enkaz yığınlarının arasından 8 Antepli kahraman çıkar ve biri subay olmak üzere 20 Fransız askerini öldürür. Aradan bir hafta geçtikten sonra Fransızlar 12 Ekim’de bir daha taarruz ederler fakat Antepliler bir kez daha zafer kazanır ve düşmanı püskürtür.
Ardı ardına gelen başarısızlıklardan sonra Fransızların başkenti Paris karışır, kıyamet kopar. Bu kez Antep’in üzerine General Gobo komutasındaki 4. Fransız Tümeni’ni gönderirler. Antep’teki düşman sayısı artık 20 bini geçmiştir. 13 piyade taburu, 1 alay süvari, 6 uçak, 4 tank, ağır toplar, 300 makineli tüfek ve 1500 de Ermeni Gönüllü Alayı vardır. Antep’in bütün kuvveti ise vatanı ve namusu için ölümü göze almış 2070 silahlı, 850 silahsız toplam 2920 mücahiddir!
Fransız askerleri bütün tepeleri tutarak Antep’i çelik bir çember içine alır. Tepeler boyunca her 20 metrede bir tane asker vardır. İçeriden dışarıya kuş bile uçurtulmaz. Niyetleri bu çelik çember içinde Antep’i aç ve susuz bırakmaktır.
Özdemir Bey, 2. Kolordu Tümen Komutanı Albay Hayri Bey’den yardım ister ama cevap yine olumsuzdur.
Tarih 6 Şubat 1921’i gösterdiğinde artık 10 aylık mücadelenin sonuna yaklaşılmıştır. Antep’te yiyecek bitmiş, cephane tükenmiş, eli silah tutanların çoğu da düşman çemberini yarıp harice çıkmıştır. İşte tam bu sırada şehirde kalanlar, “Açlıktan öleceğimize, düşmanın kurşunuyla ölelim.” diyerek huruca -düşmanı yarıp çıkmaya- karar verirler. 6 Şubat’ı, 7 Şubat’a bağlayan gece son huruç yapılır; düşman çemberi yarılır ve 800 muharip dışarı çıkar. Yine birçok şehid verilir ve Fransız çemberi yine kapanır. 8 Şubat sabahı her şey biter, Antep teslim olur. Antep’in asıl teslimiyeti ise düşmana değil, açlık ve yokluğadır.
Kefen Bayraklı Kale
Teslim teklifini Fransız Komutanı Albay Andria’ya Hoca Tevfik ile Halid Bey götürür. Albay başlangıçta teklife inanamasa da sonradan büyük bir memnuniyet duyar:
“Teklifiniz doğruysa kaledeki Türk bayrağını indirin, beyaz teslim bayrağı çekin. Sonra gelin şartları görüşelim.” der. Albay Andria’nın bu sözleri üzerine Halit Bey, “Türk bayrağını indirmeye kadınlarla çocuklar bile razı olmaz. İsterseniz Antep’i bir daha yıkın!” Aylardır bu ânı bekleyen Albay, “Peki, o hâlde bayrağınızın yanına beyaz bir bayrak asınız.” der.
Kaledeki Türk bayrağının yanına, Şeyh Camii Hastahânesi’nden alınan kefenlik bezin çekilmesiyle bombardıman artık durur.
25 Aralık 1921 – Antep’in Kurtuluşu
Antep; Fransız ordusunun tanklarına, toplarına, uçaklarına karşı kendi evlatlarıyla 10 ay 8 gün dayanır ve 6317 şehid verir. 20 Ekim 1921’de Türkiye ile Fransa’nın Ankara Antlaşması sonunda istiklâline kavuşur. 59’uncu Türk Alayı sevinç ve gözyaşları içinde 25 Aralık 1921’de GAZİ Antep’e girer
ANTEP MÜDAFAASI’NDAN LEVHALAR
İngiliz Levis, ‘Yıldırım Yusuf’ Oluyor
Antep Müdafaası olmazı olur kılan insanların gerçek hikâyeleriyle doludur. Fransızların Antep’e çevrilmiş 300 makineli tüfeğine karşı Anteplilerin ise sadece mavzerleri vardır.
Tüfekçi Yusuf Usta, Antep harbinden önce Çanakkale’de Zeytinburnu Silah Fabrikası’nda çalışmıştır. Bundan dolayı da Antep’in İmalat-ı Harbiye Fabrikası’nın, silah bölümünde görev alır. Harp esnasında İngilizlerden kalma 4 adet ‘Levis’ marka makineli tüfek vardır. Fakat uygun mermi olmadığı için bu tüfekler kullanılamamaktadır. Yusuf Usta, Heyet-i Merkezî’ye “Bana verin bu tüfekleri, Osmanlı mermisi kullanır duruma getireyim.” der. Kendisine inanmazlar ve “Devlet malı” diyerek, Yusuf Usta’yı geri çevirirler.
Yusuf Usta’nın bir arkadaşı makineli tüfek çavuşu olarak Gazze cephesinde bulunmuştur. Antep Müdafaası esnasında da silah deposunun sorumlusudur. ‘Levis’lerden birini kapıp, Yusuf Usta’ya getirir: “Yahu usta!.. Makineliye şiddetle ihtiyaç var. Hallet şu tüfeği!” der.
Yusuf Usta, eski bir muaddel tüfeğin namlusunu Levis’e takıp, kaynak eder. Yusuf Usta’nın imal ettiği İngiliz Levis, başlar Osmanlı mermisi yakmaya. Başarıyı haber alan Heyet-i Merkezî bu sefer Yusuf Usta’ya kendi ayaklarıyla giderek, diğer 3 adet Levis’i de emanet bırakır. İngilizlerin 4 adet Levis markalı makineli tüfeği, Antep Müdafaası’nın sonuna kadar Fransızlara ölüm kusar, bu tüfeklere de “Yıldırım Yusuf” adı verilir.
Antep Müdafaası’nda yer alan Veysel Sertkaya’dan
“Kadınları mağaralara, geniş kuyulara saklıyorduk. Her 10 kadının yanına da bıçağına kuvvetli bir ihtiyar koyduk. Fransızlar gelirse bu kadınları öldürecek, onlara vermeyecekti.”
Antep Müdafaası’nda yer alan Ökkeş Hacerlioğlu’ndan
“Allah o günleri geri getirmesin. Çok acı çektik. Aç kaldık, çıplak kaldık. Bir gün bizim Köroğlu Bostancı’nın beygiri ölmüştü. Açlıktan bu beygirin etini parça parça bölüştük. Beygirin karnından bir de yavrusu çıktı. Onu da paylaştık. Aç kalan insan, ayakta kalmak için neler yapmazmış…”
Antep Müdafaası’nda yer alan Öğretmen Tevfik Üner’den
“Aydınbaba Cephesi’nde 11 yaşındaki Tilki Mehmed’in oğlu Şerif, babasına ekmek getirmişti. Düşman bombardımanında cepheler arasındaki telefon telleri kopmuştu. Tamir için başka tel de yoktu. Küçük Şerif; ‘Bana tel kesecek bir alet verin, size tel getireyim.’ dedi. İnanmamıştık ama gene de Ökkeş Bahri Bey çocuğa bir keski verdi. 11 yaşındaki Şerif, keskiyi almış, direğe tırmanmış, düşmanın telini kesip, bize getirmişti. Bu çocuk daha sonra cepheye mermi götürürken şehid oldu.”
Antep Müdafaası’nda Yıldırım Tabur Komutanı olan Kâmil Bey’den
“Yazıcık mıntıkasına gitmiştim. Siperde muharipler ateş ederken 10-12 yaşlarındaki çocukların, ziyan olmasın diye boş kovanları siperde, ateş altında topladıklarını görerek hüngür hüngür ağlamıştım…”
Mavzer İçin Kızını Evlatlık Veren Antepli
Asrın modern silahları ile donanmış düşman karşısında Anteplinin silahı azdı, kırık döküktü, eskiydi. Öyleyse neyle, nasıl karşı koyacaktı düşmana?.. Yusuf Usta’nın oğlu Mustafa Yıldırımdemir anlatırken ağlıyordu:
Ben 12 yaşımda iken babamın dükkânında çıraktım. Bir adamcağız gelirdi yanına. Büyük bir hürmetle babam ayağa kalkar, yemeğini yedirir, harçlığını verir, yolcu ederdi. Bir gün “Baba, bu adam kim ki?” diye sordum.
“Sen onun Antep Harbi’nde ne yaptığını bir bilsen, yanında hiç oturmazdın.” dedi ve anlatmaya devam etti; “Harp içinde bir gün bu adam bana geldi. ‘Ağa’ dedi. ‘Ben de dövüşeceğim ama tüfeğim yok. Satacak bir şeyimde kalmadı. Ne olur bana bir tüfek ver.’ Bende de yok ki vereyim. Ne yapmış bilirsen? 8 yaşında bir kızı varmış. Onu giydirmiş, anasının elini öptürmüş, alıp Halep’e götürmüş. Onu, çocuğu olmayan bir Arab aileye 5 altın lira karşılığında evlatlık vermiş. Almış oradan da bir mavzer geldi buraya. Katıldı savaşa, şehid de olmadı, harbin sonuna kadar da dövüştü. İşte bu adam, o adam!”
Madalyayı Geri Çeviren Şanlı Mücahidler
Antep gazi oldu ama ona şerefi kazandıran mücahidlerin çoğu İstiklâl Madalyası alamadılar. Madalya, yasaya göre 15 Mayıs 1919 ile 9 Eylül 1922 tarihleri arasında, Türkiye Askerlik Şubesinden birinde kaydı bulunanlara veriliyordu. Oysa Antep kahramanlarının bir kısmı daha askerliği gelmemiş gençler, bir kısmı da askerlik çağı geçmiş yaşlılardı. Geri kalanlar da nizamî asker değil; silahını eline almış, fişeğini cebine koymuş, ekmeğini çıkınlayıp beline bağlamış gönüllü mücahidlerdi. Pek azının Heyet-i Merkezî’de kaydı vardı. Çoğunun kayıtları da düşman eline geçip harp esiri sayılmasınlar diye, son huruçtan önce çuvallara doldurulup yakılmıştı. Bu nedenle birçoğu madalya alamadılar. Daha sonra dövüştüğü cepheden iki şahit getirip, mahkeme kararı ile alanlar da oldu.
Antep’in kurtuluşundan sonra Ankara’dan bir heyet gelir. “Harpte savaşanlara madalya vereceğiz. Üçer altın verin, kanun hükmü.” derler. Anteplilerin bu teklife cevabı sert olur: “Bey! Bey! Biz madalya için dövüşmedik. Allah için, namusumuz ve vatanımız için dövüştük! Biz bir tüfek, üç beş fişek almak için yatağımızı, yorganımızı sattık. Ne parası istiyorsun?! Madalya sizin olsun!..”
Antep Müdafaası’nda:
* 20 bin kişilik modern silah ve teçhizata sahip Fransız ordusu ve Ermeni taburlarına karşı, toplam 2920 kişilik Antepliyle, 10 ay 8 gün savaşılır.
* Fransız ordusunun çeşitli çapta toplarına karşı Ramazan topu ile karşı durulur.
* Mavzere karşı, av tüfeğiyle dövüşülür.
* Tüm silahların can damarı barut bittiğinde; söğüt ağacı kömürü, kükürt, güherçile, kara taş havanlarda dövülerek barut yapılır.
* Yemek yenen 2 bakır sahandan, sahan bombası yapılır.
* Ölmüş hayvan eti, sebze kökü, ot yiyerek, 10 ay 8 gün dayanılır.
* Tahtadan yapılan ‘tak-takı’nın makineli tüfek sesi ile düşmana taarruz edilir.
Antep’in kurtuluşunun 92. yılı vesilesiyle GAZİ Antep mücahidlerinin şahsında, bütün gazi ve şehidlerimizi hürmetle selâmlar, Yüce Mevlâ’dan rahmet dilerken, son sözü Mütefekkir Mirzabeyoğlu’na bırakalım.
SON SÖZ (*):
– «İmân, Allah’a, Resûlü’nün gösterdiği yoldan bağlanmak… Bunun hakikati, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”… Bunun hakikati, Allah’ta fâni olmak, ölmeden ölme sırrına ermek, yâni velâyet, yâni can vermek!..
(….) Bizim uyarmak istediğimiz nokta, zâhir ve bâtını ile “can verme”den ibaret imânın bu hakikatini gözardı eden bir takım budalaların, hâlâ İmân ve İslâm’dan bahsedebilmelerindeki yüzsüzlüktür!..
“Terk-i dünya; can verme” rejiminden ibaret bâtın yolu, sözkonusu sahtekârlar için tam tersi, cihad farzından kurtulmak için “canını kurtarma” yolu zannedilmektedir; “dünyaya kazık kakma” muradındaki sürüyle sahtekâr, bu niyetle hemen “intisab edilecek şeyh” arar ve işin aslında “bu yolda göze alınacak en adi tehlike, ölümü göze almaktır” hakikati bulunduğundan gafil, canını tehlikeye atmamanın keyfinde nefslerini yellerler!..
(…) Zannedilenin aksine bu işin “halim, selim” mizaçlı olmayla da bir ilgisi yoktur… Bunun en güzel misallerinden biri, Fatih Sultan Mehmed Han’ın nasihat etmek üzere Kazıklı Voyvoda’ya yolladığı ulemâ heyetinin takındığı tavır ve neticede kahramanca şehid olmaları hâdisesidir: Kazıklı Voyvoda’nın kafalarından sarığı çıkarmaları ihtarına karşı “red” cevabı veren bu heyet üyeleri, sarıkları kafalarına çivilenerek şehid edilmişlerdir… Bu Müslümanlar, muharip sınıfından değildi; ama ilim haysiyeti adına, -bugünkü haysiyetsiz, şerefsiz, mamacı tiplerin aksine-, gerektiği yerde gereken tavrı takınmayı can pahası bilmişlerdir!..
“Savaşacak gücün yoksa, savaşana dua et!” şuurundan bile yoksun ve eşi, işi, dişi arasında -mideyle tenasül âletini işletmekten ibaret- sefil hayat meftununun, öbür dünyadaki hâlinin ne olacağını, yolumuzun büyüğü Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin ifâdelerinden gösterelim:
– “Dinî işlerde bid’atlerin (uydurma yeniliklerin) türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de CİHAD VE GAZADA GEVŞEKLİK VE TEMBELLİK’tir. Burada bir nükte vardır ki, MÜNAFIKLIĞIN ALÂMETİ olmaya kadar gider. O da ŞEHİDLİK NİMETİNDEN KAÇINMAK…”
Allah’ın lâneti, İslâm’ın cihad emrini reddedenlerin, cihadı baltalamaya çalışanların, İslâm’ı küfür düzeninin çeşnisi bir acube hâline sokmaya çalışanların ve bütün bunları İslâm’ın hoşgörüsü olarak sunmaya yeltenenlerin üzerine olsun!..»
* Salih Mirzabeyoğlu, İBDA DİYALEKTİĞİ “Kurtuluş Yolu”, 4. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul 2004 s. 238-239-240