Ömer Emre Akcebe
“Doğu der ki Batıya, güneşi fethetsen de,
Ruh gerçeği bendedir, madde yalanı sende”
Necib Fazıl
Devlet-i Aliyye’ye “Hasta Adam” yaftası vurarak o gün bugün ölmesini bekleyen Batı,
hastalık sandığı emarelerin hakikatiyle toslaşacağı güne doğru adım adım yaklaşırken, kendi
bünyesini saran amansız hastalığın hâlâ farkına varabilmiş değil. Bu yazımızda Devlet-i Aliyye’ye
konan yanlış teşhisi ortaya koyacağımız gibi Batı’nın iliklerine kadar işlemiş olan hastalığını da
suratına bir tokat gibi çarpmak niyetindeyiz.
Çar I. Nikola’nın 1853 senesinde İngiliz elçisiyle yaptığı bir görüşmede Osmanlı Devleti’ne
yaptığı “Hasta Adam” yakıştırması, Ulu Hakan Abdülhamid Han’a kinli olan Siyonistler
tarafından köpürtülerek bütün bir Batı’nın zihnine adeta nakşedildi. Bu bir Siyonist projesiydi ve
kendi zaviyelerinden bugüne kadar son derece başarılı oldular lâkin bu hastalığın ölümcül bir
hastalık mı yoksa başı Anadolu’da, gövdesi bütün bir İslâm âlemini dolaşan ejderhanın yani
Devlet-i Aliyye’nin deri değişimi mi olduğunu bir türlü kavrayamadılar.
Devlet-i Aliyye’yi yalnızca 1923 senesinde yıkılıp, tarih sahnesinde hoş bir sada bırakıp da
gitmiş Osmanlı Devleti sananlara öncelikle işin aslını anlatalım. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu
Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin Mukadder başlıklı 100. Bölümünde Devlet-i Aliyye’yi şöyle tarif
ediyor; “DEVLET-İ Aliyye-i Ebed Müddet: Ebed müddet devam edecek olan necib, âlî, büyük devlet…
Siyasî ve hukukî teşkilâtlanma olan Devlet yanında, “saadet ve mutluluğa sebeb” anlamı da içinde
bir terkib; bu terkibin, dünya ve ahiret hayatını kapsayan bir ifâde olduğu da açık… Aliyye’nin
“aletle ilgili” demek oluşu da nazara alınırsa, “âlet” lâfzının nitelenişleri boyunca “devlet” ile
kurulabilecek ilgi, terkibdeki kasdî mânâyı zenginleştirici olacaktır; dil ve İslâm misâlini verirsek,
“Ebed müddet âleti devlet”, hem devletin neye âlet olmasını gösterir, hem de dünya saadeti dışında
saadet şartlarının “ebed müddet”te geçerliliği bakımından “gerçek saadet”in ne olduğunu… Saadet
için saadet, dünyada kalır; İslâm ile saadet, hem gaye hem vasıta olarak “ebedî müddet”… Hem
KALIB (Şekil), hem de RUH (Fikrin) birbirine uygun olması gereğini ikaz… Kuru sıkı her Devlet’in,
“Devletimiz sonsuza kadar yaşayacak!” tarzında bir gevelemesine benzemediği açık… PROFESÖR
Mümtaz Tur[h]an’ın ifâdesindeki ufak çapağı izâh ettiğimiz şekilde düzelterek AYNEN katılıyoruz:
“Ebediyete kadar devam edecek olan devlet” anlamında olup, OSMANLI Devleti için kullanılmıştır.
Zirâ Üçüncü Selim, Osmanlı Devleti’nin İLÂHÎ teyid ve himâyeye mazhar bulunduğuna, bir MUCİZE
de olsa İmparatorluğun “ebed müddet sıfatıyla” yaşayacağına dair millî bir an’aneye bağlı
olduğuna inanıyordu… SON söz Şeyh Galib’in: “Gayet münasibtir ruh şarabına mina kalıbı!”…
Olmalı!..”
Devlet-i Aliyye’yi klasik mânâda bir kalıpta dondurulmuş devlet tarifiyle anlayanlar için
ölümü bekleyen hasta yaftasının vurulmasında bir mahzur yoktur ama işin aslı öyle midir aceb?
Siyonistler ve topyekûn küfür zümresini tarif eden Batı, Devlet-i Aliyye’nin böyle bir
hastalık sonucu yıkılmayacağını çok iyi biliyorlardı ama zihinlerdeki Osmanlı imajını
kırabilirlerse, işte o zaman işin büyük bir kısmı bitmiş demekti.
Birinci Dünya Savaşı’na doğru sürüklenilen demlerde başta The New York Times olmak
üzere bu yafta sürekli gündemde tutularak hem Batı’nın kalbinde kökleşen korkunun ve
ezikliğin ortadan kaldırılması hem de Devlet-i Aliyye’nin nüfuz alanındaki kudretinin kırılması
planlanıyordu.
Başarılı da oldu ve Osmanlı Devleti yıkılarak yerine Batı’nın iliklerine kadar nüfuz ettiği
iktidar marifetiyle bir ucube dikildi. Şimdi burada sözü Arnold Toynbee’ye verelim, son derece
heyecan verici tesbitlerini dinleyelim ve öyle devam edelim:
-“Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve daha heyecan verici kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü
hastalığın belirtilerinin anlamını kavrayamamıştır. Tabiat bilgisi olmayan bir kişi, derisini
değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kaybettiği için bir zaman sonra tekrar eski
durumuna geçeceğine inanmaz. Bu inancına bir gerekçe olarak da, bir insanın ya da başka bir
memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğradığında da yaşadığının hiç görülmediğini
söyler. Evet, bir panterin postundaki benekleri ve bir Habeş’in derisinin rengini değiştiremeyeceği
kanısı doğrudur. Fakat tabiat meraklısı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her
ikisini de yapmasının çok tabii bir olay olduğunu öğrenirdi. Elbette deri değiştirmek yılan için de
güç ve rahatsız edici bir iştir. Bir süre için dış etkilere açık kalmakta, hayatı, sadece düşmanlarının
merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmektedir.
Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmişse; yalnız sağlığına yeniden
kavuşmakla kalmamakta ve zehiri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir.
Bunun en yeni örneği Türklerdir ve onlar için “Hasta Adam” yerine “Deri değiştiren yaratık”
demek, durumları için çok daha uygun düşmektedir.”
Toynbee, Osmanlı Devleti’nin hastalıktan ölüme sürüklenen bir devlet olmadığını ve deri
değiştirdiğini söylüyor. Biz bu tesbitinin deri değiştirdiği kısmına tamamen katılmakla beraber,
Toynbee’nin aksine, yeni derisine hâlen kavuşamadığı, 90 senelik nekahet devresinde dış
tesirlere açık acılı, sancılı ve tehlikeli bir dönemden geçtiğini, ölmemiş olduğuna göre ruhunun
bütün keyfiyetlerini mahfuz olduğunu ve yeni derisi üzerinde belirginleşmeye başlasa bile hâlen
bu sıkıntılı devrenin sürdüğüne ve sağlığına kavuşur kavuşmaz eski kudretinden daha da büyük
bir kudretle İlây-ı Kelimetullah davasını layıkıyla sırtlayacağına inanıyoruz.
Devam edelim, Osmanlı Devleti’nin “Hasta Adam” olarak nitelenmesinin gerekçelerine
bakalım. Bu gerekçelerden sonra da elimizde bulunan yeni “Hasta Adam”ı inceleyeceğiz.
Gerekçeleri
Üstad Necib Fazıl, Batı’nın Devlet-i Aliyye’yi “Hasta Adam” olarak yaftalamasına neden
olan meselelerin künhünü Gençliğe Hitabesinde söyle işaretler; “Kaba softa ve ham yobaz elinde
sefalet ve hezimet… Üçüncüsü bir asır… Allahın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği
cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… “ İşte bizim “Hasta Adam” hüviyetine bürünmemizin
altında yatan temel amiller bunlardır.
Batı’nın “Hasta Adam” yaftası vurmasının nedenlerine gelecek olursak iktisadî, siyasî,
askerî, idarî, ruhî ve psikolojik daha pek çok neden sayabiliriz. Bunlardan sadece iktisadî ve
askerî olanlara göz atacak olursak; Osmanlı İmparatorluğu 1854 yılında dış borçlanmalara
başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon
lira borçlanıldığı halde, hükümetin eline yalnızca 127 milyon lira geçmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, ilk dış borçlanmasını, Kırım Savaşı sırasında, savaş maliyetlerini
karşılamak için gerçekleştirdi. Ancak malî durumu düzelmeyen devlet, savaştan sonra da borç
almayı sürdürdü. Bundan sonra da borçlanmayı neredeyse alışkanlık haline getiren Osmanlı
İmparatorluğu, yaşadığı her iktisadî sıkıntıda dış borç almaya başladı. Bu borçların verimli
kullanılamaması sonucu, kısa sürede, değil borçlar, faizleri bile ödenemez hale gelindi. 1874’te
devlet malî iflasın eşiğine geldi ve bir kararname çıkardı. Bu kararnamede, Osmanlı
İmparatorluğu vadesi gelen borç taksitinin ancak yarısını ödeyeceğini açıklıyordu. Ancak
açıklanan bu söz de yerine getirilemedi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Osmanlı
yönetimi yeni bir malî bunalıma sürüklendi ve Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri’nden almış
olduğu iç borçlarını da ödeyemeyeceğini açıkladı.
Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı İmparatorluğu, sonunda alacaklılarla anlaşma
yoluna gitti. Alacaklılarla masaya oturan yaşlı imparatorluk, 1879’da damga, alkollü içki, balık
avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara
bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık
avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri
toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu
kurum kurulduktan sonra da Osmanlı İmparatorluğu malî sıkıntılar nedeniyle dış borç almak
zorunda kaldı.
Askerî bakıma değinecek olursak da; 1877-1878’de Ruslara karşı savaş alanında alınan
ezici mağlubiyet Devlet-i Aliyye’nin psikolojik üstünlüğünü derinden sarsmıştır. Ulu Hakan
Abdülhamid Han’ın siyasî başarısıyla bu mağlubiyet en az kayıpla atlatılmaya çalışılsa da zaten
içten içe çürümüş olan yapının artık ayakta duracak gücü kalmamıştır.
Vel’ hasıl-ı kelâm Osmanlı Devlet-i İslâm’dan kaynaklanan kendisine has hasletlerini
yitirmeye başlamış ve deri değiştirme safhasına girmiştir. Bugün yeni derisinden pırıltıları
seçiyor olsak da değişim tamamlanmamıştır.
Batı’nın Hastalığı
Osmanlı Devleti’ni şu satırlardan tam da 160 sene önce “Hasta Adam” olarak yaftalayan ve
parlamentolarında, kiliselerinde, havralarında, daha bilmem nice tapınaklarında,
ticarethanelerinde 160 senedir bu hastanın ölmesini bekleyerek uydurdukları tanrılarına dua
edenler en az inançlarında olduğu kadar yanıldılar.
Bir zamanlar Devlet-i Aliyye’yi “Hasta Adam” olarak niteleyen Batı, bugün daha beter bir
hastalığın pençesine düşmüş kıvranıyor. Bu hastalık öyle bir hastalık ki, tıpkı Devlet-i Aliyye’nin
hastalığı gibi İslâm eczanesinden başka derman tanımayan, kanserli hücre gibi önce ferdleri
ardından da toplumun kesimlerine sirayet ederek bütün bir bedeni ölüme sürükleyen amansız
bir hastalık.
Batı kendi hedonist çıkarları karşısında biricik mâni olarak gördüğü İslâm ve
Müslümanlarla mücadele edeyim derken bütün hayat enerjisini tüketmiş ve bu tükenmişlik
sendromu da geçmişten gelen en büyük hastalığını nüksetmesinin vesilesi olmuştur.
Evet, artık Batı’yı tarif ederken kullanılması en uygun tabir HASTA ADAM’dır.
Bugün Batı, Allah’ın gazabına uğramış milletler kadar büyük bir hastalığın pençesine
düşmüştür de teşhisini koyamadığı bu hastalığın hâliyle tedavisini de yapacak durumda değildir.
Lâfı fazla uzatmadan “Hasta Adam” Batı’da artık gözlemlemek için doktor olmaya hacet
olmayan emareleri kısa kısa incelemeye başlayalım.
Batı’nın Ekonomisi
Batı’nın son birkaç asırdır hâkimiyet sahnesinde görünmesine neden olan amil, para ve
metalaşan dünya… Orta Çağ döneminde Batı’da birisinin adam yerine konması için sahib olması
gereken şey topraktı. Her devir bir taraftan diğer bir tarafa kovulan Yahudi hiçbir yerde kök
salamadığı ve toprak sahibi olamadığı için adam yerine konmazdı o devirlerde. Yahudi elinde
kalan ve kendisinin en ince hususiyetlerine kadar vakıf olduğu parayı metalaştırması bu döneme
rastlar. Batı’da Yahudi marifetiyle şekillenen ekonomi geçen zaman içerisinde iyice metalaşan
paradan büyük bir balon imâl etmiştir.
Bankacılık ve finans sistemini Yahudi’nin para sistemi üzerine inşa eden Batı, belki de
bünyesindeki en şiddetli hastalığa bu şekilde yakalanmıştır. Para üzerinden para kazanmaya,
kazanılan paranın risklerini satarak para kazanmaya, borsalarda yapılan manipülasyonlarla para
kazanmaya, bankalardaki mevduatları çekip asla sahib olamayacağı yatırımları gerçekleştirerek
para kazanmaya başlayan Batı, bugün ekonomik bakımdan tarihin en büyük hastasıdır.
Faiz, tüketim çılgınlığı, krediler, satılan riskler ve borsa üzerine kurulu bu ekonominin
tutulduğu hastalık tarifinden malum değil mi zaten?
Kamu borçlanmalarına gelecek olursak –rakamlarla ilgilenen OECD raporlarına
bakılabilir- bugün süper güç olarak addedilen devletlerin neredeyse tamamının eğer ki şirket
olsalar iflas edecek durumda olduklarını rahatlıkla görebiliriz.
Osmanlı Devleti’ni dışarıdan aldığı borçlar hasebiyle “Hasta Adam” ilân edenler bugün
neredeyse giydikleri donlarına kadar borçlular da, hakikati suratlarına çarpan yok.
Amerika, İngiltere, İspanya, Portekiz, İtalya, Fransa ve daha nice büyük devlet bugün
“Global Ekonomi” diye diye bu hastalığı birbirine AİDS gibi yaymış ve ölüme doğru sürüklenir
vaziyette. Kurdukları sunî ekonomi balonu şimdilik hakikat önünde perde olsa da meydana
gelecek ilk ekonomik sarsıntıdan sonra hastalık ifrazatını kusarak gözler önüne serecektir.
Batı’nın İçtimaiyâtı
Düşünün, kısmetinde İslâm ile şereflenmek olmadığı için şerefi de haysiyeti de insan
olmamakta arayan milletleri düşünün…
Hayvanlar gibi çıplak dolaşan, ırzına geçmek ve geçilmekle yaptığı skorlarla nam salan,
eşcinselliği bayraklaştıran, tüketen ve yine tüketen, aklı alınmış, ruhu satılmış hayvandan aşağı
hayat süren leşler manzumesi Batı milletlerini görelim.
Medeniyet diye insandan insanlığını çalan ve bunu döndürüp dolaştırıp medeniyet diye
satan Roma ahlâksızlığının, Anglo-Sakson barbarlığının varisi Batı…
Dalga geçmek için değil de bir hakikati işaretlemek ve unutmamak babında; bu şekildeki
hastaları gömerken kireçlerler ki toprağı, suyu da kendileri gibi kirletmesinler…
Batı’nın Psikolojik Durumu
91 Körfez Savaşı, Afganistan Müdahalesi, İkiz Kulelerin vurulması –kabadayının kendi
mahallesinde yediği tokat-, Irak bataklığı, Mortgage krizi, Avrupa ekonomik krizi, istihdam
problemi, enerji darboğazı ve ipin ucunun kaçtığı Arab Baharı; Batı, psikolojik üstünlüğünü
kaybetmiştir. Bugün değil fezaya mekik göndermek, fezadan dünyaya mekik indirse kaybettiği
üstünlüğünü geri kazanamayacaktır.
Batı’nın İslâm medeniyetinden yağmaladıklarının üzerine bir virgül koyamaz vaziyetteki
hâli, “ebed müddet” olmadığının ve olamayacağının da isbatıdır. Yani İslâm önünde dize gelip
yıkılıp yok olmuş olan, hâtta zaten İslâm karşısında yıkılıp yok olmaya mahkûm olan Roma’nın
rolünü Batı bugün son derece kötü bir şekilde sahnelemektedir ve yıkılma sahnesinde de
Roma’dan daha iyi bir performans sergileyecek değildir.
*
Batı’yı ölüme doğru sürükleyen amillere daha birçoğu eklenebilir, bu amiller istatistikî
bilgilerle desteklenebilir… Batı’nın tutulduğu amansız hastalığı biz yerimiz el verdiğince sizlere
aktarmaya çalıştık.
Saydığımız ve saymadığımız benzer nedenleri bünyesinde ihtiva eden Batı devletleri bu
amansız hastalığın pençesine düşmüş vaziyettedir ve hastanın ölümüne yakın demlerde bir
iyileşme göstermesi gibi bugün sağlam adam pozları veriyor olsalar da ecel pek yakındadır.
“Ebed Müddet”e, Devlet-i Aliyye’ye dönecek olursak, bu hastalığın Batıyı neden ölüme
sürükleyeceği, Devlet-i Aliyye’nin ise neden derisini değiştiren bir ejderha olduğu, kökü ezelde
dalı ebedde ulu bir çınar olduğunu izah edebilmişizdir inşallah.
Batı’nın köhnemiş cesedinin bu hastalık ile daha fazla yaşamaya takati yoktur, İslâm’ın
olan İstikbâl yakındır…