Perşembe, Ocak 23, 2025

BİR YÖNÜYLE: USUL BİLGİSİ VE FİKİR ZEVKİ

Sözün başı usul nedir? Lügatlerden geçen haliyle; “Kökler, asıllar; bilimde belli bir
sonuca erişmek için, belli bir plana göre izlenen yol, metod. Bir kimsenin ana, baba, dede
ve nineleri; yol, yöntem.” Geniş anlamıyla “bir amaca erişmek için izlenen, tutulan yol,
yöntem, tarz; bir hukuk ya da idare işleminin hazırlanması, yapılması ya da yürürlüğe
konması sırasında uyulması gereken hükümler ve izlenecek yollar.”
Usul bilgisi bu minval üzere herhangi bir meseleye yanaşabilme şuuru ve ön şartı.
Gaz deposuna ateşle yaklaşılmayacağına göre.. Metod bilgisi ve yol haritası… Bize bakan
cihetiyle mevzuyu açalım.
Sözün başı usul nedir? Lügatlerden geçen haliyle; “Kökler, asıllar; bilimde belli bir
sonuca erişmek için, belli bir plana göre izlenen yol, metod. Bir kimsenin ana, baba, dede
ve nineleri; yol, yöntem.” Geniş anlamıyla “bir amaca erişmek için izlenen, tutulan yol,
yöntem, tarz; bir hukuk ya da idare işleminin hazırlanması, yapılması ya da yürürlüğe
konması sırasında uyulması gereken hükümler ve izlenecek yollar.”
Usul bilgisi bu minval üzere herhangi bir meseleye yanaşabilme şuuru ve ön şartı.
Gaz deposuna ateşle yaklaşılmayacağına göre.. Metod bilgisi ve yol haritası… Bize bakan
cihetiyle mevzuyu açalım.
Mesele konuşuyor pozisyonda olmak meseleye dair “taraf” olmayı ve bir ideolocya
ya “dünya görüşü –tatbik fikir” bağlı olmayı gerekli kıldığı gibi aynı zamanda bir usul
bilgisini de şart koşar. Her şeyin her şeyle ilgisi var ve madem her şey her şeyle “nizami”
bir ilgiye sahip o zaman “her şeyi” yerinde ve uygun lisanla ortaya çıkarmak, ifade etmek
ve ard arda dizmek lazım… Mesele konuşuyorum yahud mesele çözüyorum zannıyla
kendini tekrar etmek, ideolocyanın dışına savrulmak, son “etkilendiği” kitapla etiketlenip
kafayı kiralık kasa gibi kullanmak ve “iş ve fikir” üretme aşamalarında kendine “işsizliği ve
güçsüzlüğü” telkin ederken “fikirsizleştiğini” anlayamamak vs. hep bu “usul” dairesi
içinde… Diğer taraftan meseleyi kendi seviyesine(seviyesizliğe) indirip geyik hesabı
mütalaalar yapılması, ateşle başlayan tartışmaların bir müddet sonra “iş yapmayan
olmayınca” çay-kahve muhabbetine dönmesi ve son olarak bir müddet “fikir ve aksiyon”a
dair güzel örnekler ortaya koymuş bir kişinin mal-eş ve makam yönünden yeni kazanımlar
elde ettiğinde “elini eteğini bu işlerden çektiğini” ilan etmesi vs. gibi mihraksız ve
mihenksiz oluşlar hep, ulvi davanın ve davacının dışında…
Kumandanın deyişiyle; “usûl” mevzuna göre, “o işe yanaşabilmenin” ön şartı ve
kurallarını da ihtivâ eder. Misâl, yürümek istiyorsan, önce, oturduğun yerden ayağa
kalkacaksın, “oturduğun yerden koşmak” diye bir şey olmaz, işte “usulsüzlük” budur!… Bir
meselede “usûl” belirlendiği ve bilindiği zaman, kaba saba dış şartlar ve şekil
benzerliğinden doğan mânâ kaymaları-hedef sapmaları da olmaz… Bu anlaşılmayınca da,
“ağız yolunu bilmiyorsun” ama pilava kaşık sallamaya devam…”(Şükrü Sak’ın Salih
Mirzabeyoğlu ile yaptığı röportajdan, Baran 337) Bu kadar önemli ve elzem.
Gündeme bu açıdan bakıldığında ve yine “teklif edilen çözüm”ün kaynağı mesele
çözmeye kalkışanın üslubunda, “üslubundan dolayı şahs”ında görüldüğünde ayrıca her
defasında “siyaset, politika, gündem peşinde koşmak” gibi çoğu zaman oyalayıcı ve asıl
hedeften uzaklaştırıcı işlere de girilmemiş olur. Açalım. Gaye savunulan dünya görüşünü
yaşanabilir kılma adına yaşama ve yaşatmak ise muhatabın gayreti bu dünya görüşünün
cemiyete “tatbik yollarını” aramak, bulmak ve tatbik etmektir. Bu işler toptan
olmayacağına göre; “her meseleye dalmak yerine kendi mevzuumun-meselemin peşinde
ve kendi dünya görüşüme, ahlakî anlayışıma, idare ve ahlakıma yol alış, çaba ve gayret
içinde bulunuş.” Bunu vazife ediniş ve şuurlaştırış ilk, belki de en önemli mesele…
Batıcı laik rejimin tedrisatından geçerken zihnen ve fikren törpülenen, bıktırılan ve
zekânın nisbet derecelerini gereksiz göstererek muhakeme ve muhasebe kabiliyetlerini
yitiren kişiler bir ortamda usulden, tatbik fikirden hatta mücerred fikirden bahsetmek ve
aynı kişileri bu işe “yöneltmek deveye hendek atlatmak” kadar zor. Bilhassa Felsefeyi
düşünme ürünü diye küfür diye yaftalayıp son her düşünce ürününe küfür, düşünene kâfir
yahud deli damgası basmayı kendine ölçü almış “hikmet” dairesinden habersiz yobaz
yüzyılımızın “düşünen insan” önündeki en büyük firavun ve nemrud misalidir. Hele hele
Âlemlere rahmet Resul tarafından “bir abidin bin yıllık ibadetine denk görülen”
tefekkürden uzak durmak delilik değilse ahmaklıktan başka nedir? Dünya’yı terk etmek
derken dünyayı “karın tokluğunda küfre teslim edip, ben dünya ehli değilim” diyendir ki
asıl dünyaya sımsıkı bağlanmış… Çünkü dünyaya Allah’ın kelamını hâkim kılmak ve dünya
denen Allah’ın eserinin sırlarını açığa çıkarmak asli vazifelerden değil midir? Bir kaşifin,
mucidin, bilim adamının, bir hekimin sırrını kurcaladığı iş üzerinde keşfettiği yeni bir sır ile
“buldum buldum” demesinde ki fikir zevki hissedilmeli değil midir. Alemler Rahmet
Resulün dualarından biri de “Ya Rabbi bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster” iken
Müslümanların beşyüz yıldır savruluşunun sebebi bu hadisin manasını kavramamak,
anlamamak değil midir? Mümin olmak bunun şuurunda olmak, iman etmek bu şuura
erişmek, vakıf olmak demek değil midir? O zaman mesele anlamaya çalışmak, sonsuza
varıncaya kadar anlamaya çalışmak, derinliğine ve genişliğine meseleleri açıklığa
kavuşturuncaya kadar anlamaya çalışmak. Bir misal; ilk kez geldiği bir şehirde, kaldığı
odadan hiç dışarı çıkmadan hatta dışarı çıkma zahmetinde bulunmadan, elinde ki birkaç
resme bakıp, “bu şehir çok karışık, bu şehirde insan şöyle olur, bu şehri hiç anlamıyorum
çıksam kaybolurum, burada insanlar sanki farklı bir dil kullanıyor” dese ve sonra şehir
üzerinden yorumlara girse.. bu komedi, tembellik, algı körlüğü ve mantık ölülüğüdür,
başka bir şey değil. Dışarı çıksa, sorsa soruştursa, baksa okusa konuşsa, dursa düşünse
tefekkür etse ve şehrin en zarif yerlerine kadar keşif kollarını uzatsa.. bir müddet sonra
hem kelimeler, hem ifade edişler ve hem de kayda düşen notlar değişecektir. Madem
kişinin kendini yetiştirilmesi, geliştirmesi ve bilhassa kendi eksikliği görüp tamamlayıcı
gayret ve çaba içerisine girmesi bu kadar mühim, demek ki “usul bilgisi ve nisbet hareket”
o derece öncelikli ve önemli..
Mevzumuzu aydınlatıcı ışığı irfan sultanı Mirzabeyoğlu’ndan alırsak:
Şükrü Sak soruyor ;“Evvel eski bir “anlaşılmama” mevzu var… “Anlaşılmanızın zor
olduğu” meselesi?.
Mirzabeyoğlu bu da eski ve eski olduğu kadar da eskimemiş yeni bir mevzu demek
ki… Fazla teferruata girmeyeceğim; bir şeyi anlamamak, ya mevzunun derinliği ve
çetrefilliğiyle ilgilidir veya muhatabın donanımsızlığı -şuur seviyesi- ile ilgilidir veya bu
ikisini de kapsar şekilde; “dil”in imkânları ile ilgili… Misâl olsun diye söylüyorum;
“Matematik bir dildir, matematikçiler o dili konuşur ve problemleri o dil içinde çözer.
Bunun gibi; “her dünya görüşü ayrı bir dildir” derken, demek ki, herkesin bildiği değil de
“öğrenilmesi” gereken şeyi de işaretlemiş oluyoruz… Şimdi ben sorayım; tâ Kültür
Davamız’dan beri, bu muazzam dil zenginliği içinde, bu muazzam diyalektik örgü içinde,
neyi anlamaya çalıştın da, gayret ettin de neyi anlamadın?.. Sadece “anlama-anlaşılma”
üzerinde dahi, yeterli çaba ve gayretle yoğunlaşılmış olsa, fikrin derinlik buudu zevkini
muhatabına verir. Bu bile başlı başına tutturmaya çalıştığımız mayanın “sefil kolaycılık ve
ucuzculuk” işi olmadığını, bunu dışladığını göstermeye kâfidir. Şiir zevki, estetik idrâki,
lisan kültürü, sanat çabası, ilim gayreti hep bunun etrafında oluşan şeyler değil mi?
Bizim yıllardır çilesini çektiğimiz dava; müthiş bir imkânsızlık içinde otomobil icad
edip, üretip, “muhatab”a hediye ettikten sonra, bir de ona, şoförlüğü, bununla nereye
nasıl gidebileceğini öğretmek gibi, zorların zoru bir dâvâ… İslam’a Muhatap Anlayış… Bu
“zor” mademki başarılmıştır, gerisi kolay… Allah’ın izniyle…”(Şükrü Sak’ın Salih
Mirzabeyoğlu ile yaptığı röportajdan, Baran 337)
Başa döndük fakat yazımızın sonuna geldik. İnsanları kafalarından yakalayıcı,“fikir
süzgecine” tabi tutucu ve aynı zamanda mücerred fikri damarlarına damla damla dahi
olsa akıtıcı bir iş ve ahlâk üzereyiz. Başta kendimiz olmak üzere “bütün olamayış ve
yapamayışlarımızın sırrını kendimizde görüp” “bu olamayış ve yapamayışların tek
çaresinin mücerred fikir pınarlarından kana kana içmeyişimizin” olduğunu bilmeli ve “bir
günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” hadisinden payı ile günleri dolu dolu geçirmeliyiz.
Hele hele eskilerde yeni Müslüman olan bazı kabilelerin kendileri ile beraber fikir
ve inançlarını İslâma dâhil etme çabalarını andırır bir tarzda Büyük Doğu İbda’ya
yanaşmaya çalışmak yahud bu yönde kafası karışık bir şekilde beyanlarda bulunmak
küfürden daha tehlikeli haince, hince, sinsice bir şeydir. Usul, vazife şuuru, fikir zevki vs.
her şey Büyük Doğu – İbda… Mesele çözebilmenin usulünden herhangi bir ilmi keşfe
yaklaşabilmenin anahtarı, akılla ortaya konanın değerlendirilmesinden davamızın ana
esasını oluşturan “ruhçuluk”a kadar varan muhteşem bir fikir deryası, matematiğin keskin
ve sembolik anlatımından bir nevi kelimelerin sayıya dönüşüp nizam almasından lügat
ilminin engin sofrasında “Önce kelâm vardı” sırrında eriyiş, eriyiş ve “sonda ve daha ötede
ve yine daha öte kelâm var – vardı da yolculuk yapış… Bilen Gelsin, Candan geçen gelsin,
İlmi murad eden gelsin, Keşfettiği bir şey karşında heyecandan konuşamayan âlim gelsin,
aşık gelsin, cahid gelsin, abid gelsin… Muradı anlamaya muradı olan gelsin…
Nihai sözümüz gazeteci Şükrü Sak’ın Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile yaptığı
röportajdan: “İmanın “zevken idrak” olması, bunun da şiir idrâkiyle sezilebildiği hakikatine
nisbetle, anlamak, hissetmek, sezmek lâzım; “sağlam bir söz üzerinde” olmak… Allah
kelâmı, Resûl kelâmı ve bize en “yakın” olan Veli kelâmı… “Veli kelâmı” buğusu içinde de;
İslam’a Muhatap Anlayış dâvâsı… Her örgüsü tamam, tezadsız bir dünya görüşü, bir
anlamda “sağlam söz”ün sistem olarak ifadesini bulmuş hâli. “Mustakîm yol” Haftalık
Baran Dergisi’nde yayınlanan “Ölüm Odası”nın alt başlığı gibi her hafta tekrarlanan şiir;
“…. Döllenir kelimeler kelimelerle/ Sura üflenmeden önce soyumuz…” Kelime… Söz… ve
güzel sözün; “her zaman meyvesini vereceği..” Allah kelâmıyla sabit…”…”(Şükrü Sak’ın
Salih Mirzabeyoğlu ile yaptığı röportajdan, Baran 337

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir