Batı Dünyası ve Temel Dayanakları Üzerine

Giriş 

Yazımızda Batı Dünyasının Temel Dayanakları olan Yunan aklı, Hıristiyan Ahlâkı ve Roma Nizâmı’na değineceğiz. 

Niçin? Çünkü coğrafya bakımından bile zıddımız olan Batı Dünyası’nı tanır, bilir ve anlarsak, işte o zaman “zıddımızı dışarıda” bırakarak kendimizi tanıyabilir, kendimiz olabilir, kendimize dâir bir fikir sahibi olabiliriz. 

Aksi hâlde, Tanzimat’tan bu yana devam eden ve her dönem değişik bir kılığa bürünen dış yüzünden taklitçilik hastalığından kurtulamayız. 

Neden? Çünkü “karşı oluş” ta bile Batı zihniyetinin normları ile hareket edileceğinden, hangi şartlar içinde olursak olalım (ki buna iktidar kuvveti de dâhil) neticede iş, mahkûmiyetten öteye geçemeyecektir. Hem de öyle bir mahkûmiyet ki, zıddımızın, düşmanın, Batılıların istihza ile karışık bir iğrenme ifadesi ile bize baktığı bir mahkûmiyet… 

Yazımızı kaleme alış maksadımızı ve çıkış noktamızı bu fikirler çerçeveliyor. 

* 

Büyük-Doğu İBDA fikir sistemi Batı’yı şöyle formüle ediyor “Yunan Aklı, Hıristiyan Ahlâkı ve Roma Nizâmı” Bunlar nedir? Ne kast ediliyor? 

İşte biz, bilmediğimiz bu mevzuyu öğrenme çabamızı yazı boyunca sürdüreceğiz; belki de bir ders kitabı seviyesine bile çıkamayacağız ama vakaları da, Batılı ve Batıcı zihniyetlerin sığdırdığı kronolojik yalanlar ve derinlemesine aşağılık psikolojisi içinde değil, bağlı bulunduğumuz fikrin hakkını vermeye çalışır bir çaba ile görmek gayesindeyiz. 

Önemli bir not olarak söyleyelim ki, Yürüyen Büyük Doğu İBDA’nın tezi olan “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” ölçüsünü baz alıyoruz. Öyle ya, “ilk insan, ilk peygamberdi (Salih Mirzabeyoğlu)”  

“Tarih” denildiğinde hatırımıza resmî ideolojinin eğitim kitaplarında anlatılanlar geliveriyor hemen. Neden? Çünkü kendi tarih şuurumuza sahip değiliz. “Tarih” denildiğinde hatıra gelenler çoğu zaman Batı’nın Tarihi’dir, onların yazdığı tarihtir; Batı, dünyayı (hâliyle) kendi gözünden seyrediyor ve kendi kültürüne ait hâdiseleri, olguları, kronolojik yahut derinlemesine zapt ederek ve onlara “değer” atfederek kültür ve dünyayı kavrayış biçimine, anlayış’ına göre tasnif ediyor-etti… 

Kat’i surette yaşadığını bildiğimiz Hz. İdris, Hz. Davut ve diğer peygamberlerin yaşadığı devirlere ait Batı Tarihi’nde ne türlü veriler var? Varsa biz ne kadarını biliyoruz? Hangi Batılı tarihçinin bu mevzu üzerine bir eseri var? Yoksa niçin?  

Bildiğimiz ve bilmediğimiz; bir rivayete göre sayıları124 bin, diğer bir rivayete göre 224 bin peygamber, sanki -ne kadar da tuhaf!- bu dünyaya hiç uğramadılar. Baran Dergisi’nde yayımlanan Kâzım Albayrak’ın Prof Dr. Ahmet İnam hoca ile yaptığı söyleşide, Ahmet İnam’ın söylediğinin altını tekrar çizmek istiyoruz; “Batı’nın tarihini de biz yazmalıyız!”  

Bu mevzuyu misallendirelim. 

Alaylı fikir adamlarından ve Fransız İhtilâli’nin mimarları arasında sayılan Jean Jack Rousseau’nun “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” isimli eserinde geçen bir hususu, hatırladığımız kadarı ile anlatalım. 

Kimi zaman kendini insanlardan soyutlayarak “dil nasıl doğdu” diye günlerce konuşmayan, kulaklarını kapatan Rousseau, bahsettiğimiz eserinde insanların demiri eritmeyi nasıl bulduğu üzerinde uzunca mülahazalar yürütür. 

Birçok ihtimali art arda sıraladıktan ve bunlar üzerine fikir yürüttükten sonra “yanardağlardan gelen lavların demire tesadüf ederek bunları erittiğini, insanların ancak bu yol ile demiri eritmeyi öğrendiği”ni söyler. Bu enteresan fikri de , “olsa olsa” gibi bir tavır ile anlatır. Bir yönü ile hakikatin kıyısına kadar gelir, ama “Peygamberler” (Hazret-i Davut) diyemez, demez. 

İmam-ı Gazâlî Hazretleri ne demişti? “Aklı gerdim, gerdim, kopacak kadar gerdim, gördüm ki, o, sınırlıdır ve kendi kendisine varabileceği hiçbir nihayet noktası yoktur. Sonunda kurtuluşu peygamberin ruhaniyetine sığınmakta buldum”. Rousseau gibi, Fransızların iftihar ettiği bir fikir adamının bile verdiği misalin tuhaflığının sebebini, herhalde İmam-ı Gazâlî nin sözünde aramak lazım? 

* 

Baudelaire, Batı’nın içinde bulunduğu durumu şiirleri ile pek güzel ifade eder. Bütün şiirlerini bir araya topladığı kitabının adı bile Batı’nın verimlerini ifade açısından pek yerindedir: “Kötülük Çiçekleri” 

Batı, atomun bölüne bölüne bölünemeyeceğini, fezaya gidile gidile gidilemeyeceğini ve insanları öldüre öldüre bitiremeyeceğini anladı da, bu güne kadar kaç insana gerçek olarak dünya ve ahret saadeti verebildi? Bunu anlamadı; anlasa da başaramadı. 

“Ne yani, şu koskoca ‘medeniyet’ bir hiç mi?”  

Böyle bir iddiamız yok; fakat bazen, Balzac’ın yaptığı gibi, belli başlı bazı unsurlar tasvir edildiğinde, bütün dekor ister-istemez kendiliğinden beliriverir. Bunun gibi, elde olan veriler doğrultusunda görülen ve neticesinde beliren manzara ispat nev’iinden sayılır; bu unsurları dekor -ispat sayarsak, iddia-çerçeve de kendiliğinden belirmez mi? 

Tam tersi ile; Üstad Necib Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli eserde geçen şu sözleri, mevzuu başka olsa da hatırlatalım: “Çerçeveyi boş verin, tablo’nun kendisine bakın korkarsınız” 

Batı, “Gökyüzüne merdiven, denizlere kapak, develere nal” devrini yaşamaktadır. Hem tabiata ve hem de insan tabiatına bu kadar müdahale, tabiî olarak ters tepecektir; Amerikan filmlerindeki meşhur sahnelerden birisi; Laboratuar da deney yapan bilim adamları bir canavar icat ederler ve bu canavar ilk önce o bilim adamlarını yer… Hem hukuk, hem toplum açısından Batı’nın handikapı… Kendisinin çıkış noktası bulamadığı bütün meseleleri bir de ihraç etmesi yok mu? Yeri gelmişken, onun bu hâlini görmeyip önünde eğilmek, isteyerek-istemeyerek tesiri altında kalmaksa -hele bu saatten sonra- trajikomik olmaz mı? 

Batı’nın temel dayanaklarına kısaca bakalım.  

Hıristiyanlık ahlâkına dair;  

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu “Hukuk Edebiyatı” isimli eserinde anlattığı “Hukuk ve Ahlâk”ın alâkasını hatırlarsak Batı’yı Batı’cı zihniyeti daha iyi tartabiliriz. Bir toplum tahayyül edelim ki bencil, soğuk ve bütün derdi maddî kaygı peşinde. “Statü-Haz” doğrultusunda sürdürülen bir hayat ve Kilise’nin, bugünkü kilise’nin bütün bu olan biten karşısındaki tek çözüm teklifi, büyük bir suskunluk ve ne yapacağını bilememezlik… “Fiilin içine işlemiş” sıfat olarak ahlâk’tan bahsedebilmek için “Ruha nispet işi” olan “değer”lerden bahsedebilmemiz gerekiyor. Oysa Batı’nın “değer” anlayışı, ona bakışı, onu bir kavram hâlinde görüşü; ruh, maneviyat, his, sevgi olarak değil; statü-çok para, çok para-haz, haz-daha fazla haz gibi enteresan bir ilişki ve tetikleme içerisindedir. Tarkovski’nin “durmadan protez üretiyoruz“ sözü önemli… Kastettiği maddî bakımdan olsa da, günümüz dünyası, sevgi, aşk, ilişkiler, romantizm ve aklınıza ne gelirse, bunların bile kıstaslarını oluşturup, önce içini boşaltıp sonra da bu kavramları istediği biçimlere sokmadı mı? “Eğlence” denilince tahayyülümüzde ne beliriyor? İşte kast ettiğimiz bu… From’un dediği gibi “Sanayi toplumu insanına ‘spor araba’ dediğinizde kafasında ‘Kadın’ beliriyor” 

Kilise-Hıristiyanlık bir hayat tarzı teklif etmiyor, zaten tam mânâsı ile hiçbir zaman böyle bir olgunluğa erişemedi. 

Bugün kendisi kalmadı ki teklif ettiği bir şey kalabilmiş olsun… Bu mevzuyu irdeleyeceğiz. 

Yunan Aklı’na dair; 

Yunan Aklı’nın verimlerini her sahada içselleştiren Batı dünyası bugün tarihinin en kısır dönemini yaşamaktadır. Bergson’dan beridir (o çapta) kaç ilim, fikir ve sanat adamı yetiştirdi? Buhranı fark eden ve bunu dile getiren ilk elden onlarca isimli sayılabilir; fakat Reneissance dönemindeki çapta, yeni bir görüş, anlayış getiren kaç isim var Batı’da? 

Fikir ve sanat hayatına yön verebilen? Ciddi mânâda birçok fikir ve ilim adamı olsa da, onlar, v’az ettikleri fikirler ile yeni bir ruh hamlesi meydana getirmek ve yepyeni bir “nefes”ten ziyade, çöküşü gören, hastalığı fark eden ama bu gidişatı değiştirecek fikrî kuvveti olmayan sanatkârlar olarak kaldılar. 

Nasıl bir akla sahipti Batı? O noktaya nasıl ulaştı bunu değerlendireceğiz. 

Batı, aklını yitirdi. Bu mevzuya da ayrıca değineceğiz. 

Roma Nizamı’na dair; 

Diğer iki şık bu “Nizam”ın içine mezcedilmiş-katışmış bir biçimde bulunuyordu; Komünizma gibi üçayaklı bir sehpa sayarsak, gövdesi ile beraber en mühim ayak “Nizam”dı. Ruh ve fikrin nakşedildiği madde gibi düşünelim. Bu sütun, bu sarsılmaz (!) gibi görünen gövde, bütün ihtişamını, kuvvetini, diğer şıkların muharrikiyyeti ile bulmuştu. “Geçmiş” mastarı ile yazıyoruz; çünkü günümüzde böyle olmadığı iddiası ile beraber, sadece tek ayak üzerinde durduğunu düşünüyoruz. Batı’dan, Allah’tan daha çok korkan ahmaklara ait şuuraltı hastalığına değinmeye bile gerek yok. 

Yunan verimlerinden pragmatik bir biçimde faydalanan Roma, İmparatorluğunu baştan başa “Nizam” a bağladı ve bütün bu verimler bir zaman sonra akamete uğradı; Reneissance ile birlikte ise bütün verimlerini tekrar bu “nizam”a, şekle oturttu. Nizamı, disiplin altına alma ve hâkim olma mânâsına kullanıyoruz. 

Bütünlük şuurunun yerleşmesi ve her şeyi ona bağlayarak düzenlemek; o nizam fikrine erilince, parçaları da o nizama dâir disipline oluyor ve bir parçasında bile o bütünlük bulunuyor. Çizmede eksik olan çivi, o nizam fikrinin ifadesini, “bütün”lüğünü temsil ediyor. 

Söylediklerimizi tarihî seyri içinde değerlendirip, elde ettiğimiz verilerle, yapmaya çalıştığımız teşhise doğru bir daire çizmeye çalışacağız. 

ANTİK GREK-YUNAN AKLI’NIN ROMA’YA GEÇİŞİ 

M.Ö. 6. Yüzyılda Antik Grek dünyası zamanının en parlak devirlerinden birini yaşıyordu. Felsefe, matematik, astronomi, biyoloji, tıp ve fizik bakımından bu disiplinlere hâkimiyet bakımından gayet üstündüler. Felsefî açıdan Sokrates  (M.Ö. 469-M.Ö. 399), Eflatun (M.Ö. 427-M.Ö. 347), Aristoteles(M.Ö. 384–M.Ö. 322), Protagoras(M.Ö. 481-M.Ö. 420). Fen ve teknik bilgiler açısından ise Arkhimedes (M.Ö. 287-212, matematik-fizik) , Apollonios (M.Ö. 262-190, geometri ve astronomi) , Eratosthenes (M.Ö. 276-194,coğrafya), Hipparkhos (M.Ö. 190-120, astronomi-coğrafya) gibi mevzularında ehil, ilim adamlarına sahiptiler. 

M.Ö. 200 ile M.Ö. 30. Yıllar arasına dikkat çekmek istiyoruz… Bu tarihler önemli… M.Ö. 753 yılında kurulan bir şehir: Roma! Birçok kez istilâ edilmesine mukabil her seferinde kendini tekrar toparlayan Roma şehri… Tarımcılıkla uğraşıyorlar ve gayet kaba insanlar; savaşçı yönleri de var.  

Roma’da Anadolu’dan gelen Etrüskler de var. Romalılar, Etrüsklerin Anavatanı Anadolu’dan getirdikleri astroloji’yi almışlar; kestikleri hayvanın karaciğerine bakarak geleceği okumaya çalışıyorlar.  Kurulduğu tarihten yana uzun seneler geçmesine mukabil hiçbir medeni hamle iştiyakı duymayan bu kaba adamlar, eski Romalı’lar zamanla içinde bulundukları kabuğu kırmaya başlıyorlar; kuvvetlerini bulup, gücün neler yapabileceğini keşfeden Romalı seciye artık dışarıya doğru açılabilmeyi aklederek birden maddî sahada iştiyaklar içinde kıvranmaya başlıyor. Bunun neticesi olaraktan M.Ö. 300 yılına gelindiğinde iyice kuvvet buldular ve önce bütün İtalya’yı sonrasında ise Yunanistan’ı fethediyorlar.  

M.S. 30 yılına gelindiğinde Mısır’da Romalılardadır ve artık İmparatorluk olmuşlardır; Batı dünyasının tek gücü haline geldiler. 

Antik Yunan’ın fikirle kaynadığı ve mühim ilim ve fikir adamlarının dünyaya geldiği demler… 

Maddi zenginliğin ve siyasî gücün temsilcisi olduğu kadar, Yunan ve Mısır fetihleri ile beraber Roma, kültürün de merkezi oldu. Oralardaki bütün verimler ellerinin altındaydı artık.  

Yunan’a dönelim: 

Meşhur Akademi ve Lise… İlim, fikir, sanat bunlar ile ocaklaşmış ve yeni nesil’e aktarılıyor. 

“Her bilim dalı kendi alanında bilim adına söylenecek her şeyi söylemişti. Durağanlığa veya gerilemeye yol açmamak için yeni bir yaklaşım getirilmeliydi” (1) (Bizdeki Kanunî devrini hatırlamak gerekiyor bu esnada) 

Bir misal verelim: 

Hipparkhos geometri mevzuunda yeni yöntemler geliştirmiş ve söylenecek her şeyi söylemişti. Bunu üstüne çıkılamayınca bu ilim dalı orada sıkışıp kaldı; bu alandaki gelişmeler sonraları İslâm dünyasına ait bazı hesaplamalar ile oldu. 

Yunan aklı “yeni bir yaklaşım”, “anlayış” bulamadan Roma’nın maddî kuvveti altında kaldı ve dizginleri onlara kaptırdı. 

“Mısır, Mezopotamya, Babil, Hind ve Çin’in bütün ilmi verimlerinin harmanını yapan Yunan Aklı, bir nevî “medeniyet” olmanın cezası olarak Roma’nın gladyatörleri altında eziliverdi. 

Ne olursa olsun, fikrin, her şubesi ile maddeyi tahakkümü, yine o fikri aziz tutmak için bir görev olduğunu Yunan’ın Roma elindeki hâlinden anlıyoruz. 

ROMA’NIN TUHAF YÜKSELİŞİ  

Söylediğimiz gibi M.Ö. 753’te kurulan Roma şehri yüzyıllarca suskunken ve her türlü istilaya açıkken, sanki uyuyan devin uyanması gibi M.Ö.300’de bütün kuvvetini, sadece toprağı işlemeye sarf ettiği kuvvetini bulunduğu bütün coğrafyaya yayarak İtalya’nın bütününü, sonra Yunan’ı ve en sonunda da Mısır’ı alarak Batı’nın tek hâkim kuvveti oldu.  

Latin diline sahip Romalılar ne buldularsa çevirdiler, ne gördülerse mâlettiler. 

Mesela mitoloji; Roma mitolojisine ait bütün verimler Yunan’ındır. Hepsini Latin diline aktarmışlardır. 

Özünde Barbar olan (ki bu barbarlığın altını çizelim, bugünkü Batı ruhu, Roma ruhudur.) Romalılar ne yapsalar bu barbarlıktan, özlerinden ayrılmadılar; Yunan’ın, Mısır’ın bütün ilmî, fikrî, felsefî, ne kadar şubeleri varsa iktibas ettiler, isimlendirdiler, yerine göre birebir aldılar. 

Bir yeri fetheden bir milletin, oradaki ilim ve hikmeti alması, kendi kültür dünyasını zenginleştirme çabası tabiîdir, olması gerekendir. Fakat Romalıların bu kültür zenginliğine yaklaşımları gayet tuhaftı… 

Hiçbir kültür birikimi olmayan ve tek hünerleri kaba kuvvet olan Romalılar entelektüel taraflarını Yunan Aklı’nın verimleri sayesinde kazandılar. Bunu yaparken de, ilim, fikir ve sanat hassasiyeti ile değil, daha çok pratik olarak faydalanabilecekleri disiplinlere alaka duyarak yaptılar. 

Romalılar herhangi bir şeyin mücerret yanından çok müşahhas tarafına bakan, onu gören, diğerini anlamayan bir seciye içindeydiler. Hayatın, pratik taraflarını, işlerini kolaylaştırması bakımından kendilerine yakın buluyorlardı. 

Nicelikten ziyade nitelik bakımından değer veriyorlardı her şeye ellerindeki malzeme ne olursa olsun; bu yüzden İmparatorluğa biçim verirken bütün disiplinleri bu seciyelerine göre değerlendirdiler. 

Nasıl bir birikimin ellerine geçtiğini anlamamız için, herhalde şu misal yeterli olur: 

“Doğa Tarihi” isimli eserin sahibi Plinius (M.S. 23-79) bu eseri yazarken yaklaşık iki bin eski kitaptan faydalanmış ve eserini bu kitaplardan derlemiştir. 

Prof. Dr. Hüseyin Gazi Topdemir, Romalıların ilmî ve felsefi açıdan hiçbir yenilik getirmediğini “Bulundukları çağa katkı yapmak şöyle dursun, Yunan’ın kazanılmış bilgilerini bile yeterince izleyecek bir ilim adamı yetişmemiştir bu dönemde” diyerek altını çizer. 

Yunan Aklı’nı fark edip, Romalı damarları kabaran ve entelektüel bakımdan Yunan’ı aşma gayretine girenler de olmuştur. Cato (M.Ö. 234-149) ve Varro (M.Ö. 116-27) gibi. 

Özellikle Varro isminin altını çizmek gerekiyor sanırız. Varro, “Disiplin” ismi ile bir eser kaleme almış ve Gramer, Retorik, Diyalektik, Aritmetik, Geometri, Astronomi, Müzik, Mimarlık ve Tıp mevzularını işlemiştir. Branşlaştırmış ve derlemiş, disipline etmiştir ki çok mühim; sonradan Mimarlık ve Tıp bu eserden çıkarılmış ve diğerleri Liberales Septem-Yedi Hür Sanat diye anılmıştır. 

“Yedi Hür Sanat”, bu ilim dalları Ortaçağ eğitiminim temelini oluşturur ki, işte “Nizam” a dair çok mühim bir misal. 

Pratik işlerde mahir, mücerretten hoşlanmayan Romalı seciye, dünyaya bakışı için bile “mutluluk” va’zeden ve kolayca anlaşılan Stoa ve Epikürcülüğü benimsedi. Roma seciyesi, “mutluluk”u istiyor ve bunun yolunu “faydacılık” ta görüyordu. Hayatın kolaylaşması için elinden ne gelirse yaptı; çünkü her şey haz içindi. 

Yunan aklı, vahdaniyet’e, hakiki vahdaniyet fikrine varamadan Roma elinde bir nev’i yağmaya uğradı ve “Hiçbir masumun ayak basmadığı Garb” karanlığa doğru yol almak için inkişaf devrine girdi. 

Devam edecek… 

 

 

  1. Hüseyin Gazi Topdemir, Bilim Ve Teknik Dergisi 

 

 

Yazar

Bir yanıt yazın