İnsanlar huzursuz. Günümün büyük bir kısmını geçirdiğim odamın penceresinden bunu hissedebiliyorum.
Kâbus gibi başlayan bir yıl oldu, en azından insanlar bunu bu şekilde tarif ediyorlar. Yaşanan felaketlerin üstüne bir de bütün dünyaya yayılan bu salgın haberi insanları bezdirmeye başladı. Zira bütün alışkanlıklarının tepetaklak olması ve hemen her gün yaptıkları şeylerden vazgeçmeleri insanları tabii olarak bunaltıyor.
Dışarı çıkma yasakları uzadıkça insanları zapt etmek daha da zorlaşıyor. Yasakları delmelerine bahane arayan insanların kendilerini komik duruma düşürmelerini televizyon ekranlarından seyretmek her ne kadar eğlendirici olsa da, acı bir durum. Her zaman yaptığınız bir şey için kendinizi izah etmeye çalışırken kameraların sizin yüzünüzü yakın çekimle ifşa etmesi istenilecek bir vaziyet değil. Sanki polisler bir yasak olduğu için değil de kameralara malzeme bulmak için insanları durduruyor gibi. Benim için değişen çok bir şey yok. Zaten hemen hiç evden çıkmam. Asgari ihtiyaçlarım da olmasa odamdan da dışarı çıkacağım yok. Evden çalışıyordum, bir zaman şiddetle savunduğum bu durumu şimdi bazı şirketlerin çalışanlarına mecburi bir hâlmiş gibi uygulaması herkesi benim çizgime getirdi. Fakat şimdi de ben dışarı çıkmak istiyorum! Çünkü insanlara böyle saçma sebeblerle sınırlar getirilince o sebebleri ezip geçmek ve parçalamak istiyorum.
Bunları yazarken aklıma geçen akşam karşılaştığım polis geldi. Dışarı çıkmak yasak ve izne tabi olmasına rağmen, beni o karanlıkta görünce orada ne yaptığımı sormak yerine “Hani masken?” dedi gülerek. O ân dışarı çıkma yasağından daha mühim bir eşyaydı maske. İnsanları yalnız başına yürüdükleri bir sokak ortasında temiz havadan bile mahrum edecek, sebebi açıklanamayan ve kararını sürekli değiştiren bir hastalık için komik bir durum. Gerçi polis de bana bunu babacan bir tavırla söylüyordu.
Mayıs ayındayız. Hava hâlâ kararsız olsa da ısınmaya başladı. Sabahları çok güzel bir güneş doğuyor, insanları sokağa davet eden… Fakat dışarı çıkmak yasak. Bu gibi durumlarda pek yasak dinleyen bir millet değiliz, fakat bunlara o kadar çabuk intibak ettik ki, kısa bir süre içinde bu yasakların, tedbirlerin ateşli taraftarları ve karşı çıkanları oluştu. İki fanatik mezheb gibiler. Bir taraf karşı tarafı cahillikle, bilime karşı çıkmakla suçlarken kullandıkları argümanların üç-beş kelimeden daha fazla olmaması hayrete verici. Onlara karşı çıkanlar arasında da deli saçması fikirler öne sürenler var, fakat esaslı olarak soru soranlar, sorularına cevab alamadıkları gibi susturulma şekilleri de beni şübhelendiriyor. Ve bu susturulanlar arasında yılların doktorları da var. Size sorduğu soru ile cevab isteyen birine durumu izah etmek yerine onu mesnetsiz şekilde itham ederek susturmak da pek “bilimsel” olmasa gerek. Bu aralar bu kelimeden nefret etmeye başladım.
Hastalığa sebeb olduğu söylenen virüsün havada asılı kalma süresi günlerce konuşulduktan sonra iş yellenme teorisine kadar geldi. İnsanlar mecburiyetten evden dışarı çıktıklarında eve girmeleri, evet, kendi evlerine girmeleri bile belli bir yönetmeliğe bağlanmışken yellenme teorisi insanlara saçma gelmek yerine “acaba doğru olabilir mi?” sorusunu makul bir çehreye büründürüyordu. Uzmanlar çalışmak için dışarı çıkanların evlerine geldiklerinde virüsü evlerine taşımamaları için bütün kıyafetlerini değiştirmelerini ve çıkardıkları kıyafetlerini mutlaka en az kırk derecedeki suda yıkamalarını söylüyordu. Evlerin içi de evlere şenlikti. Aynı aileden insanlar kan davalılarıymış da zorla bir eve tıkılmışlar gibi, evlerin ayrı odalarında veya odanın başka köşelerinde durmaya zorlayan bir teamül oluştu. Evin içinde maske ile dolaşan bir deliler zümresi de yok değil.
Yellenme teorisi uzmanların aklını çok kurcalamamış olacak ki çok fazla gündemde kalmadı. Soru şuydu: İnsan hastalığı taşıyorsa yellendiğinde de hastalığı etrafa saldığı gaz ile yayması mümkün müydü? Uzmanlardan biri buna çok düşünmeden mümkün olabileceği yolunda bir cevab verdi. Elbette bilim saçma da gelse bir soruya şübhe ile yaklaşarak onun gerçeklik ihtimalini araştırmakla mükelleftir.
Hiç şakası olmayan bir virüsle karşı karşıyayız. Ve ne büyük bir talih ki, yirmi yaşın altındakileri tehdit etmiyor. Aslında bu yaşın üstündekileri nasıl tehdit ettiği ise bir muamma. Daha kesin ölümle neticelenen hastalıklara bugüne kadar dünya çapında böyle bir savaş açıldığı görülmedi.
Haberleri (ben pek haberleri takib eden biri olmasam da duyduklarım neticesinde) seyrederek öğrendiğim şeylerden bir tanesi, bu hastalık hakkında en derin bilgi sahibi olanlar doktor ve mikrobiyologlardan çok şirket sahibleri. Herhalde çok paranızın olması sizi daha çok bilgi sahibi yapıyor. Neden olmasın ki, paranız olunca insanlar sizi dinliyorlar: “Bu kadar parayı kazanmış bir adamın bir bildiği vardır!..”
Bizim virüs (virüsü o kadar sahiblendik ki, geldiği yerde bu kadar alaka görmemiştir, fakat bir yandan da vatanımızın ilim adamları biraz üzgün, her ülkenin kendi varyantı çıkmasına rağmen bu topraklara ait bir varyant bir türlü oluşmadı, bu mevzuda da sınıfta kaldık!) işini iyi biliyor. Uzmanlar bir şey söylediği zaman hemen üzerinden çok geçmeden virüs çok radikal bir karar alarak uzmanların unuttuğu bir şeyi onlara hatırlatmak ister gibi hemen başka yere işaret ediyor. Mesela kel erkeklerde görülme ihtimali teorisinin hemen ertesinde şişmanlara da musallat olmuştu. Oysa uzmanların kellerden önce tabii olarak her hastalıkta mesele olan kilolu insanlar üzerinde yoğunlaşmaları ve bu sınıftaki insanları ikaz etmeleri gerekirdi. Fakat virüs bunu unutanları azarlamak ister gibi, bunu da kendi ortaya çıkardı.
Kendi aleyhine olabilecek hiçbir şeyi de kabul etmiyor bu virüs. En çok kapalı alanlarda mı bulaştığı söylendi, hemen açık havada da iki kat yayılma hızına sahib olduğuna dair haberler çıkıyor. Kendisini şartlara o kadar hızlı adapte ediyor ki, ne kadar tehlikeli bir bela olduğunu hiç aksatmadan hatırlatıyor.
Evimizin tam karşısında küçük bir park var, gözlere seyirlik cinsinden bir parça toprak. Benim odamın penceresi de bu parka bakıyor. Masamın başına geçtiğimde orada olup biten her şeye şahid oluyorum. Herhangi bir anayola yakınlığı olmadığından kaçamak yapanlar, teneffüs saati gelen ihtiyarlar da parka gelip biraz temiz hava almaya çalışıyorlar maskelerinin ardından. Çok acı bir manzara. Bir ağacın gölgesinde, birkaç tane de olsa kuş cıvıltıları arasında bir maske ile oturmak… bir ihtiyar bir banka diğeri karşı banka oturup maskelerini indirmeden yeni tanışan iki yabancı gibi sohbet etmeye çalışıyorlar. En çok da ısrarla parktaki birkaç çocuk oyuncağına gitmek için annesinin elinden kurtulmaya çalışan altın sarısı saçlı küçük bir kıza üzüldüm. Annesi zorla onu çekerek götürmeye ve o aradaki ihtiyarlara kötü kötü bakmaya başladı. Küçük kız annesine direnemeyeceğini anlayınca elinden bir şey gelmeyeceğini anladı ve maskesini indirerek kızaran burnunu çekip elinin tersi ile sildi. Annesi onu bir bezi silkeler gibi silkeledi ve hemen kızın maskesini tekrar yukarı çekti.
Bunlar hep kendini virüsün basın sözcülüğüne adayan bilim adamlarının suçu. Virüsün havada kalma teorisinde saat mevzuunda anlaşamayan uzmanlar, üzerinden bir sene geçtikten sonra bile havada kalan bu teorilerin hemen unutulmasına rağmen insanlara verdikleri korkunun kalıcı olması konusunda sorumluluk üstlenemedi.
Bazı akşamlar herkes ortalıktan el ayak çektiğinde dışarıda yürümeyi severim. Bana sokak ve caddelerde gördüğüm şekiller daha manalı gelir, beni düşündürür. Neydi o şiir? “Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi” aslında bu bir insanın buhranı kadar çıldırmanın eşiğine gelmiş bir insanın şiiri. Sadece çekilen bir derdin, tasanın, gelip geçici bir sıkıntının şiiri değil. Gerçek bir kendinden geçişin ve mecnunluğun şiiri, insan olmanın verdiği mesuliyetin ıstırabını duymanın yol açtığı bir feryat aslında. Her nedense kırık dökük kaldırım taşları üzerinde yürürken bu şiir bana şu ân yaşadığımız ve insanları yasaklarla bir deney hayvanı gibi kontrol etme çabasındaki idarecilerin, insanı gerçek oluştan koparma gayretinde olduklarını hatırlattı.
Aslında sezgilerimizle hissettiğimiz, ama dile getiremediğimiz irademizin bizim elimizden alınmak istendiği bir devre şahidlik ediyoruz. İşin kötü tarafı ise bunun için herhangi bir kolluk kuvveti kullanmalarına da gerek yok, zira insanlar artık herhangi bir sorgu suale girişmeden bunu gönüllü olarak yapıyor, diğer insanlara idarenin tatbik edeceği baskıyı kendileri kuruyorlar. Bize “özgürlüğünüzü istiyorsanız baskıya ortak olun” dayatması yapılıyor. Alışkanlıklarından zorla veya mecburen vazgeçmiş olan insanlar da buna iştirak ediyorlar. Belki yüz elli yıldır söylenen en büyük yalan özgürlük. Özgürlük yoluyla zorlama, statükonun kendini görünmezleştirerek insanlarla kendini meşru gösterme enstrümanı…
Bu gece de, temiz havayı pencereden solumak yerine ıssız sokaklarda ve biraz da yasağı delmenin verdiği haz ile yürüyordum. Sahile inmeden evvel yokuşun başında sokak lambasının hemen altında durup gökyüzüne baktım. Şehir böyle güzel bir sessizliğe terk edilecekse ben bu yasaklara varım.
Hemen sağ tarafımdaki sokaktan bir öksürük sesi geldi. Beş on adım ötede elektrik direğine eliyle tutunmuş bir adam iki büklüm olmuş, diğer eliyle göğsünü tutuyor, kesik kesik öksürüyordu. Nihayet kuvvetli bir öksürükten sonra derin bir nefes aldı, doğruldu. Adam doğrulur doğrulmaz göz göze geldik, hemen suçüstü yakalanmış gibi maskesini taktı, tam yardıma ihtiyacı olup olmadığını soracağım esnada lafı ağzımda bıraktı;
“Hasta değilim, astımım var benim.”
Aslında normal bir zamanda söylediği şey tabii olarak saçmaydı. Fakat elbette kastettiği şeyi anlamıştım. Yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordum, fakat adam kaçar gibi, sokağın sonuna doğru koşup uzaklaştı.
İnsanların kendi kontrol mekanizmalarını kendilerinin oluşturmaları da güzel aslında. Fakat bizim virüs o kadar kullanışlı ki, hiçbir noktayı es geçmeden biteviye kendini hatırlatıp duruyor. Virüsün Allah’ın bir lütfu olduğunu söyleyenlerin yanında, tam aksine Allah’ın bir cezası olduğunu söyleyenler de var. Virüs ilk günden beri insanlara tabii olarak yapmaları gereken şeyleri başta temizlik olmak üzere tekrar hatırlattı.
İşin ilginç yanı kendisi dile gelmiş olamasa da onun adına o kadar çok sözcüsü var ki, kendi dili olsaydı kendisini bu kadar rahat ifade edemezdi. Şu bir gerçek ki, bugüne kadar karşısına çıkan bütün engelleri aştı, kendisine karşı geliştirilen aşıya karşı da hemen kendini yenileyerek yeni sürümlerini gönderdi. Şartlar her ne olursa olsun bütün şartları kendi faydasına kullanmayı bildi. Kim bilir, belki insanlardan daha akıllıdır, fakat şuna inanıyorum ki, kendisini müşahede eden insanlardan daha akıllı.
Daha sahile inmeden üç beş çocuk aşağıdan yukarı var güçleriyle koşuyorlardı, ilk ikisi yanımdan geçip gittiler, üçüncüsü “Abi, kaç, ekip arabası geliyor!” dedi.
Son çocuk da uzaklaştıktan sonra arkalarından yokuşun sonunda kaybolmalarını izledim. Ellerimi cebime attım ve yolumu değiştirdim. Kendi keyfine göre hayatımızı şekillendirmeye çalışan bir virüs için keyfimi bozacak değildim…
23 Aralık 2021
Zeynel Abini Danalıoğlu
Aylık Dergisi, 208. Sayı Ocak 2022