Salı, Ekim 15, 2024

Muhammed Yazıcı: Kutuplaşmak, kimliğini muhafaza etmektir!

İlk olarak kutsal olanı dışlayan modern anlayışın Müslümanlar üzerindeki tesirinden bahsedelim. Diğer dinlerin direnemediği moderniteye karşı durabilecek sadece İslâm iken, Müslümanların bu mücadeleyi başarılı bir şekilde yürütebildiğini düşünüyor musunuz?

Birincisi, diğer dinlerle mukayeseyle başlamak gerekirse, Hristiyanlık dört ayrı kola ayrıldı. Bu bir mezhep olmanın ötesinde çok köklü bir ayrım. Hristiyanlığın mezhepleşmesi, tamamıyla modern döneme paralellik arz eden bir durumdur. Fransız İhtilâli’yle, endüstri devrimi ve tüccar hareketleriyle beraber Hristiyanlık edilgen bir vaziyete dönüşmüştür. Hristiyanlık da bu süreçte değişime maruz kalmıştır. Yahudilik, Hristiyanlığa nispetle otantikliğini biraz daha korumuştur. Bunlara kıyasla İslam anlayışında belli başlı bozulmalar, modern dünyanın algısına uygun bir vaziyette bazı değişimler yaşanmış olsa da hiçbir zaman aslî görüntüsünü bozmadı. Kur’an’ın temel naslarını, temel dinamiklerini sarsacak, ortadan kaldıracak kadar büyük bir tahrif olmadı. Zaten insanlık da o modern şoku atlattı. 19. yy. gibi dinin tamamen yok sayıldığı karanlık bir dönemi atlattıktan sonra, din dediğimiz olgunun hiçbir zaman varlığı tehdit altına giremez.

İkinci olarak ben her zaman söylüyorum, Türkiye’de Şia, Selefilik ve modernizm diye bir tehlike yoktur. Bu üçünü büyük bir tehlike ve tehdit olarak gören insanlar iyi niyetle yapıyorlar bunu; fakat ben bunları tehlike olarak görmüyorum. Türkiye gibi kendine has ve Osmanlı bakiyesi toplumsal yapıya sahip bir ülkede bu gibi hareketlerin, dini söylemlerin bir karşılığı yok. Bakın dünyada Kur’ancılık diye bir şey var. Dünyanın her yerinde Kur’ancılığı temsil eden insanlar kalburüstü, eğitimli ve son derece itibar gören bir dille bunu gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’de Kur’ancılığı temsil eden kişiler bu Kur’ancılığı öyle pespaye bir vaziyette gerçekleştirdiler ki, artık Kur’ancılık diye bir şey de kalmadı. Bunları bu özgüvenle nasıl söylüyorsun diyeceksiniz. Etrafa, çevreye bakın; gerçekten aklı başında, ne söylediğini bilen, İslam’ı yaşamak isteyen, okuyan, inceleyen insanların Kur’ancılıkla alakası kalmadı. Bunun boş bir retorik olduğu net bir şekilde anlaşıldı. Bu bütün problemin ortadan kalktığını da göstermiyor. Bir arayış döneminde olduğumuzu düşünüyorum ben. İslam medeniyetini üstün ve eşsiz kılan, o arayış durumunu hiçbir zaman kaybetmemiş olmasıdır. Ama mesela Kur’ancılık hiçbir şekilde tehlike değildir. Bütün bunlar soruya şu şekilde cevap vermemi sağlıyor; insanoğlunun başına gelmiş en büyük felaket olarak ifade ettiğimiz bu modern yaşam tarzı, diğer dinlere verdiği zararla kıyaslanmayacak şekilde İslam’a zarar verememiştir. İslam muhafaza olunmuştur zaten. Allah’ın koruması altındadır. Bu da İslam’ın hak din olduğunun en büyük delilidir. İslam hak dindir ve kendini korur. Allah, peygamberler göndermiştir. Usulü fıkıh derslerinde söylendiği gibi bütün ahkam en temelde fıtratı korumak içindir. İslam fıtrat demektir. Bu yüzden İslam değiştirilemez, Allah’ın koruması altındadır.

Daha çok Müslümanların mücadelesinde sıkıntı var, diyebilir miyiz?

Şurası bir gerçek, onu da söylemek lazım. Mücadelede büyük bir gevşeme olduğunu kimse inkâr edemez. Ama şunu da söyleyeyim, dünyadaki bütün idealist hareketlerde bir gevşeme oldu. Çünkü gerçekten inanılmaz derecede haz unsuru var. Genel olarak her türlü mücadele bundan payını aldı. Misal olarak dünyanın çeşitli yerlerinde gerilla mücadelesi veren hareketlerde de bozulma oldu. Çünkü sanal bir tatmin sağlayan sosyal medya var. İnsanlar hayatı boyunca yaşayamayacakları ortamları sosyal medya üzerinden sanal alemde, yalan da olsa yaşıyorlar. Artık senin, videolar üzerinde kurulan yalan dünyaya emsal teşkil edebilecek dünya kurman çok zor. Meşhur bir söz var ya, “Davalar zor şartlarda ortaya çıkar, kolay dönemlerde yiter gider.” Elbette mücadelede bir bozulma var. Haliyle bu bozulma, inancı yönlendirmeye başlıyor ve yaşadığı gibi inanmaya başlıyor insanlar.

Geçtiğimiz günlerde “Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasında Batı hayranı bir kadının sözleri aslında bu ülkeye yapılan kültürel anlamda bir operasyonun neticesi diyebilir miyiz? Milletimizdeki Batı hayranlığını, bunun bilhassa gençler arasında yaygınlaşmasını, bir gencin burada en iyi işi yapmaktansa Batı’da çöpçülük yapmayı yeğlemesini nasıl izah edersiniz?

Toplumun o kadına şaşırmasına şaşırıyorum. Nasıl şaşırıyorlar, bu ülkeyi kuran tipler zaten o kadının zihniyetinde olan tipler. Abdullah Cevdet Meclis’te “Batı’dan damızlık adam getirelim, bizden adam olmaz” diyordu. Bunu diyen adamın Ankara’da caddeye ismi verilmiş. Abdullah Cevdet bu sözü söylediğinde bir infial de oluşmadı toplumda. Biz inanılmaz büyük bir felaketin arkasından geldik. Bugün öyle bir duruma geldik ki, değme Batıcıya bile anlatamazsın bu ülkenin kurucularının nasıl Batıcı olduğunu. “Türkiye’nin 1. Cumhurbaşkanı Türkiye’de Fransızca konuşuyor.” bazı videolar paylaşılıyor. Şu soruyu kimse sormuyor; Burası Türkiye, bizim topraklarımızda Cumhurbaşkanlığı seviyesinde bile olmayan bir elçi gelmiş. Seninki Fransızca niye konuşuyor da, Fransız elçi Türkçe konuşmuyor? Cihan devletisin kardeşim, bu ne kompleks! Diyelim ki o soruyu sormuyorsun, tamam bu bir akıl tutulması. Fransızca konuşmasıyla övünmek ne demek? Allah’a şükürler olsun bugün soru soranlar var, biz diyoruz burada bir gariplik yok mu diye. O kadın gibi “Avrupa’dan gelsin de ne olursa olsun diyen” milyonlar var bugün. Gençler Türkiye’de durmuyor, Avrupa’da pislik işlerde bulunmayı, Türkiye’de rahat işlerde çalışmaya tercih ediyorlar. Çünkü milli eğitim böyle yetiştirdi gençliği. Bu çocuklar böyle bir eğitim sisteminin neticesinde ortaya çıktılar. Bu eğitimde hiçbir değişiklik de olmuş değil. Türkiye’de her şey değişir, bu değişmez. Bu eğitim sistemi planya makinesi gibi Hakkari’deki çocuğu da Tekirdağ’daki çocuğu da aynı tip insan olarak üretmek üzerine kurulmuştur. Tevhid etmiştir yani. Dolayısıyla bizim gibi insanlar, bu tevhide aykırı insanlar.

Zaten zora gelmeyen, acısız, hazcı, kendi kimliğine yabancı olarak yetişen bir insandan da bunun tersini bekleyemeyiz.

Elbette. Ben beklenilmesine şaşırıyorum. Bu çocuğa zaten Avrupa, medeniyetin ve insanlığın yeryüzü cenneti olarak anlatılıyor. Sonra da diyorsun ki, bu nasıl bir tarz? Sen yetiştirdin, senin eserin bu. Senin eğitim sistemin böyle anlattı. Bu çocuk kendini mi inkâr etsin? Peki bu eğitim sistemini kim kurdu? Her şey geliyor bu noktaya dayanıyor. Bu ülkeyi kuranlar böyle bir düşünceyle kurdular. İnönü’nün hatıralarında açıkça itiraf ettiği bir şey vardı. “Harf inkılabı çok tehlikeli bir şey ve biz bunun farkındaydık, biz de bu tehlikeyi milletin geçmişiyle irtibatını koparmak için başka bir şey yapamayacağımız için göze aldık. Bu milleti bağlı olduğu medeniyetten ayırmanın başka bir yolu yok. Avrupa’ya intibak sağlamanın başka bir yolu yok. Geçmişin, hafızanın silinmesi için harf inkılabı çok iyi bir yoldu.” diyor. MEB yayınlarından çıkan hatıratında bulabilirsiniz.

Mesela Endülüs işgalinde de Moriskolara yapılan ilk saldırı, kültürlerini ve İslam’ı hatırlatıyor diye dilleri olan Arapçayı yasaklamak oldu.

İnönü denilen kişi, bu ülkenin kurucu kadrosunda önde olan isimlerden. Biz şunu anlayamıyoruz, bir tane parti vardı Meclis’te ve bu yasalar Meclis’e geldi, onaylandı ve bir daha değiştirilmedi, kimse değiştirmeye teşebbüs bile etmedi. Çok demokratik ortamlarda tartışılarak, memleket sathında mesele müzakere edilerek böyle bir karar alınmadı. Sen diyorsun ki, bu ülkenin evlatları bu ülkenin kuruluş ilkelerine uygun davranıyor Avrupa’ya taparak. Çünkü kuranlar böyle kurdular, böyle bir insan yetişsin istediler. Avrupa’nın karşısında ezik, aciz kalan ve ideal insanın Avrupalı olduğu gerçeğiyle yetişen bir nesil istediler. Allah edecek ya, o kadının yaşamış olduğu sahneyi billboardlara vereceksin, orada yayınlanacak. O video bu Türkiye’nin makus talihinin videosudur. Çok acı bir videodur. Şimdi bakıyorum, bu videoya sahip çıkan kimse de yok. Bu da Müslümanların başarısıdır diyorum. Bu milletin özüne dönmesi, İslam medeniyetine dönmüş olması o kadar kabullenildi ki hayatını bunu reddetmek üzerine kurmuş insanlar bile artık karşı çıkamıyorlar.

Kendi kesiminden bile tepki aldı.

Aldı tabiî. Geçenlerde zincirlenmiş çarşaflı kadın gösterisi yapıldı. Bizim dönemlerimizde bu okullarda normal bir şeydi. Artık yapamıyorlar. Bu Müslümanların başarısıdır, gurur duymak lazım. Askerde iki tane fotoğraf gösterilirdi, bir tarafta başörtülü kadınlar bir tarafta başı açık kadınlar; “Böyle mi olunsun istersiniz, böyle mi?” diye. Ve orada askerin yüzde 85’inin annesi bacısı kapalı. Kendi askerinin annesine, bacısına namussuzca, şerefsizce hakaret ediyor. Kaldırdılar o tabloları. Ben 2007-2008’de askerdeydim, yani bu bahsettiğim tablo daha yeni. Demek ki, bu ülkenin Müslümanları, bu ülkenin öz evlatlarına yapılan o yüz yıllık zulme biraz da olsa engel olmayı başarmış. Bu da güzel bir gelişme. Çarşafa hakaret eden adam lanetleniyor, kimse sahip çıkamıyor. Sahip çıkmak isteyen milyonlar var ama sahip çıkamıyor işte. Yani Müslümanlar buradaki İslam düşmanlarının ikiyüzlülüğü ve tamamen akıl dışı yaşam tarzlarıyla onları yüzleştirdi, bunu başardı. Ben bunu güzel bir gelişme olarak görüyorum.

Son zamanlarda Batıcı kesimin yazıları, sözleri hep “rejim değişiyor mu, İslam mı hâkim oluyor, hilafet mi geliyor” üzerine. Korkunun tezahürlerini görüyoruz. Bunun üzerinden şunu sormak istiyorum. Kutuplaşma meselesi üzerinde çok tartışma var. Müslümanın İslam düşmanı olanla kutuplaşması tabii değil midir? Bu kutuplaşmanın artması hangi yöne gittiğimizi gösterir?

Bir defa kutuplaşmayı Kur’an istiyor senden. Kur’an-ı Kerim çok açık ve net bir şekilde bir dikotomi üzerinden verir mesajını. Defterini sağdan alanlar-soldan alanlar, yüzü aydın olanlar-kara olanlar. Mesela müminler şöylelerdir der, kafirler böylelerdir der. Bunun üzerine kuruludur. Sen böyle bir yerde mutlaka kutuplaşacaksın. Ayrıca kutuplaşmak bir ülkede birlikte yaşamaya ve güvenliğe zarar vermez. Kutuplaşmak demek, kendi kimliğini, seni sen yapan özbenliğini muhafaza etmen demek. Bu arada Yahudiler düzgün durdukları müddet içerisinde Medine’de yaşıyordu. Müslümanlar birlikte yaşama tecrübesini daha ilk yıllarda gösterdiler: Sen sen ol, ben ben olayım.

Peki bunlar niye rahatsızlar? Çünkü planya makinesi böyle insan çıkarıyor, “bunlar kim ya” diyorlar. Kutuplaşmadan bundan rahatsızlar. Bir ötekini istemiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ideal insan profili var diyor, o kadın gibi işte. Sen, “ben öyle değilim” diyorsun, bu sefer “Kutuplaşma, ayrılık çıkarma” diyor. Arkadaş o zaman gel bu tarafa, tabii olan bu tarafa gelmendir. Ben nasıl kutuplaşmayacağım senle yani. Bu kutuplaşma sözü çok aciz, tesiri kalmamış, gücünü kaybetmiş bir söylemdir. Hayat tarzına müdahale söylemi. Şerif Mardin’in bir röportajda söylediği, Ertuğrul Özkök’ün köpürttüğü bir kavram. Bu da öyle, kutuplaşma derken, siz farklı olmayın diyorlar. Siz bu ülkenin kuruluş ilkelerine uygun davranın, Batıcı olun, Avrupalılar gibi düşünün, onlar gibi yaşayın, onlara hayranlıklarınızı izhar edin. Başörtüsü taktığın zaman kutuplaşmış oluyorsun. Süleyman Demirel diye bir Cumhurbaşkanı vardı. 28 Şubat döneminde adam aynen şöyle söyledi: Başörtüsü fitnedir, fitne katlden beterdir. Diyor ki, üniversiteye başörtüsüyle girerek fitne çıkarıyorsun. Bir norm belirliyor, dışına çıkarsan anormal oluyorsun. Bu sefer diyor ki, sen niye kutuplaştırıyorsun kardeşim. Süleyman Demirel resmen başörtülülere ayet okuyarak fitneci dedi.

Fetullah Gülen de aynı politikayı güderek Müslümanları pasifize etmişti.

Paralellik arz ediyor, o dönemde Fetullah Gülen de başörtüsüne karşıydı. Fitne değil de teferruat dedi. Benzer bir şey ifade ediyordu o dönemde. Bu sefer anormal durumuna düşüyordun. Şimdi sana kutuplaşma diyenler, anormal olma diyorlar. Ben mesela bu hataya zaman zaman Müslümanların da düştüğünü düşünüyorum. Bir şeyden bahsederken mesela, “kadın da başörtülü ha” diyorlar. Ne demek bu. Kadın başörtülü olur zaten. Kadının başörtülü olduğunu özel olarak niye ifade ediyorsun ki. Buna ne gerek var? Zaten normalde, kadın başörtülü olur. Anormal olan bir yerlerin kapanması değil açılmasıdır.

Batıcı kesimin kutuplaşmayın demesi de acziyetlerini gösteriyor aslında. Yani, kanla aldığın ve hala hükmünü sürdürdüğü bir rejimde bunu diyecek hale düştüler.

Evet, bu da enteresan, şükredilecek bir durum. Demek ki karşısında kutup oluşmuş ilk defa. Önceden kutup da yoktu. Hakikaten de 1950’lere geldiğinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı profiline ulaşmışlardı. Bu profile uymayan insanlar köylülerdi. Onu da Ankara’nın belli caddelerine almıyorlardı. Sonra Allah rahmet eylesin Necip Fazıl’ın metaforuyla bu milletin imanına birileri üfledi ve o kıvılcımlar bugüne geldi, yarın inşallah çok daha iyi yerlere gidecek. Ben her zaman ümitliyim. Düne göre daha iyi yerdeyiz. Evet, Müslümanlarda bölünmeler var, çatışmalar var, bu her zaman oldu. Sevmem bu kelimeyi ama kullanacağım, sen büyük resme bak!

Mesela herkes Cihat Kısa gibi sapkınların ilahiyatlarda yaptıklarının sapıklık olduğunu söylüyor. İşin asıl tarafı ilahiyatların bunlara kazandırdığı meşruiyet. Aynı şekilde Batı hayranlığı vs. bu rejimde gerçekleşiyor. Sıkıntı aslında Cihad Kısa’nın söyledikleri veya Batı hayranı kompleksli kadının orada onları söylemesi yahut o halde olmaları değil. Karşımızda çökmekte olan kokuşmuş Kemalist bir rejim var. Bizim aslında sizin de dediğiniz gibi toplanan Avrupa kanunlarıyla oluşturulmuş bir rejim sorunumuz var. Müslümanların artık bataklıktaki sineği konuşmak yerine, bataklığı kurutmaya yönelik hareket etmeleri gerekiyor. Haliyle ben de size bunu sormak istiyorum, bu yönde nasıl davranılmalı?

Sene 1980. İsviçre’de çocuklar satıldığında biz hayattaydık. Şimdi İsviçre cennet olarak anlatılıyor. Halbuki orada çocuklar satılmış, insanlığın görüp görebileceği en adi, en ahlaksız şeyler yaşanmış. Cahiliye devrinde bile böyle bir şey yoktur. Ben siyer ile ilgilendiğim için cahiliye dönemini iyi bilirim. İslam öncesi dönemde bile çok nadirdir, yok böyle bir ahlaksızlık.

Şimdi İsviçre’nin bu çirkin, bu adi yüzünü gösterdik; fakat garip olan şu, biz de İsviçre kanunlarıyla yönetiliyoruz. Bu kanunları getiren milletvekillerinin oğulları hala CHP’den milletvekili. Biz bu kanunlarla yönetiliyoruz. Burada bir sorun yok mu? Bu insanlar bu kadar basit bir şeyi sormuyorlar. Biz dünyayla savaştıysak, bu insanlar burayı işgale geldiyse, akla hayale gelmeyecek zulümler işlediyse, biz bunları denize döktükten sonra neden dönüp bu insanlar gibi yaşar hale getirildik? Bu kadar basit soru. Zaten toplumlar çok basit soruları ıskalarlar. Hazreti İbrahim ne diyordu; “Bu taş, bundan tanrı olmaz.” Çok basit bir soru, insanlara bunu söylüyorlardı. Bugün de aynı şeyi söylemek durumundasın. O kadar siyaseti yöneten Mekke müşriklerinin ele başları taşın önünde mi eğiliyorlardı? Evet. Bu sorunun cevabı bu. Sen İsviçre’ye söylemediğini bırakmıyorsun ama İsviçre kanunlarıyla yönetilmeye devam ediyorsun. Böyle bir olay ortaya çıktıktan sonra hadi gelin bunu değiştirelim desen kimse yerinden kımıldamaz. Bu bir akıl tutulmasıdır. İnsanlık tarihinde peygamberlerin ve Efendimiz’in toplumları uyardıkları şeyler çok teorik, çetrefilli, alengirli şeyler değil. Toplumlara çok basit şeyler demiştir. Zina yapmayın, puta tapmayın demiştir. Takıldığımız nokta hep bu. Zannediyoruz ki kurtuluş, kalın kalın sosyal yapıyı, üretim ilişkilerini, insani ilişkileri çok iyi analiz eden kitaplara bağlı. Böyle bir şey yok. Hz. İsa bugün gökten inse söyleyeceği şeyler herkesin anlayacağı şeyler olacak. Bu çok basit gelebilir, biz niye İsviçre kanunlarıyla yönetiliyoruz? Buna niye medeni kanun diyorsunuz sonra. Gayretullah’a dokunur bu. Başka bir kavram bulun, medeni demek Medine demektir. Bizim medeniyetimizin beşiği, doğduğu yer. Biz medeniyet derken yeryüzünün cenneti, insanlık tarihinin yaşanmış en adil, en güzel günleri olan asr-ı saadetten ve yaşandığı yer olan Medine’den bahsediyoruz.

Demokrasi denilen sistemde nasıl insanların seçilebildiğini İstanbul örneğinde görüyoruz. Yeni neslin hususiyetlerini de göz önünde bulundurursak demokrasinin sonunun gelmek zorunda olduğunu söyleyebilir miyiz?

Şunu söyleyeyim, demokrasi bir yönetim şekli olarak iki yüz-iki yüz elli yıldır dünyada sonuç itibari ile çok ciddi bir şekilde sorgulanıyor, Russo’nun Toplum Sözleşmesi kitabı neredeyse demokrasiyi var eden bir kitaptır ve o kitap demokrasinin çelişkilerini de çok iyi verir. Ben o kitabı okuduğumda demokrasinin boşluklarını daha net gördüm mesela. Demokrasi de sorgulanmaya başlandı, daha da sorgulanacaktır. Bu bir yerde bitecektir. Zaten halkın kendi kendini yönetmesi yüzde yüz karşılığı olan bir şey değil. Darbe diye, olağanüstü hâl diye bir seçenek var sonuçta. Olağanüstü hâl ilan edildiğinde demokrasi askıya alınır. Olağanüstü hâl kendinden sonra demokrasinin nasıl olacağını da şekillendiriyor o dönemde.

Aslında demokrasi diye bir şeyin olmadığı anlaşılıyor.

Demokrasi zaten yok. Millet de buna uyanıyor yavaş yavaş.

Dünya yönetim şekillerinde bir çıkmaza girmiş vaziyette. Artık yeni devlet modelleri yeni sistemler üzerine düşünülüp, konuşuluyor.

Evet, en tehlikeli olanı şu; geçenlerde bir analiz gördüm dünyanın en özgür ve en demokrat ülkesi dedikleri Amerika’da son elli yıl içerisindeki seçimler ele alınmış. Seçime yakın taraflar birbirlerinin zayıf noktalarını çıkartırlar, kasetler ortaya dökülür, eski konuşmalar ortaya çıkarılır ya, bu analizde de diyor ki; seçmenin seçime yakın çok net bir şekilde yeni ortaya çıkan şeyler ile yönlendirilmesi var. Yani beş yıl nasıl yönetileceğine karar veriyorsun ve senin bu kararın da seçime on gün kala atılmış bir adımla belirleniyor. Bu çok acayip bir durum. İnsan zor kararları belli bir zaman içerisinde ve çok daha kalıcı unsurlar üzerine bina eder. Amerika’daki seçimin son anda belirlenmesine sebep olan, seçime yakın dönemde yapılan birkaç manipülasyon ile değişmesi demokrasinin aslında ne kadar kırılgan, bu modelde insanların ne kadar manipüle edilebilir olduğunu gösteriyor. Şöyle bir gerçek de var, onu da ifade edeyim; demokrasiyi Amerika üçüncü dünya ülkeleri için ister. Çünkü çok rahat bir şekilde müdahale edilmeye müsait bir sistemdir. Herkesin eşit olmasını, yönetime katılım sağlamasını ister. Halbuki Avrupa’da şu oranları görmüştüm: Genç ve çocuklara yöneltilen “ne olmak istiyorsun?” sorusuna “Cumhurbaşkanı-başbakan olmak istiyorum” diyen genç ve çocuk sayısı çok düşük. Çünkü biliyor ki siyaset bir şeyi değiştirmez, kurulu bir düzen var ortada. Fakat üçüncü dünya ülkeleri diye tabir edilen ülkelere bakın herkes başbakan-cumhurbaşkanı olmak ister. Birçok insanın bunları talep etmesi o ülkeyi kaos ve karmaşaya götürür. Dolayısıyla ben yüzyıl sonra demokrasinin ideal bir yönetim şekli olarak gösterilmeyeceğini düşünüyorum. Şu anda da miadını doldurduğunu görüyoruz. Yani İngiltere’de demokrasi mi var Allah aşkına? Demokrasiyi ihraç eden ülkeler demokrasi ile yönetilmiyor, bilinen manada demokrasi yok. Şöyle bir söz var ya, “Seçim bir şeyleri değiştirecek olsa halka yasaklanırdı.”

Başka ülkelere karşı demokrasiyi bir kalkan olarak kullanıyorlar aslında.

Tabiî öyle. Mesela Türkiye’de de seçmen iradesi seçime yakın belli başlı şeyler ile çok yönlendirilir. Şu gerçeği görmemiz lazım Türk halkı duygusaldır, bundan dolayı öfkelidir. Öfkeli olmasının sebebi duyguları ile hareket etmesindendir. Dolayısıyla bir mağduriyet gördüğünde Türk halkının seçmen iradesi anında değişir. Bir haksızlık olduğunda yahut öyle lanse edildiğinde seçmen iradesi hemen değişir. Buna en tipik örnek olarak şunu gösteriyorum, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu helikopter kazası ile vefat etti. Muhsin Yazıcıoğlu Sivaslıdır ve Sivas’ta yüzde üç-beş oy alan partisi bu olayın etkisi ile Sivas genel seçimlerinde yüzde altmış yedi falan oy aldı. Sivas halkı Muhsin Yazıcıoğlu’nu çok sever, ben de severim; fakat burada Muhsin Yazıcıoğlu seçilmiyor, başka bir adam seçiliyor. Bu Muhsin Yazıcıoğlu’na vefa gösterilecek bir şey değil ki! Adam zaten vefat etmiş yani. Çok garip bir durum. Türk milletini çok severim ve çok da iyi tanırım, tam bizim insanımızın tepkisi bu. Bu tepki Sivas’ta BBP’ye çok büyük oyla seçim kazandırdı. O beş yıl Sivas’a çok şey kaybettirdi. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na gitsen desen ki, “Bu başkan Sivas’a gider mi?”, “Zaten seçilmeyeceğiz.” der. Seçilmeyeceği bilinerek oraya aday gösterilir zaten.

Mesela Teoman Duralı’nın vefatından sonra, eserlerini alıp okuyacağım diyen çok kişi duydum. Bizde öldükten sonra kıymet biçiliyor.

Öyle, duygusal bir milletiz. Bizim için akıl-mantık biraz daha geri planda. Ama bunun güzel tarafları da var. İşte bak bu millet milyonlarca Suriyeliye kucak açtı. Mesela, Mahmut Bey caddesinde biri aç bir şekilde sokakta kaldı, adamı yemeğe boğarlar. Bu ülkenin hiçbir mahallesinde, köyünde bir insan açlıktan ölmez. Varsa görülmemiştir, aksi bir durum vardır. Ama Amerika’da, Avrupa’da sefaletten, açlıktan ölenlerin günlük çok ciddi rakamları var. İzmir’den Kars’a, Edirne’den Van’a Türkiye’nin hiçbir yerinde bir kimsenin açlıktan öldüğü görülmemiştir.

Bilgi tekelinin akademinin elinde olması modernite ile tam olarak hesaplaşamadığımızın bir göstergesi mi? Malum modern akademik yapı kendi alanı ile sınırladığı bilgiyi hakikat olarak telakki ediyor.

Akademik bilgi ve akademide bilgi üreten insanlar özellikle batıcı zihniyetin hegemonyası altındaydı. Bu zihniyete sahip olmadıkça akademiye giremez, profesör olamazdın. Bu da kırıldı yakın zamanda. Ama en geç bu kırıldı ve dolayısıyla en az yol burada kat edildi. Sen şimdi akademik bilginin bağımsızlığından bahsediyorsun ama sadece o söylediğim Batıcı zihniyete aykırı olduğu için tezi veto edilen birçok insan var. Bu soru çok iyi bir soru hakikaten hususi bir şekilde konuşmak, ele almak gerek bu mevzuyu. Bilgi hegemonyasını akademiden çıkartmak gerekiyor. Bizim sohbet halkasında abiler var on beş yıldır düzenli olarak ders yaparız. Bunların yakın tarih bilgisi, modern dünya algısı o kadar gelişmiştir ki ben defalarca şunu düşünmüşümdür; biri hurdacı, öbürü marangoz, -lafın gelişi söylemiyorum gerçekten öyleler-, bu insanları şu akademisyenlerin karşısına koyup bir konuşturmak isterim. Hurdacı sana anlatsın Türkiye’nin nasıl kurulduğunu, Lozan’ı bir anlatsın. Akademi aksine bilgiyi elinde tutmakla birlikte köreltiyor ve insanların kendi özgür iradeleri ile öğrenme ve üretme kabiliyetine darbe vuruyor.

Bu şekilde Batı kendi hegemonyasını kuruyor, onun gibi düşünmek onun gibi bakmak zorundasın.

Tabiî, o sınırlarının dışına çıkamıyorsun. Akıl böyle belli kalıplar ile yönlendirilebilen bir şey, belli kalıplar ile düşündüğün için aksini göremeyebiliyorsun. O yüzden sivil kurumların sayısı artması gerekiyor ve okuma seferberliği başlatarak akademinin dışında da çok makul, mantıklı, bilgi üreten, kısaca bizim kendi yapılanmamızı kurmamız gerekiyor.

Misal Rusya’da Türkmenistanlıların yazdığı akademik bir makale kendi literatürlerine uymuyor diye çıkarılıyor. Burada da o hesap Üstad Necip Fazıl’ı teze koyamıyorsun çünkü Batı’nın literatüründe yer almıyor.

Şimdi mesela sen Türkiye’nin resmi yakın tarihine aykırı bir bulguya rastlasan desen ki; “Ben böyle düşünüyorum, Lozan’ı hezimet olarak görüyorum.” Böyle bir şey diyebilir misin? Türkiye’de binlerce tez yazılıyor, tarih fakülteleri ortada. Ben böyle düşünüyorum ve ispatlıyorum, al delilleri de burada diyebilir misin? Maalesef diyemezsin. Aforoz edilirsin, akademide yer bulamazsın, çünkü karşılığın yok. Ama ne hikmetse bu özgürlük meselesi İslam’a saldırıldığında karşımıza geliyor. Bir adam Hz. Meryem’e bir şey söylüyor hemen başlıyorlar bilimin önüne geçilemez filan. Ee bu işletilen şeyi, burada da işletin madem. İlahiyatta bir tefsir hocası, hadis hocası, fıkıh hocası milletten maaş alıyor, bu aldığı maaş ile tefsiri, hadisi, fıkhı itibarsızlaştırıyor, icabında İslami ilimleri baltalıyor, temel kaynaklarına ağır ithamlarda bulunuyor. Oraya gelince bilimsel özgürlük diyorlar, düşüncenin önü tıkanamaz filan diyorlar. Aynı özgürlük sen konuştuğun zaman, delilleriyle ortaya koyduğun zaman kabul görmüyor. Buradan anlıyoruz ki bu özgürlük lafları vs. tamamen yalan!

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Dergisi 209. Sayı, Şubat 2022.

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir