Salı, Ekim 15, 2024

Çamaşır suyu ağacı

Bu sabah tuhaf bir şekilde mutlu olarak uyandım. Herkes uyurken ben kahvaltımı yaptım. Kendime büyük bardakla çay doldurup odama geçtim. Pencereyi açtım. İçeriye mis gibi bir bahar havası doldu. Yer yer sert esen, yine de mayısın yeni ısınmaya başlamış ılık havasını bozmayan bir rüzgâr vardı. Evde sigara içmek âdetim yoktu. O yüzden pencereden neredeyse yarı belime kadar sarkarak güya dışarıda sigara içmiş oluyordum. Bardağımı denizliğe koydum. Sigaramı yaktım.

Pazar sabahları erken saatlerde güzel bir sessizlik ve tenhalık olur.  Şanslıysanız şehri terk etmemiş serçe ve karga dışındaki kuşların şakımalarına da şahit olursunuz.

Gökyüzünü seyrederek sigaramı tellendiriyor, çayımı içiyordum. Sokağın bugün ve bu saatte olması gereken tenhalığına itimadım tamdı. Fakat önce karşı apartmanın altındaki dükkânın camlarına akseden bir kırmızı ışık dikkatimi çekti, sürekli yanıp sönüyordu, sonra da cılız da olsa kulağıma konuşma sesleri ilişti. Seslerin sahiblerinin kim olabileceği merakıyla kendi apartmanımızın altını görmeye çalışarak aşağı baktım.

Gözlerim erken vakitte dışarı uğramış birkaç yaramaz çocuk aradı, ama kimseler yoktu. Bir yandan da hâlâ sesler gelmeye devam ediyordu. Sol yanıma, sokağın cadde ile birleştiği tarafa bakınca bir itfaiye arabası, iki itfaiyeci ve karşılarında da iki adam gördüm. Tabii olarak korku ile başta kendi binamız ve sonra etrafa bakarak duman aradım. Etrafta ne duman ne de kokusu vardı.

Arada bir orta yaşlardaki adam ve onunla konuşan itfaiyecinin sesleri yükseliyordu. Adam:

“Vazifeniz, alacaksınız onu!” dedi.

İtfaiyeci de ona polis çağırdığını ve asılsız ihbardan dolayı hakkında şikâyetçi olacağını söylüyordu. Daha genç olan itfaiyeci kolunu itfaiye arabasına yaslamış, her halinden keyifli olduğu belli, yüzünde karşısındaki manzaradan memnun bir sırıtışla olan biteni seyrediyor ve sigarasını içiyordu. O kadar meraklanmıştım ki, onlardan bir ân bile gözlerimi ayırmıyor ve konuşmalarını kaçırmamaya çalışıyordum. Merakım cezasız kalmadı, kendimi o kadar kaptırmıştım ki, dibine kadar yanan sigara parmaklarımı yakınca can havliyle izmariti aşağıya attım. Alt kattaki dondurmacının tentesine yazık olmuştu.

Daha yaşlı olan adamın elinde bir ekmek ve bakkaldan aldığı öteberinin filesi vardı ve o da benim gibi ne olduğunu anlamaya çalışarak hadiseyi takib ediyordu.

Nihayet itfaiyeci ile muhatab olan adam:

“Buraya kadar geldiniz, alsanız onu oradan ne olur?” dedi, neredeyse yalvararak, eliyle ağacı işaret ediyordu.

“Beyefendi itfaiyenin böyle bir görevi yoktur. Bu devlet memurunu yanlış yönlendirmek ve gereksiz meşgul etmektir. Hah, bak polis de geldi, hiçbir yere ayrılma, bunun hesabını vereceksin.”

“Veririm, beyefendi sen hiç merak etme, ben haklarımı bilirim.”

Adam efendi mizaçta birine benziyordu, pek öyle mesele çıkaracak bir tipi yoktu. Fakat belli ki inatçıydı.

Hemen yan tarafımızda ve cadde ile sokağın kesiştiği köşede, bir kısım dalları bizim balkonumuzun altına kadar gelen çok güzel, şehir içlerine daha çok süs için dikilen çam ağaçlarından muazzam büyüklükte bir tane vardı. Ağaçta bir kedi falan kalmış olmalıydı. Görmek için sarkabildiğim kadar pencereden sarktım, fakat sadece ağacın bir yarısını görebiliyordum. Diğer yarısını da görebilmek için yan odadaki balkona çıkmam gerekirdi, fakat orada hâlâ uyuyanlar vardı.

Aslında bu kadar erken bir vakitte olması üzücü bir durumdu; evdekilerle birlikte bütün sokak çok güzel bir şenliği kaçırıyorlardı.

Ekip arabası itfaiye aracının yanına park etti ve bir şekilde sokağı geçişe kapatmış oldu. Bu pazar sabahında çok da mühim değildi. Arabadan inen iki polis hemen itfaiyecinin yanına gelerek kimin şikâyette bulunduğunu sordu. Ve hafiften çıkmaya başlamış göbeğini iyice belli etmek için ellerini beline atarak karnını iyice dışarı çıkardı. Herhalde bu bir üstünlük işaretiydi.

İtfaiyeci kendisinin aradığını ve parmağıyla adamın gözünü çıkarmak ister gibi işaret ederek şahsın ağaçta kalan plastik şişe için kendilerine asılsız bir ihbarda bulunduğunu kelimeleri yutarcasına söyledi.

“Nasıl bir asılsız ihbardan bahsediyorsun?”

“Ağaçta kedi mahsur kalmış, diye ihbarda bulundu amirim. Önce, siz gelene kadar bir yere gitmeyeceğim, dedi, sonra kedi kendi kendine inemez mi diye sorduk, inemeyeceğini söyledi, ağacı durumu her şeyi tarif etti, ardından da bunun bir yavru kedi olduğunu söyledi.” Parmağıyla ağacı işaret ederek; “Fakat gördüğünüz gibi, bu bir kedi değil.”

Daha polis adama bir şey sormadan;

“Ama bu bir çamaşır suyu ağacı da değil memur bey! Bu çirkin bir durum. İnsanların böyle bir şey yapması da hoş bir şey değil.” dedi.

Polis memuru önce ağaca sonra adama baktı. Kimliğini çıkarmasını istedi. Diğer polis itfaiye aracına yaslanmış olan itfaiye erinin yanına giderek ondan ateş isteyip sigarasını yaktı.

“Niçin kimliğimi verecekmişim, ben haklarımı biliyorum efendim. Yanlış olan benim yaptığım değil ki!” Adam o kadar sakin ve düzgün konuşuyordu ki, belki başka birisi olsa fena azarlanacağı bir durumda olmasına rağmen karşısındakiler istese de kızamıyorlardı.

Kimliğini isteyen polis sadece bir kaşını kaldırmakla yetindi. Adam bu bakış karşısında kuzu kuzu cüzdanını çıkarıp içinden kimliğini verdi.

“Nerede oturuyorsunuz beyefendi?”

“Hemen şu ileride, iki sokak ötede oturuyorum.”

Adama daha dikkatli baktım, doğduğumdan beri bu semtteydim, eğer bu adam burada bilmediğim bir delikte yaşamıyorsa doğru söylüyor olamazdı.

“Bakın beyefendi, itfaiyenin asli vazifesi yangın ve bazı acil durumlar için müdahalede bulunmaktır, bunun gibi basit şeyler için koca bir teşkilatı meşgul edemezsiniz. Madem bu kadar rahatsız oldunuz, kendiniz şuradan bir merdiven bulup onu oradan aşağıya indiremediniz mi?”

“Hay ağzınla bin yaşa amirim” dedi deminden beri dil döken itfaiyeci.

“Ama çok yüksek memur bey, öyle bir merdiveni nereden bulabilirim?”

“Nereden bulursan bul be adam! Şu ân bir yerde bir yangın çıksa ve bu memurlar o yangına yetişemese ne olur? Hem, sen ağaçta kedi var, dedin mi?”

Adam önce cevab vermedi. Sonra:

“Ama çamaşır suyu şişesi var, deseydim itfaiye gelmezdi.”

“Tabii ki gelmezdik.” dedi itfaiyeci.

“Ama bu durum doğru mu, memur bey?”

Adam iğrenç bir şey gösterir gibi yüzünü buruşturdu ve onları da bakmaları için teşvik ederek küçük çenesi ile ağacı gösterdi.

İhtiyar bir adam, ihbarda bulunanın başının belada olduğunun farkına varamadığını anlayarak ara bulmak ister gibi;

“Memur beyler olmuş bir iş, siz de mazur görün, gelmişken indiriverin şunu.” dedi.

Çok makul bir dille söylenen bu sözlere itfaiyecinin tepkisi en yüksek perdeden “İndirmem!” demek oldu. Yüzü pancar gibi kızarmıştı. Herhalde adamdan taraf olunmasına kızmıştı.

Karşı apartmanın ikinci kat penceresi açıldı ve Hamza abinin küçük kızı da benim gibi manzaraya bakmaya başladı. İtfaiye ve polis arabasını görünce hemen içeri koşup itfaiye gelmiş, diye bağırdı. Belli ki herkes uyuyordu, sadece ağabeyi çapaklı gözleri ile pencereye çıktı. Ayrıca ihtiyar adam gibi ihtiyaç görmek için dışarı çıkmış birkaç kişi daha sokaktakilerin etrafında toplandı.

İçlerinden Deli Sadi diye bilinen bizim gençlerden biri durumu iyice kavradıktan sonra:

“Ağmiriim!” dedi kelimeler ağzından uzayan bir sakız gibi çıkıyormuşçasına, “Ben bir değnek, sopa bulup ağacın dalına vura vura indiririm oradan o bidonu.”

“Aa, öyle olur mu canım, ağacın dalını kırarsın.” dedi ihbarcı.

Polis de kaşlarını çatarak:

“Sen dur bakayım, elin ağacına ne diye vuruyorsun? İtfaiye erine döndü, şikâyetçiyseniz şahsın hakkında işlem yapacağız.”

İşin tartışma kısmı her zaman güzeldir, hatta insanlar bürokrasi ile uğraşmak yerine kavga etmeyi bile tercih ederler. Fakat mevzu şikâyet etmeye gelince birçok resmi suratın ve soğuk yüzlerin karşısında sorulan her soruya cevab vermeye gelince çoğu kişi bundan kurtulmak için şikâyetçi olmazdı. Mevzu buraya gelince araca yaslanmış ve yanındaki diğer polisle beraber bilmem kaçıncı sigarasını keyifle tellendiren itfaiye erinin yüzü asıldı. Meslektaşının yanına yanaşarak kulağına bir şeyler fısıldadı. O da istemeye istemeye kafasını sallayarak;

“Tamam, amirim…”  tam burada esen rüzgâr sebebiyle sesi biraz zayıfladığı için sözlerinin arkasını duyamadım. Anlaşılan şikâyetçi olmayacaklardı.  Fakat kendini çevrenin fahri koruyucusu ilan etmiş olan adam ısrarcıydı:

“Buraya kadar gelmişsiniz, bari aracı kaldırıma doğru biraz yanaştırın ben çıkıp alayım.”

“Oh, efendim oh, başka bir emriniz var mı; polise dönerek, resmi bir arabaya sivil bir vatandaşın çıkması yasak efendim, Allah korusun düşer müşer başımıza iş alırız. Bize dava açarlar amirim.”

“Pekiyi siz çıkın” dedi bu sefer adam ve etraftan da destekleyen sesler yükselince itfaiyeci köpürdü:

“Ne sen çıkabilirsin ne ben çıkarım bak, boğazına yapışmadan çek git şuradan. Deli midir nedir!”

Polis de yılmış olacak ki, hakkında işlem yapmadan oradan ayrılmasını tembihledi adama.

Tekrar çıkan kuvvetli bir rüzgâr ağacın dallarını savrulan bir çarşaf gibi silkeledi. Bu kadar insanın burada toplanmasına sebeb olan çamaşır suyu şişesi ağır ağır aşağıda doğru kaydı ve en alt dalın üstünde durdu. Deli Sadi gidip onu oradan aldı, önce ne yapacağını bilemeyerek şişeye baktı, sonra gidip ihbarcı adama verdi. Polis:

“Al götür, çöpe mi atarsın ne yaparsın artık senin bileceğin iş.”

İtfaiyeciler bir beladan kaçar gibi hemen araçlarına atlayıp uzaklaştılar. Toplananlar da yavaş yavaş dağıldılar.

Hadiseyi takib ederken çayımı içmeyi unutmuştum, yeni bir çay doldurmak için mutfağa geçerken annemle holde karşılaştık.

“Evladım, bazı sesler geliyordu aşağıdan, bir şey mi oldu?”

Neresinden başlamalıydım anlatmaya?

“Herkes kalksın anlatırım.” Mutfağa geçtim çaydanlık fokurduyordu.

“Ha, bu arada dün akşam balkonun kenarına bir çamaşır suyu koymuştum, şimdi pencereden baktım da yok, sen gördün mü?”

Çaydanlık elimden düşüverdi. Gülememek için kendimi zor tuttum. Annem:

“Aa, deli misin sevdalı mısın, ne oluyor oğlum?”

Zeynel Abidin Danalıoğlu

Aylık Dergisi 209. Sayı, Şubat 2022

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir