Tesettür, yani örtünme her şeyden önce dinî bir vecibe, sonra siyasî bir tercih, son kertede, iç âlem düzenini tertip peşindeki insanın kendine has bir estetik geliştirme sürecinin parçasıdır.
Tesettür, yani örtünme her şeyden önce dinî bir vecibe, sonra siyasî bir tercih, son kertede de, iç âlem düzenini tertip peşindeki insanın kendine has bir estetik geliştirme sürecinin bir parçasıdır. Parçasıdır, çünkü; bütün olmadan parçanın algılanması mümkün değildir. Parça ancak isimlendirilmekle, toplumsal-kültürel sistemle ilişkilendirilmekle bütün olur. Dolayısıyla, tesettür, kendini laik dinselliği haiz sembollerle bütünleştiren ve bunları bir tapınma kültüne dönüştüren seküler kesimin algıladığı gibi topluma verilen bir “ucuz mesaj” değil, yaratılış gayesine uygun bir hayat sürmek isteyen mütedeyyin kesimin kendine özgü bir estetik bütün geliştirme arayışının bir parçasıdır.
Çünkü, “Allah indinde din İslâm’dır.” Din, yani İslâm güzellik sevgisidir. “Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsünde de işaret edildiği gibi, güzel olan her şey Hakk’tadır, eşyaya da Hakk’tan yansır. Bir şeyi güzelleştirmenin tek yolu ise onu sevmektir. Sevmek de ancak saf bir istidat ve sağlam bir yaratılış ile mümkündür. Dolayısıyla güzelin fethi, güzele erişmek, güzelden anlamak, hayatı estetik veçhesiyle özümlemek kolay bir iş değildir; bir eğitim, şuur ve kültür işidir, hayatın tüm alanlarıyla estetik bir bağ kurmayı, üslûb sahibi olmayı gerektirir. Eğer güçlü bir üslûbunuz yoksa ideal bir norm da oluşturamazsınız, biçim ve malzemenin işlenmesinin ifadesi olan formdan düşünceye ve tutkuya yürüyemezsiniz. Güzele sonsuz bir özlem duymak, bu özlemi dindirmek ve kusurlarınızı düzeltmek gibi bir derdiniz de olmaz. Oysa, estetik kaygıları olmayan insan son derece rahatsız edicidir, dokunduğu her şeyi yorar, hayatı yaşanmaz kılar. Bu tür insanlarla aynı hayatı paylaşıyor olmak, tahammül edilmeze tahammül etmek zorunda kalmaktır ki, insanın tüm gücünü tüketir.
Hiçbir zihniyet değişimi yaşamadan, seçkinler eliyle, yukarıdan aşağıya doğru giydirilen, geçmişin tümüyle red ve inkârına dayalı projelerle toplumu bir bütün olarak dönüştürebileceğini zanneden Kemalist modernleşme süreci, kendilerinin asla tahammül edemeyeceği bir etkiyi rahatlıkla ötekileştirdiği insanların üzerinde bırakarak yaşayan, tutum ve davranışlarını çıkar ilişkilerinin ve kaba hazcılığın belirlediği, Batı normlarını Tanrı’nın kanunu hükmünde gören böyle bir kitle yetiştirdi. Ne var ki, toplum nezdinde kabul görecek, halkın hissiyatına tercüman olacak, iktidarına meşruiyet kazandıracak, geleceğe aktarabileceği bir estetik üretemedi. Ürettikleri toplumun ekseriyeti tarafından benimsenmedi, yadırgandı, sindirilemedi. Süreç kendi dinamiklerini doğurdu, kültürel sindirimsizliğin, popülist bir söyleme dayalı halkçılığın boşalttığı alanı popüler kültürün farklı modelleri doldurdu. Karmaşa, devşirme bir üslûb, taklid tutkusu Kemalist kültürün ortak karakteristiği hâline geldi. Toplumun üzerinde yürüdüğü kültür varacağı yer üzerinde de belirleyici oldu. Kemalist kültür kendi bürokrasisini doğurup onun esiri olurken, bu kültürün insanı da bürokrasiye, para babalarına ve emperyalistlere tapınan biçimsiz yığınlara dönüştü. Nihayetinde de ülke, lumpen proletaryanın biçimlendirdiği bir ülke hâline geldi.
Dolayısıyla, kendine has bir estetik bütün oluşturma arayışı içinde olan İslâmî kesim, her şeyden önce, İslâm’a Muhatap Anlayış’ı temin edecek, eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlayacak “Bütün Fikir”in gerekliliğinin idrakinde olmalıdır. Zira, İslâmî zevki yansıtan yapısal formlar üretebilmesi, hayatın farklı alanlarında, farklı görüntüler altında ortaya çıkıp belirleyici olan bu fikri içselleştirmesine bağlıdır. Çünkü, yüce duyguların yüce ruhlarda tecellisi, insanın güzelin kurallarını keşf edebilmesi ve estetik terbiyesi, “Bütün Fikir”in hasrında olan bütün kültürle ilgili bir meseledir… İnsanın, Mutlak Bir’den anlık bir parıltı hâlinde yayılan ve tüm maddî şeylere güzellik bahşeden zarafet elbisesini giyebilmesi, kuvve halinde kendisinde olan, ama henüz kendisi olmayan güzellikleri ortaya çıkaracak ruh, beden ve lisan zarafetine sahip olabilmesi de yine buna bağlı bir meseledir.
Dolayısıyla, örtünme de bu hasletlerle birlikte olmalı, örtünen insan, ideal güzelliğin hayâ, asalet ve masumiyetle ilişkisini görmeli, maddî gücünü-güzelliğini mânevisiyle bezemelidir. Çünkü, zihnini şekillendiren belirleyici kodlar Batı’nın kodları olduğu sürece, İslâmî kültürü Batılı formlar içinde yeniden üretme ve bunu İslâmî zannetme hamakatinden kurtulamaz. Giyim kuşamından, yaşadığı mekânların tefrişine kadar, kendisi adına verilmiş kararları uygulayan, bunları tanımlanmış normlar içinde yerine getiren bir toplumun üyesi olarak, kalıplaşmış zevklerini, belirleyici düşünce kalıplarını hayatına taşıyarak, kendine kurduğu sahte bir dünyada yuvarlanır gider.
Pierre Clastres’ten ödünç aldığımız kelimelerle söylersek; “Sosyal olan her şey siyasîyse, siyasî olan her şey de dinîdir; en basit ve somut inanış biçimlerinden, en karmaşık ve soyut inanış biçimlerine kadar…” durum bu merkezdedir. Çünkü, “İlâhiyatı olmayan siyaset olmaz.” Ve bir medeniyet uzun süre din dışı temeller üzerinde yükselemez. Dolayısıyla, sanatların en muhteşemi olan siyaset sanatının mimarı siyaset alanını düzenlerken, “şahsiyeti olmayan insanın hiçbir şeyi yoktur” bilinci içinde işe, ferdlere şahsiyet kazandırmak, karakterleri asilleştirmekle başlamalı, bunu temin edecek, ferdleri bütünleyecek (selâmete erdirecek) bütünleyicileri arayıp bulmalıdır. Çünkü devleti koruyacak, kollayacak ve yenileyebilecek, yenilenen devleti yaşatabilecek insan modeli, şahsiyet sahibi ferdler ve bu ferdlerin demeti olan toplumdur.
Mevlüt Koç
Aylık Dergisi 196. Sayı Ocak 2021