Sanat insanı Mutlak Sanatkâr’a ulaştıran bir köprüdür. Gerçek sanatçı da, eşyada kendisini ikaz eden işareti kavrayıp varlığın birliğine şahitlik edendir.
İyi-doğru ve güzel olan yücedir. Ruhu temâşa ettiği şeyle benzer hale getiren, vakarın eşlik ettiği kayıtsızlığın asâleti, yani cesaret ve zarafetin birlikteliği ise muhteşemdir, ruh güzelliğine delâlet eder. “Suretler olmadan mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez”, doğrusu bağlamında söylersek; zarafet suretlerde tecelliye gelen mânâdır, Hakk’ın nurunun bir parıltısıdır, Mutlak Bir’den anlık bir parıltı halinde yayılır. Nisbet ve ahengin kendisinden ziyade onu aydınlatan şeydir, tüm maddi şeylere güzellik bahşeder ve mü’min gözlerde yuvalanmış bir nurla bakanlar nezdinde ilk bakışta fark edilir, aranmaz bulunur. Çünkü Hakk’ın eşyaya yerleştirdiği bir işaret olarak hep oradadır. Marifet, suretin kendi hakikatine taşıdığı ve maddenin gizlediği cevheri estetik ilginin nesnesi haline getirmek ve estetik temsil aracılığıyla görünür kılmaktır. Dolayısıyla güzellik dışta değil “iç”tedir; zarafet, cesaret ve asaletin birlikteliğinin ihtişamındadır.
Ancak, iyilik ve güzellik için “doğru”ya ihtiyaç vardır… “Doğrunun olmadığı yerde iyi de güzel de yoktur.” Doğrunun olmadığı yerin güzeli sıradan ve çirkin, iyisi ehven-i şer kabilinden bir iyidir. Zira sahih bir kurala dayanmayan her tür faaliyet, her söz ve davranış değersiz; iyilik ve güzelliğin sezgisi sıradan, bilgisi karmaşık, fakir ve ilkeden mahrumdur… Bilgisinin sezgisinde imana aykırı bir durum söz konusudur. Oysa iyi-doğru ve güzelde sürekliliği temin edecek olan sıradışı bilginin sezgisi imana özgüdür. Dolayısıyla çevremizdeki milyarlarca detayı mukayese ederek anlamanın, doğru bir bağlama oturtmanın, iyi bir çevreye yerleştirmenin ve güzel bir zeminde temellendirmenin; hâsılı, kaos olarak algıladığımız şeyleri düzene koymanın tek yolu sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Bu esastan mahrum olanın tüm fiilleri değersiz, iç dünyasının tüm dışavurumları; his, algı, tasavvur ve tasarrufları yetersiz, ruhunun tanıdığı eşya ve imgeye giydirdiği form biçimsizdir. Varlıktan yansıyan Mutlak Bir’e dair ihsasları idrake istidadı yoktur, kendisindeki ilâhî olan şeyi, âlemdeki ilâhî şeyler mertebesine yükseltemez.
Oysa sanatın şartlarını yerli yerince yerine getirebilmek için, sanatkârın da, hakikate hakk edilmiş olarak var olan ve manevî bir nitelik belirten güzele en münasip formu giydirmesi, madde ruh, muhteva biçim dengesini kurması zaruridir. Zira maddenin ruha galip geldiği yahut ruhun duyumcul ifadenin sınırlamalarından kurtulup denetimsiz bir biçimde yükseklere çıktığı durumlarda duyguyu, düşünceyi, tutkuyu kelimelerde, renklerde, seslerde yakalamak; unsurlar arasında birliği temin etmek ve hâli bunlara giydirmek hem zor hem de eserin gücünü zayıflatan bir şeydir… Ne madde ne ruh kendini yeterli bir biçimde ifade imkânı bulamaz; sanatçı, gayesi Allah’ı aramak olan en yüce sanatın ilkelerinin bilgisine ulaşamaz… Tam aksine, kendini aldatmasına, hakikatten biraz daha uzaklaşmasına sebep olur. Çünkü bu hâl fiilleri müşahedede, eşya ve hadiselerin teshirinde ilk merhâledir, bu safhada kalan sanat zevk hâsıl etmez, insanı Mutlak Sanatkâr’a ulaştırmaz.
Dolayısıyla, “Yaratıcısında var olmayan bir şey yaratılanda da var olamaz”, doğrusu bağlamında söylersek; devşirme ve tutarsız bir geçiş döneminin tezahürü halinde ortaya çıkan modern-çağdaş sanat akımları ve bu akımların her şeyin akılla kavranabileceği peşin hükmünden hareketle kendini ilâhî bir konuma yerleştiren, ama kendi “özel Tanrı”ları aracılığıyla yine O’na doğru ilerlediklerinin idrakinde olmayan “kurucu babalar”ı inkârdadır, isyandadır ve iflastadır. Çünkü sanat inkârın değil, inanmanın, ilâhî tecellilerin ve bu tecellileri kabul etme istidadındaki bünyelerin doğum yeridir. Varlığı kendinden bilip Tanrı rolüne soyunmak ise had bilmezliktir. İnsanda ancak hüsranını taşıyabilecek kadar bir mecâl bırakır ki; bu tür sanatçının elinde de kala kala, her biri nankörlüğün nişanesi halinde sadece resmi, şiiri, müziği kalır. Çünkü herkesin hakikati kendine relativizminden hareketle, gerçekliği yalanın içinden yansıtan bir estetik anlayışın iptidaî olanı taklidden, modernizm-radikalizm birlikteliğinin ürünü bir dayatmacılıktan öte gidebileceği bir yer yoktur… Mutlak olana yönelemeyen, ona karşı bir açlık hissetmeyen sanatçının ölümsüz olma, geleceğe kalma çabaları boşunadır… O; hiç muhatap olmak istemediği, hep ertelediği, ama kendini yeniden ortaya koyan temel soru: “Ben kimim, ölüm nedir?” sorusu hep karşısındadır. Lakin, düşünen bunca insana ve yapılan bunca icada rağmen, düşünen şuurun kendisi şuurdan yoksun olmalı ki, hem bu temel soru hem de çözümü, öncelikle bu temel sorunun çözümüne bağlı diğer sorular cevapsız kalmakta; krizler bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek, büyüyerek ve genişleyerek devam etmektedir.
İlâhî düzenden kopuş, isyan ve itaatsizlik insanlığa büyük acılar, büyük hayal kırıklıkları yaşattı. Kendi yok oluşunun bakterilerini yine kendi içinde üreten bir sistemin tükettiği hayatlardan geriye kala kala, ihtimâller âleminin posasından ibaret; acıyı da günahı da benimsemekten uzak, Amerikan ruhsuzluğuna teşne bir insan modeli kaldı. Küresel kapitalizmin “kurucu baba”ları, yeni sistemin yeni yapıları için yeni yollar, yeni metodlar arayışı içinde olsalar da, kimliksiz ve kişiliksiz bu insan modelinin bütüncül bir sisteme temel oluşturması zor. Çünkü “ceza” yahut “ödül”ün tesirini gösterebilmesi için, öncelikle bunu kabul edecek bir zeminin olması, yoksa da hazırlanması gerekir. Oysa sanatı, edebiyatı, bilimi ve düşünce dünyasıyla dengesini yitirmiş, yozlaşmış ve soysuzlaşmış, kendi insanı nezdinde bile inanırlığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir kültür var karşımızda… Korku, kaygı, sığınma ihtiyacı sanatın tüm dallarına sinmiş durumda. Nitekim, çağdaş sanatın insanı umursamayan, “içinden kalınlık tüten incelik gösterileri” ve görselleri, insanları hızla güzellik duygusundan uzaklaştırıyor, insanlarda estetik duygusu âdeta dumura uğramış durumda. İnsanlar artık klasik olandan zevk almıyor, teknik mükemmeliyete duydukları hayranlık onlara yetiyor, güzellikten anladıkları da bu!
Oysa sanat insanı Mutlak Sanatkâr’a ulaştıran bir köprüdür. Gerçek sanatçı da, eşyada kendisini ikaz eden işareti kavrayıp varlığın birliğine şahitlik eden, Mutlak’ın gücü karşısında acz ve sınırlanmışlığını görüp hayret ve hayranlık hissiyle dolan, aczinin idraki içinde teslim olandır. Ne var ki, tüm bunları yapabilmek için gözün tekâmül etmiş bir ruhun penceresi olması, ruhumuzdaki dönüşüme şuur seviyemizdeki değişimin karşılık vermesi gerekir… Göz ancak bu sayede şeylerin maddî kabuğunu delip doğruya iştirak edecek, görünmez biçimin görünür imgesini tanıyıp onu okuyabilecek; işaretten işaret edilene yönelebilecektir.
Ancak, ruhîliği estetik temsil aracılığıyla ifade etmek, gündelik hayata dair şeyleri estetik ilginin nesnesi haline getirip hayrete mevzu kılmak kolay bir iş değildir… Hayatı estetiğin içinden yaşamayı, hayatın tüm alanlarıyla estetik bir bağ kurmayı, stil sahibi olmayı gerektirir. Eğer bir tarzınız yoksa kültürel bir norm da oluşturamazsınız. Dahası, elinizde her örgüsü tezadsız, bütüncül-ideal bir sistem yoksa tarzdan da bahsedemezsiniz. Böyle bir durumda da karşınızda bütün bir dünya ve bu dünyanın karşısında duran bütün bir insan da yok demektir… Mecburiyetleri iradesini aşar biçimde emperyalizmin çıkarlarına bağlanmış, rutine bağlı, yitirilmiş bir hayat süren biçimsiz yığınlar söz konusudur. Dolayısıyla tutkuyla bir şeye bağlanmak, güzele sonsuz bir özlem duymak; sıradan insanların ilgi duyduğu şeylere karşı duyarsız kalmak ve bunun ödülü halinde başkalarının görmediklerini görmek, her insanın harcı değildir… Uçurumun kenarında yürümek ve sürekli aşağı bakmak kadar netameli bir iştir… İnsan kendini hep muhasebe ve murakabe altında tutmak zorundadır. Böyle bir hayat yorucudur, insanın ruhunda derin yaralar açar. Fakat “Büyük acılar büyük arınmadır”, insana mesafe kat ettirir; olgunlaştırır, insan arınır ve yenilenir… Acı da zevke inkılâb eder. Bu zevk imanîdir. Ve “İman zevken idraktir.”
“Allah güzeldir, güzeli sever”, ölçüsü bağlamında söylersek; İslâmî kaygıları olan insanın da, Mutlak Bir’den anlık bir parıltı halinde yayılan ihsasları idrake istidadının olması, güzel karşısında zihnî bir heyecan duyması ve bunu yaşamanın şartlarına mâlik olması gerekir. Çünkü, güzel olan her şey Hakk’tadır, eşyaya Hakk’tan yansır. Dolayısıyla, bu bakışı temin edecek nur mü’min gözlerde yuvalanmadan, turistikleştirilmiş zihinlerimizle dünyayı Kilise’nin penceresinden seyretmekten kurtulmamız; güzelliğin kaynağıyla buluşup İslâmî tahassüsü yansıtan eserler üretmemiz, “belirlenen” konumundan çıkıp “belirleyen” konumuna geçmemiz zor hatta imkânsızdır.
Mevlüt Koç
Aylık Dergisi 181. Sayı Ekim 2019.