Gördüğünüzde, sokaklarını ve caddelerini dolaştığınızda yüzünüzü güldüren, sizde tatlı bir tebessüm bırakan şehirler, semtler, mahalleler vardır. Üsküdar da bunlardan biridir. Benzetmek gibi olmasın, ama bir insan gibi, kendine has bir karakteri vardır. Evvela ağırbaşlıdır, en azından uzun bir zaman böyleydi. Kim bilir hâlâ böyle kendinden emin ve şahsiyetini koruyan yerleri vardır. Üsküdar’ın kendine has bir vakarı ve kendinde bütün dış dünyanın gulgulesini boğacak büyük bir sükûnet membaı vardır. Ve de Üsküdar, uzaktan bakınca insanların merakını celb edecek ve onu gören gözlerin merakını gıcıklayacak kadar alımlıdır.
İşte yaşadığı semt gibi ağırbaşlı bir adam da burada, Üsküdar’da yaşıyordu. Burada doğmuş, burada okumuş, burada âşık olmuştu. Aşk hikâyesinin sonu biraz hazindi, fakat olsun nihayetinde bu Üsküdar’ı onun için biraz daha kıymetli yapıyordu. Zafer Altunyelekli, kendini bildi bileli burada yaşardı ve belki Üsküdar’ın en kötü günlerinden en iyi günlerine kadar her şeyini görmüştü. Babası da kendini bildi bileli burada yaşamıştı ve galiba dedesi de öyleydi. Fakat son zamanlarda Zafer Altunyelekli kendini Üsküdar’a karşı biraz mesafeli buluyordu. O bu şehre nerede ise bir insan hislerine sahibmiş gibi davranırdı ve şimdi artık onu tanıyamadığını düşünüyordu.
Yorgun yüzlü insanlar görmekten o da yorulmuştu. Ne idi insanları bu kadar yoran? İnsanların en samimi gülüşlerinin ardında sinsi bir dert var gibiydi. Kendini iyi hisseden, fakat gizli hastalığından bihaber, nihai sona doğru gidenlerin hâline benzetiyordu insanları. Zafer Altunyelekli dışarıdan gören birinin hemen teşhis edeceği üzere somurtan bir surata sahibdi. Fakat içi bunun tam aksini söylüyordu. Evvela kendisi bunu kabul etmezdi. Kendisi bunu bir tepkisizlik olarak yeğlemeyi tercih ediyordu. Aslında insanların intibalarındakinin yerine durgun bir yüze sahib demek daha doğru olurdu.
İnsanlar hava almak, yürüyüşe çıkmak, gezmek ve işe gitmek için dışarı çıkarlar, Zafer Altunyelekli bunların hepsini birlikte yapıyordu. Fakat bunu düşünmek için yapıyordu. Yürüyüş esnasında düşünmek ve etrafında olan bitenler hakkında bir intiba elde etmek için kendisine böyle bir usûl bulmuştu.
Zafer Altunyelekli spor yazarıydı. Aslında bir futbol yazarıydı. Zira ülkede neredeyse futbol dışında bütün diğer spor dalları üvey evlat muamelesi görüyordu. Profesyonel seviyede, sporla en alakasız sporun futbol olduğunu düşünüyordu. Futboldan ülkede kendisinden daha çok nefret eden ikinci bir kişi olamayacağına emindi. Hayatında bir defa bile maç esnasında bir stattan içeri girmiş değildi. Televizyondan ise maçların sadece özetlerine bakar ve buna da zor katlanırdı. Hayatında sadece bir defa özel davetle ve diğer meslektaşları ile beraber yeni bir stadın açılıştan önceki tanıtımına gitmişti.
Ayrıca takma bir isimle de günlük mizah yazıları yazıyordu. Kendisini belki de bir yazar olarak hissettiği tek ânları işte bu mizah yazılarıydı ve gerçek kimliğini yayın yönetmeni ve gazetenin patronu dışında kimse bilmiyordu. Futbol bahsindeki isabetli yazıları sebebiyle elde ettiği şöhreti gibi müstear ismi de meçhul bir şöhret olmuştu.
Futbola olan bu kinine rağmen Zafer Altunyelekli’nin şaşmaz bir disiplini vardı ve bu herkesi hayrete düşürürdü. Maçları seyretmeyen bir adamın yazılarını yazdığı takımın tek bir idmanını kaçırdığı görülmemişti. Basit bir usûlü vardı; oyuncuların idmanlarına göre teknik tahlil yapıyor, psikolojilerine de dikkat ederek yorumlarında büyük bir isabet tutturuyordu. Onu meşhur yapan da buydu. Ve onun fark ettiği ve birçok kimsenin farkına varmadığı şey, futbolcuların idmanlarında ve özel hayatlarında en az konuştukları şey futbol ve maçtı, tuhaftır ki onlar dışında herkes futbolu konuşuyordu.
İnsanlar kendilerinin zaaflarını sömüren kurnaz insanları zeki zannederler o da kendisini böyle hissediyordu. Zekâ kısmı Zafer Altunyelekli için kesinlikle doğruydu, fakat kendisine matbuat alanında bir yer açmaya çalışırken insanların neredeyse körü körüne bağlandıkları bir mevzuda azıcık dikkat ve gayretle istediğine sahib olmuştu. Fakat kendisini son zamanlarda bu mevzuda rahatsız hissediyordu. İnanmadığı bir iş için gayret göstermek ve ondan sebeblenmek, para sporu bu alanda futbol babalarının değirmenine su gibi geliyordu.
O günlerden biriydi. Rutin mıntıkasındaki yürüyüşünü yeni tamamlamış, ruhi teftişini yapmıştı. Parkta oturuyordu. Geçen haftaki müstear isimle yazdığı iki yazısını göndermemişti. Haftalık futbol yazılarından birini de kaçırmıştı. Canını sıkan şeyi bir türlü bulamıyordu. Aslında bütün fikirler, tahliller ve kelimeler kafasının içinde uçuşuyor, fakat masa başına geçince eli bir türlü yazmaya gitmiyordu. Gökyüzüne baktı, bulutların, resmi yapılacak kadar güzel olduğunu gördü. Bembeyaz bulutların ardında masmavi bir gökyüzü vardı.
Bazen bir şeyleri anlatamazsın, hissettiklerini kelimeler tarif etmeye yetersiz kalır, “kelimeler kifayetsiz kalıyor” denir. Kifayetsiz kalan kelimeler değil, hissettiklerimizin muhteşemliğinin verdiği lezzet hissinin tarifini yapmaktır ve bazen yapılan tarif o muhteşemliğin yanında sönük kalır. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkıyor gibi. Van gölünü görenle onu kitap sayfalarından okuyan arasındaki fark gibi.
Cebinden her zamanki gibi buğdayları çıkardı ve hemen önüne serpiştirdi. Yürüyüşünü yaptıktan sonra parka gelir ve evde cebine doldurduğu buğdaylarla güvercin ve kumruları beslerdi. Bu Zafer Altunyelekli için günlük alınan bir ilaç gibiydi ve dozu hiçbir zaman değişmezdi. Fakat son zamanlarda bu ilacın üzerinde herhangi bir tesiri olmuyordu. Hemen her gün buraya gelir, oturur, kimse ile konuşmaz fakat insanları ve hâllerini seyrederek, konuşmalarına kulak misafiri olur, kendisine malzeme toplardı. Son zamanlarda ise yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Artık idmanlara bile ayak sürüyerek gidiyordu.
Her zaman semtini sevmişti. Elbette Üsküdar’da ve mahallesindeki değişimi fark ediyordu. Evvela, artık daha kalabalıktı. Fakat kendisinde de bir değişim olduğunu hissediyordu. Dedesi onu elinden tutar sahile inmeden evvel Hüdai Hazretleri’ne götürür, dua ederdi. Dedesi de Üsküdar gibiydi, yüzüne bakınca hemen farklı bir insan olduğu anlaşılır ve etrafındaki insanlar tarafından büyük itibar görürdü.
Oturduğu bankta yanına ihtiyar bir adam oturdu. Park genellikle sakin olurdu. Zafer Altunyelekli en sakin köşe neresi ise orayı seçerdi. Kalkıp başka bir yere oturmak istedi, fakat görünmez bir el onu durdurdu. Göz ucu ile ihtiyarı süzdü. Sessiz sakin birine benziyordu. Elindeki son buğdayları da attı, avuçlarını birbirine sürterek kırıntıları ve tozları temizledi. İhtiyar Zafer Altunyelekli’nin iyi bir şey yaptığını tasdik eder gibi tebessümle başını salladı. Tam karşılarına ellerinde ders kitapları olan iki delikanlı oturdu. Siyah saçlı ve diğerine göre biraz daha uzun olan delikanlı bir şeyler anlatıyordu ve anlattıkları rahatlıkla duyuluyordu:
“Düşünsene,” dedi delikanlı “yaşın on yedi âşık olmuşsun, hayatında kendi telefon numaran haricinde hiçbir telefonu ezbere bilmiyorsun, ama kızın telefonu adın gibi hafızana kazınmış. Her şey sana ayrı bir renk, ayrı bir dünya gibi geliyor, sanki yediğin şeyler daha lezzetli. Bak, mesela şu simit, sanki dünyanın en lezzetli şeyi, ama bir de bu sevda kalp kırıklığına dönerse önüne bal koysalar zehir gibi gelir sana. O yüzden biz hissettiklerimizle varız.”
Zafer Altunyelekli dudaklarını büzüştürdü, şimdi gençler hâlâ böyle hissediyor muydu? İçinden aferin delikanlıya, dedi. İhtiyar da öğrencinin söylediklerini beğendiğini belli eder gibi başını salladı. Başını Zafer Altunyelekli’ye çevirdi ve:
“Affedersiniz, ne işle iştigal ediyorsunuz.” dedi.
Zafer Altunyelekli “yazarım” demek gafletinde bulundu. Hemen ardından da dudaklarını ısırıverdi. Zira başına iş alacağını biliyordu. Birden, az önce arkadaşına hislerini anlatan delikanlı onlara doğru döndü. Muhtemelen belli belirsiz söylenen bu sözü duymuştu.
“Aa, siz o yazarsınız, abi yorumlarına bayılıyorum. Bugüne kadar tutmayan tahminin çıkmadı.” Sonra tuttuğu takımın ismini haykırdı ve arkadaşıyla birlikte uzaklaştı.
“Kör olası futbol”, dedi Zafer Altunyelekli, nasıl da sattı delikanlı sevgisini birden adi birkaç kelimeye, diye düşündü. Birden ne kadar süflileşmişti çocuk gözünde.
“Demek, yazarsınız. Bak, bunu yazmalısın, insanlık modern zamanlarla birlikte büyük bir düşüş içinde ve bu düşüş giderek artıyor, çevrenizde de görebilirsiniz, insanlar özellikle gençler mallaşıyor, en sefil hareketler, adileşme alelâde hâle gelmeye başladı, çağdaş zamanlara “mallaşma tarihi” de diyebiliriz.”
İhtiyar galiba mevzuu yanlış anlamıştı, kendisinin bir spor yazarı olduğunu izah etmek de istemiyordu. Futboldan daha çok nefret ettiği bir şey varsa futbol hakkında konuşmak ve ertesi günü maçlar üzerine yapılan yorumlardı.
“Kusura bakmayın böyle şeyleri kaleme alamam, insanlara hakaret etmek beni kötü duruma düşürür. Ayrıca sadece kötü yanlarını göstermenin insanlara ne gibi bir faydası olabilir?” diyerek geçiştirmeye çalıştı.
“Gerçekler ne zamandan beri hakaret oldu.” Belli ki o gençlere değil, fakat umumi olarak gençlerin davranışlarına tepkiliydi.
İhtiyar bir şey demeden kalkıp gitmişti. Arkasından baktı, kendi kendine söyleniyordu.
“İhtiyarlar yaşlandıklarını kabul etmiyorlar, bütün mesele bundan kaynaklanıyor, biliyor musun? Bazı şeylerin değiştiğini kabullenmek istemiyorlar ve inatları yüzünden dünyada bazı şeylerin ağır veyahut ters işlemesine sebeb oluyorlar.”
Zafer Altunyelekli sesin sahibini görmek için başını sağ yanına çevirince orta yaşlarda bir adam hemen yanlarındaki banka oturmuş güvercinlere yem atıyordu. Tam da korktuğu şey olmuştu bir dert babası gibi her gelenin derdini dinlemek zorunda kalacaktı.
Aslında adam iyi bir meseleye parmak basmıştı. Fakat kendini tutamadı, ona:
“Bunun tersi de olabilir değil mi, gençler dünyayı değiştirdiklerinin farkında değillerdir ve çevrelerindeki değişimin tesirlerinden habersizlerdir.” dedi.
“Elbette bir şeyler değişecektir, tabiatın kanunu bu değil mi? Pardon siz ne yazılarlı yazıyorsunuz?”
Zafer Altunyelekli kuru kuru yutkundu. Neredeyse soğuk terler dökecekti ki, imdadına bir elinde güçlükle çektiği Pazar arabası ile adamın oturduğu bankın ucuna oflaya puflaya oturan bir hanımefendi yetişti. Adam ona dönerek:
“Beyefendi yazarmış.” dedi. Kadın başını tanıyabilecekmiş gibi Zafer Altunyelekli’ye doğru çevirdi ve yazar olabileceğine kani olmuş gibi başını salladı. Az önce öğrencilerin oturduğu banka da biri genç biri yaşlı iki kadın gelip oturdu. Anne kız olmaları muhtemeldi. Zafer Altunyelekli bir kâbus yaşıyordu. Bir gün böyle bir şey olabileceğini her zaman hayal ederdi ve başına geldiğinde ne yapması gerektiğini de düşünmüştü, fakat şu ân aklına hiçbir şey gelmiyordu. Kendisi bir fıkra muharriri değildi. Hiçbir zaman iyi bir konuşan olmamıştı. Kalemi keskindi, fakat iş konuşmaya gelince bocalardı. Şimdi de aklına bir şey gelmiyordu. Pazar arabalı kadın:
“Kira fiyatlarını yaz evladım. Kimse kimsenin derdinden anlamıyor bu devirde. Siz de dillendirmezseniz bizi duyan olmaz. Mal sahibleri şimdilerde ev kirası değil, saray kirası istiyorlar.”
Kadın ayağa kalktı derin bir nefes aldı belli ki yolu uzundu ve çilesini sürükler gibi pazar arabasını çekerek uzaklaştı. Yeterince uzaklaşınca adam:
“Ya, kiracılar kiradan şikâyetçi de bakalım mal sahibleri kiralarını alabiliyorlar mı?”
Adam belli ki mülk sahibiydi.
“Benim kira ödeyemiyorum derdine basit bir çözümüm var.” dedi, karşılarına oturan kadınlardan yaşça büyük olan. “Malum kiralar ateş pahası, önce kiracımın hâl bilir, güngörmüş biri olmasına dikkat ediyorum, sonra da emsallerinden oldukça ucuz bir kira bedeli istiyorum. Kiracı kendisi başka bir yere taşınmadığı sürece bu evden çıkmak istemiyor, evi kaybetmekten korktuğu için kirasını tıkır tıkır ödüyor. Ben de mal sahibiyken dert sahibi olmaktan kurtulmuş oluyorum.”
Genç kadın yanındakinin sözlerini inkâr edilemez bir hakikati tasdik eder gibi başıyla onayladı. Adam da ona hak verir gibi, başını sallayıp kafasını kaşıdı.
Neyse ki Zafer Altunyelekli’nin korktuğu olmadı, her üçü de kalkıp kendi yollarına gittiler. Artık bu parka bir daha gelemem, diye düşünüyordu ve hâlâ yetiştirmesi gereken bir yazı vardı.
Daha birçok insan gelip gitti yanına, fakat kendisini sohbetlerine dâhil etmediler. Zafer Altunyelekli sadece onları dinlemekle iktifa etti.
“Zafer!”
Başını kaldırdı:
“Nihat!”
Nihat yanına oturdu. Tokalaştılar. Aralarında epey yaş farkı vardı yayın yönetmeniyle, ama senli benli konuşurlardı. Nihat, Zafer Altunyelekli’ye bu işe ilk başladığında iyi bir hoca olmuştu. Nihat Kayabaşı herkesle özellikle emri altındakilerle samimiyet kuran biri değildi, fakat Zafer Altunyelekli’nin ondaki yeri farklıydı. Evvela Zafer Altunyelekli kimseye yaranmak için konuşmaz ve yazmazdı. Onu bu sebeble seviyordu.
“Evet, neler oluyor anlat bakalım, sen bir saat kadar dakiksindir ve iki haftadır bu saatin aksamasının sebebini herkes merak ediyor.”
Zafer Altunyelekli elleri ile yüzünü sıvazladı. Bir buhran geçirmiş de kendine gelmeye çalışıyor gibiydi.
“Az önce burada insanlar vardı, sadece hayat dertlerinden ibaretmiş gibi konuşuyorlardı veya o gençler gibi mânâsız şeyler yapıyorlar, sadece buradaki insanlar da değil genel olarak herkes böyle, insanlar bana tuhaf gelmeye başladı veyahut tuhaflaşan benim.” Sonra yayın yönetmenine döndü:
“Hayata bakınca ne hissediyorsun?”
“Eski bir fotoğrafa bakınca ne hissediyorsam onu hissediyorum.”
“Eski bir fotoğrafa bakınca ne hissediyorsun?”
Nihat bir süre düşündü. Sonra derin nefes koyverdi. Zafer Altunyelekli aslında başka söze gerek kalmadan onun bu tepkisinden ne demek istediğini anlamıştı.
“Her nedense ben hayatı olduğu gibi kabul etmem, hep geçmişte yaşanmış güzel ânları özlerim.”
“Kim özlemez ki?”
“Esasında özlemekten ziyade geçmişte yaşanmış olanlar hep doğru olanlar gibi gelir bana, o yüzden yıllardır dostlarıma yenilerini eklemedim, oturduğum mahallemi, evimi değiştirmedim. Seni sıkan her ne ise bırak bir kenara, insanlar ve onların dertleri mi senin canını sıkan şey, o zaman sen de hayatı olduğu gibi kabul etme, yorumla onu, olması gerekeni iste ve yaz.”
“Yani futbol yazmayı bırakayım mı?”
“Hiç de öyle bir şey söylemedim ben. Hah ha, senin gerçekten durumun iyi değil, gel yürüyelim biraz.”
Sahile indiler ve epey uzun bir sohbetleri oldu. Deniz havası ona iyi gelmişti yayın yönetmeni bir başkası için bu kadar uğraşmazdı, ona bu alakası için minnet duydu. Rahatlamıştı. Sanki kendini esir alan sıkıntıdan arınmış hissediyordu.
Zafer Altunyelekli eve döndüğünde büyük bir heyecanla masasının başına oturdu. Evet, etrafında gördüğü ve duyduğu her şeyi olduğu gibi kabul etmek yerine yorumlamalıydı. Bilgisayarın ekranına bakıp duruyordu. Kalkıp pencereyi açtı, tekrar yerine oturdu. Bakışları ekranda, düşmanıyla karşı karşıyaymış gibi kaşları çatık bir şekilde epey bir süre oturdu. Sonra birden katıla katıla gülmeye başladı. Çivi çakamayan bir marangoz, dikiş dikemeyen bir terzi geldi aklına, komik bir şeydi kendi hâli de. Evet, kendi hâli aklına gelince yine kaşlarını çattı. Bütün istek ve heyecanı uçup gitmişti. Taktı ceketini ve tekrar dışarı attı kendini. Yazacakları yapması gereken değil kaçması gereken bir şeymiş gibi geliyordu. O da öyle yaptı.
Zeynel Abidin Danalıoğlu
Aylık Dergisi 206. Sayı Kasım 2021