Selâm ile…
Devlet müessesesinde sık sık tenkit ettiğimiz düzensizliğin, bir benzerinin tabii olarak cemiyetimizin ahvalinde de yaşandığını sathi bir bakışla bile görmek mümkün. Devletin mi cemiyeti yoksa cemiyetin mi devlet müessesesini bu hale getirdiği meselesiyse başlı başına bir paradoks, tıpkı tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan esprisinde olduğu gibi.
Tepeden tırnağa öğrenilmiş küfür eliyle kurgulanan rejim eliyle şekillenen bu yapılar, idraki de iğdiş edici olmaları hasebiyle şuurlarda yeni bir alternatifin oluşamamasından dolayı yanlışın nerede olduğunu tesbit etmenin bile önünü kesici bir rol oynuyor. Dolayısıyla hastalık teşhis edilemediği için, tedavi safhasına da bir türlü geçilemiyor.
Yaklaşık 200 yıllık modernleşme sürecinin, “muasır medeniyetler seviyesi”ni yakalamak için Batılılaşmak gerektiği yönündeki fikirden doğan serüveninin, müntehasında, kendine ait olmayan değerlerin, duyumcul kültürün ve materyalist telakkilerin kötü bir taklidini memleketimize ikame etme gayesi güdenlerin yaşadığı hezimete şahitlik ediyoruz.
Aydın-münevver payesi almanın Batıcı rejimi desteklemekten geçtiği, siyasetçi olmanın resmî ideolojinin psikolojisine bürünmeyi gerektirdiği bir iklimde cemiyetin ahlâksızlık bataklığına sürüklenmesi de kaçınılmazdı. İslâm’ın ruhunu ve vazettiği ahlâkı kaybeden cemiyet her sahada dibi gördü. Bugün insanımız en basit insanî münasebetleri dahî tesis edemiyor, birbiriyle diyalog kuramıyor, sadece kendi doğrularını destekleyici argümanları görüyor, dışında kalanları anlamak için çaba dahi sarfetmiyor. En başta kendi kendisine yabancılaştırılan ferdler yığınına dönüşen cemiyet, maddeye bağımlı, anlamsız bir hayat sürüyor ve popüler kültürün emrinde gayesiz bir şekilde yaşıyor.
“Her devlet temelde doğuşunu ‘din-ü devlet’ kavramının çerçevelediği mânâ içinde bulur.” doğrusuna paralel olarak, ilâhî olan ne varsa maddeye indirgeyip, sivil dinler inşa eden devletin yerine, iktidarın kaynağını müteal olana dayandıran devlet anlayışı ikame edilmedikçe bu ahlâksızlık bataklığından kurtuluş da olmayacaktır.
Kapağımızda bu meseleyi işledik ve “İnsanlığın En Acil İhtiyacı: Ahlâkî Diriliş” manşetini attık. Kapağımızda bir Anka-Simurg kuşu figürü kullandık. Altun renkli mitolojik bir kuş olan Anka, öleceği zaman kendisiyle birlikte yuvasını da yakan sonra küllerinden doğarken yuvasını tekrar yapan bir kuştur. Tıpkı bugün yapılması gerektiği gibi…
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji isimli şaheserinde çeşitli kültürlerde Anka, Semender, Devlet kuşu, Phoenix, Tuğrul, Hüma, Simurg, Sirenk, Zümrüd ve Zümrüd-ü Anka isimleriyle bilinen bu kuş için şunları söyler:
“ANAK’dan türeme – kelime İBRANİCE
uzun boylu DEV
ve ÇOCUKLARI kaçırıp boğduğundan
BOĞMAK mânâlarına gelir
bütün kuşları – ruhları peşine katan
ve ruhî uruçla YÜCELİK’e
efsanenin bu şekli – bu mecaz
nefsini bilmekle birlikte
ALLAH’ı bilmenin dalgalarında boğulmak
üstüne üstlük ÇOCUK hikmeti
ne güzel bir efsane ve kelime – ANAK
mümkün mü hatırlamamak? – ÇİLE’den:
— “sen bir devsin – yükü ağırdır DEV’in!”
Kapak mevzumuzu “Siyaset-Kültür İlişkisi” başlıklı yazısında işleyen Mevlüt Koç, modern olayım derken gülünç olduğunun farkında olmayan, tapındığı duyumcul kültürün çürümüşlüğünü, insanının mânen iflâs etmiş içi boş bir görüntüye dönüştüğünü, ahlâkî çöküşün tüm üst sistemin de çöküşü olduğunu göremeyecek kadar zihnî bir körlük içinde olan insanı ve toplumu işledi.
Zeynel Abidin Danalıoğlu, “Günahların Peşinden Gelir” başlıklı hikayesinde cemiyetimizin dünyalık hırsına kapılmaması gerektiğini anlatıyor. Alâka ile okuyacağınızı düşünüyoruz.
İbrahim Tatlı’nın Tarihten Notlar programında “Yavuz’un Dehası Şehzade Mustafa’nın Hatası” başlığyla yapmış olduğu konuşmasının metnini önemine binaen okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Dr. Vehbi Kara, “Süper Güç Mezarlığı Afganistan” başlıklı yazısında, İran-Hindistan-Çin üçgeninde coğrafyanın geçit noktası olan Afganistan topraklarında Sovyetler Birliği, İngiltere ve ABD’nin işgal ve hezimetlerini ele alıyor.
Oğuz Can Şahin, “Henri Cartier Bresson Vesilesiyle: Her İnsan Fotoğrafçıdır” başlıklı yazısında Bresson’un Pierre Assouline ile yapmış olduğu sohbeti hikâyeleştiriyor.
Ressam Hülya Yazıcı ile “Gelenekten Kopuş Türk Sanatını Tanımlamayı Zorlaştırdı” başlıklı bir röportaj yaptık. Röportajda ressamlık sürecini, yaptığı çalışmaları ve Türk sanatını konuştuk.
Şemsipaşa Camii İmamı Binali Murtazaoğlu, Şemsipaşa Camii’nin tarihini ve imamların camideki görevlerinin dışında ne gibi içtimai vazifelerinin olduğunu anlattı.
M. Taha İnci, Emevî Camii olarak bilinen “Şam Ulu Camii”nin mimarîsini ve tarihini anlatıyor.
Abdulkerim Kiracı, “İbnü’l-Arabî Hazretlerinin ‘Dini Çoğulcu’ Okunmasına Dair” başlıklı yazısında İbnü’l-Arabî’de “İlâh-ı Mu’tekad ve İlâh-ı Mutlak Ayrımı”nı işledi.
Melikşah Sezen, “Tefsîru Molla Câmî’nin İtikâdî Muhtevasına Dair Bir Not” başlıklı yazısında Molla Camiî’nin tamamlayamadığı tefsirini anlatıyor.
Bu ay muhtevamız böyle… Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle. Allah’a emanet olunuz.