Kendini gazeteden zor dışarı attı. Son zamanlarda iyice daralıyordu. Gazeteden ayrılmayı düşünüyordu. Serbest olarak çalışmak gibi bir hayâli vardı fakat nasıl bir yol izleyeceğine dair hiçbir fikri yoktu. Bazen sadece hayâl etmek güzeldir, bunu herkes yapar, fakat çok az kişi hayalleri için teşebbüste bulunurdu; her zaman kendine hatırlattığı bu fikrin kendi başına gelip gelmeyeceğini merak ediyordu. Hayâl etmek de kötü bir şey değildi, fakat sadece hayâllere sığınarak yaşamak da sizi hayatın dışına itebilirdi. Hoş, zaten kendisine epey gaddar davranan bu hayatın çok da içinde sayılmazdı.
Miftah Barutlu bir kitabı aramak için Süleymaniye’de kitabçıları dolaşıyordu. Artık Beyazıt eski Beyazıt değildi, orada bir kitabı araştırmak bir yana, sokağından bile geçmek istemiyordu. Mekânın ruhu çekilmişti âdeta. Turist maskarası, meraklı takımının bön bakışlarının nesnesi olmuştu tarihi koca mekân. Sert bir rüzgâr esti. Boynundan içeri dolan rüzgârı kesmek için ceketinin yakalarını kaldırdı; sevmiyordu birdenbire değişen bu havaları. Ne aniden bastıran sıcaklar, ne hazırlıksız yakalayan soğukları seviyordu. Böyle aniden değişen havalarda insanların giyim kuşamları da evlere şenlik oluyordu, kimisi gömlekle dolaşırken kimisi sırtına en kalın paltoları atıyordu.
Arkasından bir el boynuna dolandı. İrkilerek hemen sol tarafından uzanan başa baktı.
“Vay, Miftah! Ne haber? Deminden beri takib ediyorum, bu bizim iki yüz doksan yedi Miftah değil mi, diyorum.”
Miftah kendisine sırıtarak bakan surata daha dikkatli baktı, baktı, baktı… Adama bir şey demeliydi, ama yok, tanıyamamıştı. ‘Ne münasebet beyefendi, çekin şu elinizi,’ dese, fakat adam tanış çıksa mahcub olacaktı, ‘aa, n’aber ya hu,’ dese adamı çıkarana kadar rezil bir şekilde terleyecekti. Adam soğuk bir şekilde elini çekti:
“Aşk olsun ya, tamam seneler geçti aradan, fakat birlikte o kadar düştük kalktık.”
Adam mahsus küsmüş bir çocuk yüzü ifadesi takındı. Adamı o suratla görünce Miftah’ın hayalinde lacivert ceket içinde yeni yetme bir delikanlı yüzü ve okuldan kaçıp buraları dolandıkları günler geldi.
“Mahir! Kusura bakma ya, birden öyle çıkıverdin, tanıyamadım. Ne oldu o saçlara, kıvır kıvır rüzgâra çalım atarlardı.”
“Bana diyene bak, sen de siyahları kovmuşsun baş yurdundan.”
Mahir hemen koluna girdi Miftah’ın. Gel şurada bir çay içelim, diyerek onu Kirazlı Mescid tarafına sürükledi. Yol üstünde küçük bir çay ocağında eskileri yâd ederek çaylarını içtiler. Biraz gezinmek için kalktıklarında Miftah Mahir’in dört çay parasını bile denkleştirmeye çalıştığını görünce hemen çayları ödedi. Vezneciler’e doğru yürüyorlardı. Miftah Mahir’in ağzını aradı. Bir baltaya sap olamadık işte, diyerek kestirip attı Mahir. Miftah onun kadar girişken birinin işsiz güçsüz olabileceğini aklına bile getiremezdi. Aklına geldi ve bu defa o onu kolundan sürükleyerek Şehzadebaşı Caddesi üzerindeki lüks bir lokantaya götürdü. Mahir yolsuzluğuna rağmen etrafını hiç yadırgamadan rahat bir şekilde masalardan birine oturdu.
“Durumları düzeltmişsin.”
“Evet, daha yeni yeni, yazılarım çıkmaya başladıktan sonra… Ha sahi, ben gazetede…” Mahir onun sözünü kesti;
“O kadar değil ya hu, elbette biliyoruz gazetede yazdığını, bizim okuldan biri gazeteci olacak da haberimiz olmayacak, o zaman bize yazıklar olsun! Okuldan çocuklarla karşılaşırsam hemen senin ve yazıların hakkında bahis açılıyor. Takibçilerin var yani.”
“Eyvallah.”
Miftah çok fazla bir şey yememişti, fakat Mahir tıka basa karnını doyurmuştu. Mahir’in ne iş yaptığını öğrenememişti. Pekâlâ, şu ân bir şey yapmadığı belliydi. Fakat kendini nasıl idare ettiğini merak ediyordu. Miftah, ona ne yapmayı düşündüğünü sordu, Mahir hemen cevab vermedi, omuzlarını kaldırıp bütün dünyanın yükünü sırtından atıyormuşçasına, “Biz neyiz ki, zamanın sesleriyiz sadece, zaman gibi, gelip geçeceğiz.” Miftah onun hâlinden ve sesinin tonundan çoktan her şeyi boşlamış olduğunu ve hayatına dair hiçbir ciddi karar alamayacağını anladı.
“E, sen ne geziniyordun buralarda?”
“Bir kitab arıyordum.
“Bulabildin mi?”
“Maalesef, kaç yere sorduysam hiçbirinde yoktu.”
“Belki yanlış yerde arıyorsundur.” Mahir saatine baktı, “Kalk, gel benimle, seni bir yere götüreceğim.”
Lokantadan uygun adım çıktılar, çıkar çıkmaz Miftah’ın omzuna bir şey kondu. Baktı; kuş pislemişti, başını yukarı kaldırıp baktı, tellerin üstündeki güvercin, marifetinin isabetli olup olmadığını görmek için boynunu yana kırmış aşağı bakıyordu. Mahir Miftah’ın niçin durduğunu anlamak için bakarken meydana gelen sevimsiz durumu fark edince yüzünü buruşturdu.
“Yani olacak iş değil şimdi, güzelim ceket mahvoldu.”
Miftah bir şey izah etmek lazım geliyormuş gibi:
“Mühim değil, böyle aksilikler başıma hep gelir zaten.”
“Ah hah, hatırladım, böyle şeyler gelir hep seni bulurdu. Hatırlıyor musun, okulun giriş kapısının camını kırıp kaçmıştım, hadisenin hemen üstüne sen gelince müdür muavini seni disipline vermişti.”
Miftah hayretle onun yüzüne baktı.
“Camı kıran sen miydin?” Mahir kuru kuru yutkundu. Zira Miftah hem hıncını almak hem de masumluğunu kanıtlamak için haftalarca bunu yapanı aramıştı. Gülmeye başladılar. Böyle tatsız da olsa üzerinden uzun zaman geçen hatıralar, tebessüm edilerek hatırlanabiliyordu. Miftah tekrar lokantaya girmek zorunda kaldı, lavaboda ceketini temizledi.
Mahir yol boyunca okul yıllarında başlarına gelen acı tatlı hatıraları anlatıp durdu. Miftah hiçbir zaman çok konuşan biri değildi. Gereksiz sohbetlerden de kaçınırdı. Fakat anlatılan şey alakasını celb ederse iyi bir dinleyiciydi. İtfaiyeye geldiklerinde Mahir onu ara sokaklara soktu. Nereye gittiklerini sormamıştı. Nereye gittikleri şu ân pek de mühim değildi; eski bir dostla beraberdi.
Girdikleri yer romanlarda ve filmlerde görülebilen esrarengiz, her yanında ayrı bir ürperti uyandıran, kendinizi her ân bir şeylerden sakınmaya sevk eden yerlerden değildi. Fakat kesinlikle alakaya şayandı. Küçük bir kapıdan içeri girdiklerinde Miftah böyle bir şeyle karşılaşacağını tahmin edemezdi. Loş ışığa rağmen bozuk zemin, tavandan sarkan örümcek ağları, insanların tepesinde daireler çizerek uçan kocaman bir karasinek ve her tarafı kaplamış toz fark edilebiliyordu. İlk ânda ‘burası nasıl bir yer’ dedirten cinstendi ve Miftah geniş deponun orta kısmında oturan kalabalığa ve onlara elindeki kitabı tanıtan adama kısa bir bakış attıktan sonra, deponun duvarları boyunca dizilmiş raflardaki cild cild kitablara hayranlıkla baktı. Mahir hemen bir yere oturmuştu. Hâlâ ayakta duran Miftah’a yanındaki yeri gösterdi, fakat Miftah sanki onu görmemişti ve neredeyse tek tek raflarda bir yığın gibi duran kitabların isimlerini okumaya çalışıyordu. Her türden tarih kitabları ve genel kültür ansiklopedileri raflara gelişi güzel yığılmış, bazı yazar ve fikir adamlarına ait eski posterler ve değişik haritalar ise duvarlara asılmıştı. Gözleri, belki bulabilirim ümidi ile kendi aradığı kitabı rafların tozları arasında tarıyordu.
“Oturalım, lütfen!” diyen sesi de duymadı ve nihayet Mahir onun koluna dokunarak oturmasını işaret etti. Bir mezaddaydılar. İçeride neredeyse yirmi beş otuz kişi vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışan Miftah satıcı ve müşteriler arasındaki hızlı cereyanı bir türlü çözemiyordu. Her şey o kadar hızlı oluyordu ki, bir kitabın daha kendisini göremeden satıldığına şahid oluyordu. Satıcı, önündeki masada sanki kitaplardan örülmüş bir siperin arkasında, alıcılara kaldırdığı kitabın veya yazarının adını söyledikten sonra hemen açılış fiyatını söylüyor ve peş peşe gelen tekliflerle en son teklifi verene kitabı anında teslim ediyordu. Birçok yerde karşılaşılamayacak kadar komik rakamlarla başlayan mezat bazen çok ciddi miktarda paralara ulaşabiliyordu. Miftah ne kadar süre bu alışverişi seyrettiğini bilmeden mezadı takib etti. Hiç de filmlerde gördüğü mezadlara benzemiyordu.
Burayı gizli bir cemiyete benzetti. Kitablar için kurulmuş gizli bir cemiyet. Kitab için bu kadar insanın bir araya toplanması ve bir kitabı satın alabilmek için kıyasıya yarışılması ona harika üstü bir şey gibi gelmişti. Fakat çok geçmeden etrafında kitabların sadece bir yığından ibaret olması ve onların ellerde sadece ticari bir meta olarak gezdiğini anlamasıyla o harikanın sır tabakası birden döküldü ve her şey meydana çıktı. Son dönemde gezdiği kütübhanelerde de buna benzer bir duygu yaşamıştı. Kütübhanede evet, bir kütübhane havası solumuştu; sessizliği, huzuru, kitablara ve kitablarla alakalanan insanlara karşı gösterilen itibarı… Fakat öte yandan kütübhane bir kitab sığınağı ve mabedi olmaktan çok bir panayıra benziyordu. Kitablar rengârenk, ciddiyetten uzak, birbirine uymamak için ahdetmiş, raflara hıncahınç doldurulmuştu ve kitablar birbirlerine zıt bir ahenksizlikle omuz omuza, dirsek dirseğe boğuşmaları için konulmuş gibiydi. Ciddiyet tekdüzelik değildir, oysa ki kitabın kendi şanına yakışır bir ciddiyeti olmalı. Böyle düşünmüştü Miftah kütübhaneden çıkarken. Aklı bulanmıştı. Onun hayâl ettiği kütübhaneler böyle değildi yahut yanlış kütübhaneler hatırlıyordu. Ama şimdi, burası ona yine de cezb edici gelmişti.
Etrafındaki insanları tedkik etmeye başladı. Kimisi elinde kalemle bir deftere veya kâğıda fiyatları not alıyor, kimisi eli hiç havadan inmeden ardı ardına mezada çıkan kitablara teklif veriyordu. Bunun nasıl bir alışveriş olduğuna hâlâ akıl erdiremiyordu. Çünkü her şey çok hızlı olup bitiyordu. Zira kimin neyi nasıl aldığı bile belli değildi. Fakat bir süre sonra satıcı ve alıcılar arasında zaten bir tanışıklık olduğunu alıcıların buranın müdavimleri olduklarını anladı. Satıcı da alıcılar da işlerinin erbablarıydılar. Bu çok açık bir şekilde belli oluyordu. Satıcı bir kitabı sattıktan sonra alıcı ile satılan kitab arasında bağ kurarak şakalar yapıyor ve onlara takılıyordu. Mesela bir gezi kitabı satılıyorsa; satıcı “Gezgin M. Abimize sattım.” diyordu.
O kocaman karasinek sanki orada her şeyi inceleyen müfettiş gibi dolanmaya devam ediyordu. Fakat onun varlığından kimse rahatsız olmuş gibi değildi. Nihayet satıcının hemen başının üzerinde dolanmaya başladı. Satıcı onu, elinde tuttuğu deri ciltli kitabı sallayarak kovmaya çalıştı, kitab ne kadar büyük olsa da sinek de usta bir uçucuydu. Sadece küçük birkaç manevra yaparak satıcıdan kurtuldu.
Sineği kovalayan deri ciltli kitab el yazması bir fetva kitabıydı. Açılış fiyatı çok yüksek olmamasına rağmen birden yüzlerce liraya ulaşmıştı. Rakamlar böyle saniyeler içinde yükseldiğinde alıcılar verdikleri paradan emin olmak istiyor ve kitabı görmek için satıcıdan rica ediyorlardı. Böyle bir durumda kitab elden ele dolaşırken mezad kesinlikle aksamıyordu, hemen yeni bir kitab satıcının elleri üstünde yükseliyor ve fiyatı söylenerek alıcılara arz ediliyordu. İncelenen kitabın tedkikleri bitince tekrar son kalınan fiyattan başlayarak mezadına devam ediliyordu. El yazması kitab tekrar satıcıya döndüğünde mezad tekrar başladı. Alıcılar fiyat vermeye devam ediyordu. Karasinek Miftah’ın dikkatini çekmeye çalışarak tam gözünün önünde uçmaya başladı. Dikkatini dağıtan ve gerçekten de kocaman bir şey olan bu kanatlı belayı eliyle şöyle bir kovaladı. Fakat sinek Miftah’ı sevmiş olmalıydı ki, yükselip yükselip kafasına doğru dikine dalışlar gerçekleştiriyordu. Bütün dikkati satıcı ve habire fiyatı artan kitabdaydı, fakat hiçbir alıp veremediğinin olmadığı şu sevimsiz sinek kendisini bir türlü rahat bırakmıyordu.
Mezad yeniden durdu, alıcılar son kararlarını verebilmek için kitabı tekrar incelemek istediler, Miftah fırsat bu fırsat diyerek dikkatini tepesinden uçan sineğe verdi. Uygun bir zamanı kolluyor, ani bir hamle yapmak için bekliyordu. Fark etmedi, ama mezad tekrar başladı. Sinek burnunun bir karış ötesinde kendisine nanik yapar gibi, daireler çiziyor, sanki çalım satan bir pehlivanın çayırı dolaşması gibi, dönüp duruyordu. Nihayet Miftah’ın kendisine göre mükemmel olan sabrı taştı ve şımarık sineğe doğru hamle yaptı. Sımsıkı kapattığı avucu ile eli havada satıcının gür sesini duydu; “Evet, dört yüz elli yoksa satıyorum, satıyorum, saaaaat-tım! Evet, isim neydi beyefendi?”
Miftah sadece ‘yakaladım!’ dedi. Satıcı ne olduğunu anlamaya çalışarak kaşlarını bitiştirdi.
“Evet, çok iyi bir kitab yakaladınız. Bu, çok iyi bir kitab, ender bulunur. Evet, sinek avcısı beye dört yüz elli yazalım.”
Miftah dönüp Mahir’e baktı, Mahir kıs kıs gülüyordu. Fısıltı ile ‘ne oldu?’ dedi.
“Az önce kitaba teklif verdin. Sende kaldı.”
Miftah, ben sinek için elimi kaldırmıştım, diyebilirdi. Fakat utandı. Biraz hayal kırıklığına uğramış gibi, en azından zaferini kutlamak için sıkı sıkıya kapalı olan avucunu sineği kaçırmamaya çalışarak parmaklarını birer birer açıyordu, ona ‘beğendin mi, yaptığını” demek istiyordu. Nihayet bütün parmaklarını açtığında avucunun boş olduğunu anladı. Etrafına biraz bakındı ve sineğin karşısındaki Neyzen Teyfik posterinin üzerine konduğunu gördü. Sinek halinden memnun ve Miftah’la alay eder gibi, arka ayaklarını ovuşturuyordu. Aklından kazara satın aldığı ve kendisine uzatılan fetva kitabı ile kalkıp şunun hakkında hüküm uygulasam, diye geçirmediği söylenemezdi. Miftah sanki ona büyük bir kini varmış gibi baktı. Ama olsun, diye düşündü, nihayetinde nadir bulunan bir kitab almıştı. Ayrıca buradaki hava onu çok cezb etmişti. Göz ucu ile Mahir’e baktı; hâlâ sessiz sedasız gülüyordu. Bu onu pek keyiflendirmişti.
Epey bir süre mezadı takib ettiler, Miftah küçük bir şiir kitabı daha almıştı. Mahir hadi gel, diyerek dirseği ile onu dürtmese orada mezad bitene kadar oturabilirdi. Dışarıda Mahir ona sigara uzattı, Miftah pek fazla içmezdi, fakat yaşadığı hayal üstü ânın heyecanı ile bir keyif sigarası yakmak fena olmazdı.
“İşte, dedi Mahir, burada aradığın kitabı bulabilirsin, çıkışta istersen buradaki herhangi bir kimseye sor, sana nasıl bulacağını söylerler veya mezadlara gel istediğin fiyata alırsın. Nasıl buldun?”
“Gerçek üstü!”
Sadece bu iki kelime anlatamazdı hissettiklerini. Fakat hâlâ heyecanlıydı. Sanki kendisine yepyeni bir oyuncak alınmış çocuklar kadar sevinçliydi. Miftah gitmeden önce sokağı ve bu deponun yerini bir daha unutmamak ister gibi inceledi. Mahir’e kendisini buraya getirdiği için teşekkür etti.
Ayrıldıklarında Miftah otobüs durağında elindeki kitaba baktı, aklına hemen sinek geldi, kendi kendine gülmeye başladı. Belki fark etmemişti, ama işlerinden yorgun argın evlerine gidebilmek için son kalkan otobüsleri bekleyen insanlar, elindeki kitaba bakıp bakıp gülen adama bir deliye bakar gibi bakıyorlardı.
Aylık Dergisi 195. Sayı, Aralık 2020