Pazar, Eylül 15, 2024

Bir Çift Kumru

Doğduğum şehre bir şafak vakti geri döndüm. Her şey müthiş bir sessizlikte süzülürken, şehri sükûnet içinde seyretmek insana başka türlü bir zevk veriyor. Fakat dikkatimi çeken ilk menfilik, bir zamanlar alabildiğine açık sahalar olan arazilerin, tepelerin insanı tiksindirecek kadar çirkin bina yığınlarıyla dolmuş olmasıydı. O kadar yüksekten diğer insanlara, canlılara bakmak insanın tabiatına aykırı. İnsan yaptıklarıyla kibirlensin diye gelmedi dünyaya, bizzat aczini anlamak ve ilâhî olanı yüceltmek için yaratıldı. Her ne var ise âlemde O’nun şanını yüceltmek için.

Çocukluğumun geçtiği semte, doğduğum sokağa girdiğimizde birçok tanıdık köşeyle karşılaşsam da, artık bir sokak olmaktan çıkmış olan, insanların kendilerini beton duvarlar arkasına hür oldukları hâlde hapsettikleri bir yer hâline gelmişti. Bu, içinde yaşayanların belki alışkanlıkla(!) farkında olmadıkları bir şey ve birçok sıkıntılarının da bundan kaynaklandığını muhtemelen bilmiyorlar. Hayatın hızlı bir tempoda sürdüğü şehirde insan, belki gün içerisinde kendine ve çevresine dair yapacağı bir muhasebeyi bu alışkanlıklar ve tempo sebebiyle yapamıyor. Cemiyet ve millet olarak bir insan topluluğu tabiatına aykırı böyle bir duruma ne kadar dayanılabilir?

İstanbul Üstad’ın muhteşem benzetmesiyle “Moğol İstilası”na uğramış gibi ve hiçbir zaman talihli bir şehir olmadı. Onda geçmişin rüyasını yaşatan şeyler ise neredeyse tesadüfî denilebilecek kadar az. Sokakla beraber, sokak kültürü dediğimiz idrakin de ortadan kalktığını ilk bakışta müşahede edebiliyorsunuz. Biz yaşadığımız sokağı evimizle bir bütün olarak gören, sokağı bahçemiz gibi kullanan insanlardık. Belediye hizmetlerine terk edilemeyecek kadar mühim bir mevzu olarak görülüyor olmalı ki, sokağı kadınlar süpürürdü ve bugünkü gibi, yürüdüğünüz yola binanın üçüncü dördüncü katından çöp poşetleri atılmazdı. Sokağı çöplük olarak kullanmak ve evini süpürür gibi sokağı süpürmek arasındaki farkı söylemeye gerek yok.

Arabaların çocuklardan sayıca çok ve kaldırımları işgal altına almasından evvel, her anne baba çocuğunu gönül rahatlığı içinde sokağa bırakabiliyordu. Ve mutlaka bu çocuklar, birkaç komşunun birden gözetimi altında olurdu ki, bir çocuğun başına bir iş gelme ihtimali ortadan kalkardı.

Esasında bugünkü şehir yapısı (bunu sadece isim olarak kullanıyoruz yoksa bugünkü yapıya şehir denemez), çok sert kelimelerle tenkid edilmesi gereken ve gerçek bir şehir imarından çok uzak bir vaziyettedir. Nerede eski bir sokak ve ev görsem, bana kendini duyuracak kadar şahsiyetli bir varlık gibi görünür. O şafak vakti de sokakta bir çift kumru yolun ortasında duruyor ve üzerlerine gelen arabaya rağmen hiç aldırış etmeksizin dolaşıyorlardı. İyice yaklaşan arabaya tepkileri şöyle bir kenara çekilmek oldu. Âdeta hâl lisanı ile burası bizim, yabancı olan sensin diyorlardı. İşte İstanbul’un fethine mihmandarlık ve öncülük yapmış bu semtte, gerçek kimliğini oluşturan birçok iz olmasına rağmen, bizim ona zorla giydirdiğimiz çirkin bir kisve altında kalmaya mecbur olmuştur. Bize fevkalade yabancı olan böyle çirkin binalarla şehir oluşturmaya çalışmak, ne tarihimizde ne kültürümüzde yer almıyor. Biz kendi tarihini ve kültürünü yapan, ele geçirdiği her yabancı şeye kendi kisvesini giydirmesini bilen bir milletken, birdenbire ve tepeden inme, her şeyi olduğu gibi almanın veya kopyalamanın neticesi garabet bir hayatı yaşıyoruz.

Bu mevcut durum ne kadar sürdürülebilir bilinmez, ancak hayatımızda cemiyet düzenimizde, insan ilişkilerinde büyük tahribata yol açtığı açık. Elbette bu, meselenin aslî unsuru olan yabancı kültür aşısının ve esasında kültürsüzlüğün bir neticesi. Sadece “dikey” yapılara karşı olmakla da bir şehir oluşturulamayacağını bilmek gerekir. Menfiliklerden şikâyet etmek hakkımız, fakat meseleye kökünden el atmadıktan sonra yapılacaklar bir makyaj ve küçük rötuşlardan daha ileri gitmeyecektir.

Kasımpaşa’da, Süleymaniye’de, Üsküdar’da dolaşmaya çıktığınızda eski binaların, yeni beton anlayışının örneklerinin yabanice sıkıştırmalarına ve onları kovarcasına etraflarını sarmalarına şahid olursunuz. Gerçek bir güzellik ve şehir imarının daha evinizin kapısından adımınızı attığınızda sizi kucaklayan bir mahiyete sahib olması gerekir. İnsanların sokaklarında huzur hissedemedikleri bir yere nasıl “Yaşam alanı” denildiğini, modern planlamacılara sormak gerekir. Burada geniş sokaklar, mamur ev ve binalardan da söz etmiyoruz. Bu gün o geniş sokak ve caddelerin insanlar için mi yoksa modern kapitalist sistemin çarkının dönmesi için bu sistemin mamulü olan arabalar için mi yapıldığı sorgulanmalıdır. İnsan bu sistem içinde artık bir “özne” değil, nesnedir. O daracık eski İstanbul sokaklarının insana bir şeyler vaad eden ve masal diyarı havası veren eğri büğrü, dolaşık yapıları bugünkü cetvelle çizilmiş cadde ve sokaklardan daha insanîdir. Geçtiğimiz günlerde Zeyrek sokaklarını dolaşırken, her köşede bir sürpriz ve her sokakta bir güzellik vaadiyle dolaşıyor ve karşılıksız da kalmıyorduk. İnsan hayat dediği vaktini tamamlayacağı ve kulluk vazifesini ifa edeceği yeri nasıl olur da ibadet eder gibi tanzim etmez? İşte beğenilmeyen eski insanların gâyeleri bundan başka bir şey değildi. Şehirleri mamur etmemizi söyleyen peygamber sözü, her hâlde dünyaya kazık çakalım diye söylenmedi. Nedir “mamur” etmek anlayabilirsek, takib edilecek yolu da buluruz. Atalarımızın da bize bu istikamette çok güzel örnekler bıraktığını bugün herkes biliyor.

Gerçek bir devlet nizamı, hâlihazırdakine katlanmak yerine onu bir demir yumrukla hizaya sokar gibi her şeyi altüst etmek pahasına düzeltmelidir. Alışkanlıklar mutlak doğrular demek değildir. Bizim içine doğduğumuz bu şehir yapısı da, gerçek bir şehir mefhumuna aykırıdır. Edirne’den Hakkâri’ye kadar hiçbir kötü misâle geçit tanımadan, müsamaha göstermeden yeniden inşa ve ihyanın yolları aranmalıdır. İnsan rahat nefes alabildiği, huzur duyabildiği yerde yaşarsa, istikbali, istiklali ve milleti için güzellikler ortaya koyabilir.

Aylık Dergisi 151. Sayı Nisan 2017

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir