Pazar, Eylül 15, 2024

Ekonomi Alarm Veriyor

2000’li yıllara dek kör topal gelen Türkiye ekonomisi, en sarsıntılı dönemlerinden birini 2001 yılında yaşadı. Zaten belli bir dozda 25 yıldır yaşanan iktisadî bunalımı, 28 Şubat sürecinde kamu kaynaklarının sınırsız bir şekilde yağmalanması iktisadî depreme çevirdi. 2001 krizi Türkiye’de iktidarın el değiştirmesine sebep oldu. İktidara gelen Ak Parti’nin en önemli hedeflerinden birisi ekonomiyi rayına oturtmaktı. 2002’den sonra, hem global koşulların elverişli olması, hem de Türkiye’nin içeride bir takım değişikliklerle istikrarlı bir ekonomik büyüme ivmesi yakalamak için aldığı tedbirler, ekonomideki sıkıntıların üstesinden gelindiği düşüncesini doğurdu. Hâlbuki bu süreçte, Türkiye ekonomisinin bidayetinden beri mevcud kronik problemleri çözülmemiş, yurt dışından finansman tedarik etmek ve bankacılık sisteminde bir takım değişiklikler yapmak gibi palyatif tedbirlerle yaşanan büyük depremin yaraları sarılmıştır. Burada günü kurtaran bir başarı olduğu aşikâr; fakat ne yazık ki bataklık yerli yerinde durmaktadır.

Malûm, I. Sanayi Devrimi’nin getirdiği makineleşme, fabrikasyon ve işbölümüyle Batı büyük bir kalkınma hamlesine girişti ve Batılı sermaye gruplarının elinde akıl almaz meblağlar birikti. Akabinde II. Sanayi Devrimi’yle ulaşım-nakliye imkânlarının gelişimi, İslâm coğrafyası başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerinden ham maddeleri Batı’ya taşıyıp işledikten sonra tekrar satmalarını ve global piyasaya tamamıyla hâkim olmalarını sağladı. Bu Batılı firmaları çok daha büyüttü. 1970’lerde başlayan III. Sanayi Devrimi ise bilgi teknolojileri sahasında gerçekleşti. Günümüzde de katma değeri en yüksek üretim kalemi olan bu sahadaki gelişimi de değerlendiren Batı menşeili büyük sermaye grupları, makine sanayiindeki üretimi pazar niteliği taşıyan bölgelere kaydırarak emeği daha ucuzlatmak ve nakliye faturasından kurtulmak istediler. Bilhassa 1980’lerden sonra sınaî üretimi doğu ülkelerine kaydırdılar. Dolayısıyla Türkiye’yi de içine alan bir kısım “gelişmekte olan ülkeler”in payına “montaj sanayi” düştü.

Montaj sanayindeki gelişim ile beraber Türkiye’de istihdam artarken, 2001 krizinde ağzı yanan devletin malî denetimi sıkılaştırması ve Körfez ülkelerinden sıcak para temin etmesi, 2001 krizinde yüzde yüz değer kaybeden Türk lirasının yeniden değer kazanmasını, üç haneli rakamları gören enflasyonun tek haneli rakamlara düşmesini, kişi başına düşen gelirin 3 bin dolardan 10 bin dolarlara yükselmesini sağladı. Alım gücü yükselen halk da tabiî olarak tüketime yönelirken tüketim odaklı ve ithalata dayalı bir ekonomik büyüme serüveni ortaya çıktı…

Çağımızın en önemli hastalıklarından birisi konformizm… Son iki yüzyılın “hâkim ideolojisi” ve buhranın baş müsebbibi -liberal veya tekelci- Kapitalizm, işine geldiğinde, bireysellik ve başıboşluğa eşdeğer bir özgürlük vazeder. İnsan toplulukları olmaktan çıkıp tamamen üretici ve tüketici cihazlara dönüştürülmeleri maksadıyla manevî değerlerden arındırılan toplumlar, idealsizlik ve ruhsuzluk girdabına gark olur ve mutluluğu maddî hazda arar durur. Merkezde Batı olmak kaydıyla cihanşümul bir vaziyet alan bu iştiyakı kullanan Kapitalizm, irtibat vasıtalarının yaygınlaşması sayesinde insanlara çılgınlar gibi tüketim yapmayı dikte eder. Toplumlar da tüketerek kendilerini tatmin etme çabasına girişmiştir. Global piyasaya entegrasyon ve alım gücündeki yükselmeyle birlikte milletimizin başına da musallat olan konformizm hastalığı bünyeye sirayet ederken, lüks tüketime olan düşkünlük artmış, insanlar kredi kartları, banka kredileri gibi vasıtalarla ellerinde olmayanı dahî harcamaya başlamıştır. Bugün Türkiye nüfusunun neredeyse yarısı ödemekte güçlük çektiği borçların altında ezilmektedir. Bu iş öyle bir noktaya gelmiştir ki, halk aldığı maaşı kredi kartlarına ve kredi borçlarına yatırır, harcamaları da kredi kartlarından bankaya borçlanmak suretiyle yapar olmuştur. Metanın karşısına değer olarak insanlar geleceklerini koymaktadırlar, geleceklerini, hatta çocuklarının geleceklerini ipotek altına aldırmaktadırlar. Böylece para, piyasada deveran etmeden bankaların bir kasasından diğer birine akmaktadır. Her şey yolunda gider ve aksamalara mukabil vatandaş borçlarını öderken bankalar ve sistem açısından bir sıkıntı yoktur. Halkın ruhî durumunun da işin doğrusu sistemin temsilcileri nezdinde pek ehemmiyeti yoktur.

Malûmunuz, Türkiye, bilhassa son kırk yıldır (öncesi de var, ama şu an için konumuz değil) emperyalistler tarafından organize edilen, içerideki taşeronları vasıtasıyla da yürütülen bir takım operasyonlara muhatap kalıyor. Son yirmi yıldır, bilhassa da son beş yıldır bu saldırıların dozu gitgide artmakta. Siyasî istikrarı zedeleyen bu saldırılar, ekonomiyi de olumsuz etkiliyor. Tabiî ki 15 Temmuz dâhil bu kadar badireyi atlatmak kolay değil; fakat ekonomimizin niçin bu kadar sarsıldığını incelemek gerekir. En önemlisi de böyle bir süreçte devlet yeniden yapılandırılırken, sadece idare şekline yönelik değil, siyasî, iktisadî, ilmî, içtimaî her veçheden idare anlayışına yönelik bir değişimin gerçekleştirilmesi zarurî… Tartışılması gereken mevzular bunlar; fakat herkes menfaat kaygısında olduğundan, bunları tartışmaya açma cesareti gösteremiyor.

Türk Ekonomisinin Kronik Problemleri

Bugüne kadar palyatif tedbirlerle kurtarılmaya çalışılan ve az da olsa nefes alması sağlanan Türkiye ekonomisi, dünya çapında bir ekonomik buhranın yaşandığı ve bunun daha da derinleşeceği emarelerine her gün bir yenisinin eklendiği bugünlerde, geçici önlemlerle kurtarılabilecek safayı çoktan aştı. Çünkü birçok kronik sorun birike birike artık kaldırılamayacak bir yük olma noktasına ulaştı. Her şeyden evvel en önemli sorunun merkezî bir fikir ve buna dayanan bir sistemin yokluğu olduğunu belirtelim. Bunun yokluğu başlıbaşına bir facia iken, bir de en basit ekonomik tedbirlerin alınmasındaki feraset eksikliği insana pes dedirtiyor. Ekonomik faaliyetlerle alâkası olan dokuz bakanlığımız mevcut ve her biri meseleye kendi veçhesinden farklı bir şekilde yaklaşmakta. Bu da çok başlı ve savruk-sistemsizlik içinde daha bir sistemsiz ekonomi politikasına yol açmakta, dolayısıyla millî bir ekonomi politikası da oluşturulamamaktadır. “Millî bir ideali, ona bağlı siyaseti olmayan bir ülkede ortaya nasıl bir manzara çıkar?” diye bir soru sorulsa, misal olarak Türkiye’yi gösterebiliriz: Üretmeden tüketen ve yaptığı üretim de montajdan ibaret olan, sürekli dış ticaret açığı veren, faiz sarmalından kurtulamayan, başkalarının inisiyatifine bağlı turizm sektörünü merkeze alan ve halkı imtiyazlı oligarşik bir zümrenin insafına kalmış bir ekonomik sisteme/sistemsizliğe sahibiz.

Üretim

Bir ülkenin ekonomisini ayakta tutan en önemli unsur üretimdir. Üretim denilince akla meta üretimi gelmesine mukabil, bu mefhum içerisinde hizmet sektörünü de barındırır. Üretmeyen bir toplum ya birikimini tüketir yahut da refah seviyesi her geçen gün düşen bir grafik çizerek boğulur.

Bizim de başlıca problemlerimizden birisi üretim. Her ne kadar üretime dâir yapılan istatistikler, Türkiye’de üretim miktarının her geçen sene arttığını gösterse de, dış ticaret istatistikleri yeteri kadar üretim yapamadığımızı âleni bir şekilde ortaya koyuyor. Sürekli dış ticaret açığı veren Türkiye, 2016 senesinde 142 milyar dolar ihracat yaparken, 198 milyar dolar ithalat yapmış, 56 milyar dolar dış ticaret açığı vermiştir. 2011 yılında dış ticaret açığı 105 milyar dolar ile zirve yapmıştır.

Klasik iktisadın babası sayılan Adam Smith’in ortaya koyduğu Mutlak Üstünlükler Teorisi’ne göre, bir ülke üretebileceği iki maldan maliyeti daha düşük olana yoğunlaşarak o malın üretiminde mutlak bir üstünlük sağlar ve diğer malı ithal etmesine mukabil üretimini yaptığı malı ihraç etmek suretiyle kazanç sağlayabilir. Yine klasik iktisadın önemli isimlerinden David Ricardo, Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi’nde, Smith’in tezini geliştirerek, bir ülke herhangi bir malın üretiminde başka bir ülkeye göre daha fazla maliyet harcasa da, görece maliyeti daha düşük olan malı üretmeye yoğunlaşmak suretiyle uzmanlaşarak maliyeti düşürür ve kâr elde edebilir fikrini öne sürer.

Bugün ekonomik olarak dünya piyasasında sözü geçen ülkelere baktığımızda her birinin en az bir malın üretiminde uzmanlaşmış olduğunu görürüz. Türkiye ile aynı dönemlerde kalkınma hamlesine girişen Hindistan yazılımda, Almanya kimya ve demir-çelikte, Kore bilişimde, ABD, Japonya gibi ülkeler elektronikte rakiplerine göre üstün durumdadır. Örnekler çoğaltılabilir. Üstelik saydığımız sahaların hepsinde üretilen malların katma değeri yüksektir. Türkiye’ye baktığımızda ise katma değeri yüksek herhangi bir üründe, global piyasada adından söz ettirebilecek bir çapa ermediğini görürüz. Çünkü bizde bir sanayi kültürü yerleşmemiştir ve hâli hazırda yapılan makine sanayii üretimi montaja dayalıdır. Bir misal; her sene ihracat rekorları kırdığımız otomotiv sektöründe, Almanların, Fransızların, Japonların, hatta İtalyanların ürünlerini, mevzu bahis devletlerden ithal ettiğimiz parçaları Türkiye’de monte etmek suretiyle birleştirip ihraç etmekte ve katma değeri neredeyse yok hükmünde olan bir üretim modeliyle yol almaktayız. İhracatımızın %80’ini teşkil eden sanayi sektörü bu şekilde işlerken sağlıklı bir kalkınma beklemek de yersizdir. “Peki, niçin hâlâ bir millî otomobilimiz yok?” sorusunun cevabı da şudur: Ortada bir millî politika ve denetim olmayınca, marka olup onun ceremesini çekerek kazanacağı parayı distribütörlük ve montajla kazanan oligarşik zümre, böyle bir yükün altına girmez.

Bir de teşvik hikâyelerimiz var. Teşvik adı altında çar çur edilen milyonlar… Her ne kadar bu teşvikler piyasada para deveranını sağlamak maksadıyla veriliyor olsa da, denetimi olmayan politikalarla üretimin artırılabileceğini düşünen de varsa vay hâlimize…

Faiz ve Bankacılık

Kapitalist ekonomik modelin olmazsa olmazlarından biri bankacılık ve faiz sistemidir. Modern tefecilik olarak da adlandırdığımız bu sistemde, tedavüldeki paranın reel bir karşılığı yoktur ve sisteme hâkim olanlar, bir şekilde geniş halk kitlelerinin emeklerini en ufak sıkıntıya düşmeden kendi hanelerine yazmaktadırlar. Ne yazık ki bugün bankalara temas etmemenin imkânı da kalmamıştır. Sadece Türkiye ekonomisi değil, global ekonomi de hayalî paranın hacmi dolayısıyla şişmiş durumdadır. Her yıl 70-80 trilyon dolar katma değer üreten dünyada, borç toplamı bu rakamın iki katına çıkmış vaziyette. Yani dünya ekonomisindeki balon patlama haddini çoktan aşmış.

Türkiye’de ise bankacılık sektörü 2016 senesinde kârını %44 artırarak 37 milyar lira kâr elde etmiştir. 2016 senesinin ekonomik olarak evvelki senelere nispetle daha durgun geçtiği düşünülürse, kâr oranının artışı ve büyüklüğünün ekonomi üzerindeki etkisi de daha iyi anlaşılabilir. Faiz ve haksız kazanç ile dönen bir ekonomik sistemimiz varken, bize kurtuluş nasib olur mu, varın orasını da siz düşünün.

Turizm Özelinde Hizmet Sektörü

Kendilerinden başkasını insan yerine koymayan Batı’ya göre, bizim gibi memleketler, sömürmek için olduğu kadar, kendi ahalilerini ucuza eğlendirebilmek için de ehemmiyetli yerlerdir. Böylece ekonomilerimizi de başka bir koldan kendilerine bağlama imkânına kavuşmaktadırlar. Bizim idarecilerimiz de “ne güzel geliyorlar, biz de para kazanıyoruz” mantığıyla hâdiseye yaklaşarak senelerdir en büyük yatırımı turizme yapmaktadır. Turizm sektörünün ülke ekonomisindeki hacmine bakınca, başkalarının inisiyatifine bağlı bu sektörün ne kadar şişirildiğini görüyoruz. Zira bugün yaşanan başlıca sıkıntılardan birisi de, bölgede ve Türkiye’de yaşanan hâdiseleri bahane ederek oluşturulan “güvensiz ülke Türkiye” propagandasının, Türkiye’ye gelen turist sayısında müthiş bir düşüşe sebep olması…

Resmi verilere göre, Türkiye turizm sektöründen 2014, 2015 ve 2016 senelerinde sırasıyla 34, 31 ve 22 milyar dolar gelir elde etmiştir. Turizm gelirlerinin bir evvelki seneye göre 9 milyar dolar düştüğü 2016’da, turizm gelirlerinin toplam ihracat gelirlerine oranı yaklaşık %22, turizm sektörünün toplam istihdamdaki oranı ise %8 civarında… Bu rakamlar başkalarının inisiyatifine bağlı turizm sektörüne ne kadar yatırım yapıldığının cevabını da içinde barındırırken; Anadolu gibi çok ehemmiyetli ve bugüne kadar her güçlü devletin hâkimiyet sağlayabilmek için çaba sarf ettiği bir coğrafyada, “turizm”i ekonominin merkez kalemlerinden biri hâline getirmenin ne kadar basiretsizce bir davranış olduğunu izaha lüzum yok sanıyoruz! Bu basiretsizliğin neticesi de İsrail’de turist dilenmek oluyor zaten…

Oligarşi Tekelinde Türkiye

Geldik en temel meselelerimizden birisine; Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yuvalanmış, Batılılardan daha Batıcı, bu memleketin öz değerlerine kökten düşman zümreye…

Bizim gibi parya statüsünde görülen ülkelerin kendilerine biçilen rolün dışına çıkmaması ve kontrolde tutulabilmesi adına kurulan mekanizmanın en önemli unsuru, toplumun öz değerlerine düşman ve kendi toplumunun ürettiği her tür maddî değeri efendilerine servis etmeye amade oligarşik yapılardır. Türkiye’de bu vazifeyi 1971 itibariyle Tüsiad çatısı altında toplanan sözde “sanayici” iş adamları üstlenmiştir. Zira ekonomik gelişimin önünü tıkayan ve insanımızın ürettiği cemiyet içine massedilmiş durumdaki sermayeyi her yıl belli bir tempoyla önce kendi ceplerine akabinde de Batı’ya aktaranlar bunlardır.

Türkiye’de kamu dışı millî gelirin %50’si, dış ticaretin %85’i, kamu hariç kayıtlı istihdamın %50’si, bu toprakların ve Müslüman milletin felaha kavuşmasının en büyük engelcisi olan bu zümrenin elinde toplanmıştır. Türkiye’nin gelir dağılımı adaletsizliğinde Avrupa’nın en kötüsü olmasının müsebbipleri de en az devlet kadar bunlardır. İktidarlar değişir, üretim çeşitliliği artar, darbeler olur, krizler çıkar; ama bunlar hep aynı yerde ve her geçen gün daha da zenginleşmektedir.

Demokrasi ve oligarşi; birisi sözde halkın yönetimi, diğeri ise iktisadî gücü elinde bulunduran elit bir zümrenin yönetimi… İkisinin bir arada olamayacağı tabiî ki düşünülebilir; fakat bugün pratikte ikisi bir arada gayet mutabık bir şekilde ilerleyebilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ve içerisindeki oligarşik yapı Tüsiad bunun en bariz misallerindendir.

Demokrasi marifetiyle oligarklar kendilerinin parlatıp öne çıkardıkları şahısları seçtirir yahut seçilenleri kendi menfaatlerine hizmet etmek zorunda bırakırlar. Her dâim kendi çıkarlarını her şeyin üzerinde tutarlar ve halkı da kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlarlar. Gerçekten halkın içinden gelen bir liderin, iktidarı ele alması durumunda ilk yapması gereken, çıkarlarını azami seviyede tutmak isteyen oligarklara önlem almasıdır. Aksi takdirde bu hırslı ve açgözlü fertler, iktidar sahibinin zor duruma düştüğü anlarda, onu arkasından vurup kendi istedikleri kişilerin iktidarı elde etmesi için hamle yaparlar. Önlem almak, onlara istediklerini vermek ve susturmak da değildir. Çünkü onlara, istedikleri şeyler verildiğinde iktidar sahibinden her defasında daha fazlasını isterler. Tıpkı Ak Parti hükümeti döneminde olduğu gibi; “ne istediniz de vermedik” sözünü hatırlayalım…

Burada Makyavel’in Prens isimli eserinde geçen şu satırları verelim:

“Büyüklerin yardımıyla prens olan kişi halkın yardımıyla olandan daha bir güçlükle yerinde tutunur; çünkü kendilerini ona eşit gören dolayısıyla istediği gibi buyurup oynatamadığı bir yığın çevresi olan bir prenstir. Ama prensliğe halkın arzusu, desteğiyle gelen kişi ise bir başına bulunur; çevresinde olanlar yalnızca ona boyun eğmeye hazır adamlardır. Ayrıca namuslu kalarak ve başkasına haksızlık etmeden büyükleri hoşnut etmek mümkün değildir, oysa halk için durum böyle olmaz. Halkın arzusu kimseye dokunmaz; halk baskıya sırt çevirir, büyükler ise halkı ezmeye çabalar. Şunu da ekleyelim ki halkın düşman kesilmesi prensin güvenliğini bozar çünkü halk kalabalıktır; büyüklerden ise kendini koruyabilir çünkü onlar azdır. Bir prensin kendisine düşman bir halktan bekleyebileceği en büyük kötülük yüzüstü bırakılmaktır; ama eğer ona büyükler karşı ise yalnızca kendisini terk etmelerinden değil kendisine karşı silaha sarılmalarından da korkmalıdır; zira küçüklerden daha uzak görüşlü ve daha kurnaz oldukları için olayları önceden kestirebilirler ve geleceğin efendisinin gözüne girmeye çalışarak kendilerini selamete alırlar.”

Bu memleketin felaha kavuşmasının yolu sanayici maskeli bu eşkıyaların bertaraf edilmesinden geçer. Nitekim devlet halkın yanında tavır alarak bir mukavemet gösterdiğinde, bu fesatçı zümre kendini garantiye almak için her türlü anlaşmaya razı olmak zorunda kalacaklardır. Bunları masaya oturtup hadlerini bildirecek irade nerede? Bu irade tezahür etmezse, ekonomik şartlar her geçen gün daha da kötüleşirken, halkın da idareye karşı tavır almamasını beklemek safdillik olur. Bizden söylemesi…

Netice

Resmettiğimiz ekonomik tablonun ne kadar içler acısı olduğu ortada. Üstelik söylediklerimizin fazlası var eksiği yok. Dost acı söyler ve biz bu memleketin selâmeti için hakikati söylemekten hiçbir zaman geri durmayacağız; bakmayın güce tapanların, “kraldan çok kralcı” olanların kendilerini garantiye almak için ülkede hiçbir sorun yokmuşçasına konuşup, sunî gündemler oluşturarak onların peşinden koştuğuna…

Yazımızın başında Türkiye ekonomisinin, palyatif tedbirlerle kurtarılacak aşamayı çoktan geçtiğini belirttik. Artık esaslı ve işin künhüne dâir bütüne dair çözümler üretilmelidir. Sadece idare şekline dönük siyasî bir değişim, içinde bulunduğumuz sorunlardan kurtulmamıza yeterli olmaz. Topyekûn bir değişime ihtiyacımız var; hem de sadece şeklî değil, zihnî bir değişime…

Aylık Dergisi 150. Sayı Mart 2017

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir