Musikî insan tarafından hangi gayeye matuf ortaya çıkmıştır?
Musikînin eskiliğiyle alâkalı yazılan yazılarda, musikînin insan kadar eski olduğu belirtilir. Musikînin insan ile birlikte var olduğu bilinir. En vahşi toplumlarda bile annelerin ninniler söylediği kayıtlıdır. Mesela Türkiye’de musikînin geçmişiyle alâkalı yazan Ahmed Midhat Efendi’dir. O da müziğin insan kadar eski olduğunu ifade ediyor. Çünkü insanın fıtratında var olan bir duygu ritim duygusu. Mesela; bir buçuk yaşındaki çocukların ritme uyduğunu, bazı ritimlerden hoşlandığını yaşayarak görüyoruz. Yani ses ve musikî. Şiirin doğuşu da böyledir. Sözün sanatlı halinden ortaya çıkan şey şiir, sesin de bir ahenk içerisinde gelişme gösterdikten sonra müzik oluşu…
Bir kompozisyon haline dönüşüyor.
Tabiî ki. O yüzden şiir ve musikî hep etle tırnak olmuştur tarih boyu. Müziğin eskiliği, insanınkiyle aynıdır, bu bütün tarih kitaplarında böyledir. İnsan fıtratında müzik olduğu için, güzel sanatlarda bir dal olarak ortaya çıkıyor ve insan hayatının vazgeçilmezi oluyor.
Tarihi bu kadar eskiye dayanan bir sahada bizde ne gibi çalışmalar yapılıyor?
Bilim tarihi kitaplarını açtığınız zaman, genel olarak müzik biliminin ihmal edildiğini görüyorsunuz. Yani matematik tarihi, bilim tarihi, coğrafya tarihi, edebiyat gibi sahalarda sempozyumlar ve konferanslarda büyük İslâm âlimlerinin yaptığı çalışmalar anlatılır; ama bu âlimlerin müzik bilimine dâir yaptığı çalışmalar hep ihmâl edilirdi. İlahiyat fakültelerinde İslâm âlimlerinin müzik bilimine dâir yaptığı çalışmalar tez konusu oluyor; ama bunlar kendi kabuğunda kalıyor. Dışa vuruş gerçekleşmiyor; birkaç istisna hariç. Bununla alâkalı bazı çalışmalarım vardı. “İslâm Medeniyeti’nde Musikî” eserini de bu ihtiyaca binâen bir araya getirdim. Meseleyle alâkalı geçmişten günümüze çalışmaları uzanan en büyük isim, filozof el-Kindî. Bu isimle başladım; sadece yazıları olmayan, kültür ve medeniyet tarihimizde önemli yer edinmiş bazı isimler de eserimde yer aldı. Farabî, İbn-i Sina, Nasîrüddin Tûsî, Kutbeddin Şirazî; bunların hepsi matematiğin, astronominin yanı sıra müzik alanında da çalışmalar yapmıştır.
“İslâm Medeniyetinde Musikî” isimli eserinizden bahsettiniz. İslâm büyüklerinin musikîyle alakalı çalışmalarını ele alıyorsunuz.
Evet.
Musikînin İslâm medeniyetindeki gelişim sürecinden bahseder misiniz?
Şöyle; diğer bilimlerin gelişmesiyle doğru orantılı olarak, müzik bilimi de gelişmiştir. Mesela bibliyografiler ve eski dönemelerden günümüze ulaşan kitaplar var. Bir takım el yazması eserler elimize ulaşmamış. En eski metinler el-Kindî’ye ait ve onun yaptığı risaleler 1996’da yüksek lisans tezi olarak yayınlandı. Bunlar büyük ölçüde eski Yunan metinlerinden tercüme. Kindî, meşhur Beytü’l-Hikme’deki mütercimlerden birisi. Dolayısıyla Eski Yunan etkisi açıkça görünüyor. Bu dezavantaj değildir, daha sonra değineceğiz.
Müslümanlar iyi, doğru, güzel neredeyse onu almakla mükelleftir. Onu şuur süzgecimizden geçirip, kendi malımız yaptığımız müddetçe bir problem yok, değil mi?
Aynen öyle. Farabi de, Safiyyüddin Urmevi de Eski Yunan eserlerinden yararlanmıştır. Ama Farabî, Eski Yunan eserlerinden yararlandığı için musikî, Ziya Gökalp tarafından “Bizans’tan alınan hastalıklı bir müzik” olarak tanımlandı. 1923’te Türkçülüğün esaslarında bu ifadeler var. Oysa Farabî’nin aldığı sadece müziğin bilimsel esasları, matematiği. Yoksa Eski Yunan dizelerini İslâm medeniyetine “siz şu perdeleri çalacaksınız” diye bir dayatma yok ki. İslâm dünyasında zaten carî olan bir müzik var, “bu müziği şu matematik kurallarını kullanarak perdeleri dizeleri tespit ederek kullanabilirsiniz” metodu var Farabi’de.
Kindî ile beraber ilk risaleler yazılıyor. Bu arada yine irili ufaklı risaleler var. 10. yüzyılda Farabî var, onun yazdığı kitap müzik eserleri arasında en kapsamlı olanıdır; “Kitâb-ül-mûsîkî’l-kebîr” yani Büyük Müzik Kitabı. Onun hâlâ yapılmış bir tercümesi yoktur, ama Batı; 1844’ten itibaren onun bazı bölümlerini ya özetledi, yahut tercüme etti. 1930’da ise tam metni Fransızca’ya tercüme edildi. Hâlâ Türkçesi yoktur. Sağlıklı bir şekilde değerlendirebileceğimiz bir tercümesi yoktur yani.
Arkasından İbn-i Sina geliyor. İbn-i Sina “Kitab-ül Şifa”nın bir bölümünde musikî risalesi yazdı; o da Farabî’nin devamı niteliğinde, yani gelişimin bir parçası olarak. Ama Farabî ilk defa müzik bilimini sistemleştiren adamdır. Müziğin ilmî olarak İslâm medeniyetine girmesini Farabî ile başlatabiliriz. İbn-i Sina devamıdır, ama asıl gelişme diğer bilim dallarıyla paralel olarak 13. yüzyılda yaşanıyor. Bu yüzyılda üç tane kilometre taşı var. Birincisi büyük matematikçi-astronom Nasîrüddin Tûsî, ikincisi Safiyyüddin Urmevi ve üçüncüsü Kutbeddin Şirazî. Tûsî’nin risalesi tek sayfalık bir risale, ama âdete sadece diğer iki isme ithafen yazılmış gibi. Bunlar zaten birbirinin ders halkasına katılmış insanlar. Hepsi Bağdat merkezli. Arkasından Urmevi geliyor. Urmevi müzik teorisiyle alakalı iki tane eser veriyor. Bunlar tercüme edildi, bir tanesi 1999’da basıldı. Marmara İlahiyat’tan Nuri Uygun bunu tercüme etti. 2004’te de diğer kitabını ben tez olarak tercüme ettim. 2007’de basıldı, “Safiyiddün Urmevi ve Şerefiyye Risalesi” adıyla. Orada, İslâm dünyasında kullanılan, carî olan musikîyi “biz şu 17 sistemli perdeyle carî edebiliriz” diye bir öneri var. Bu Doğu’da ilk, o yüzden sistemci ekolün başı olarak Urmevi’yi işaret ederler, bazıları da Farabi’yi gösterir; ama aslında Urmevi’dir. Bu 17 perdeli sistem hâlâ bağlamalarda aynıdır. Bazıları başka perdeler ekliyor tabiî ihtiyaca binaen. Mesela Neşet Ertaş’ın bağlamasında bir sürü perde vardı. Ama normal bir bağlamada 17 perde var, bu Urmevi’nin icadıdır. Yine kitapta birinciye nispetle, iki adet perde sistemi daha var. İlk yazılı beste örnekleri de var. Sözlü ve sözsüz besteler yapılmıştır, ebced harfleriyle. Yani İslâm dünyasında müziğin pratiği ve teorisine ilişkin çalışmalar sürekli devam etmiştir. Nota problemi üzerine mesela, Kindî’de sesleri notaya alma mevzuu harf notaları kullanılmış. Bazı dize örnekleri var mesela. Urmevi’de tam bir beste var. Küçük de olsa, bir şarkı notası var orada… Ama en detaylı notasyon Şirazî’de. O notasyonun detaylarını ayrı konuşalım. Tam bir orkestrasyon mantığıyla yapılmış bir notasyondan bahsediyoruz. Her bir nota satırı beş ayrı detayla gösterilmiş. Vuruşlar için ayrı, detaylar için ayrı, nüanslar için ayrı, kendi içinde beş ayrı detaydan oluşan şarkı var Şirazî’de. Yani 13. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar müzik risaleleri yoğun bir şekilde verilmeye devam edilmiş. Daha sonra teoride bir kesintiye uğruyor. Çünkü 15. yüzyıldaki müzik metinleri bile Farabi’nin, Urmevi’nin tekrarı. Birçoğu da anlaşılamamış.
Orijinal bir şey ortaya koyulamamış sonrasında…
Evet. Tekrar etmişler. Orijinal tarafları şunlar; Meragi’nin kitapları var. Onlarda da usuller var. Ama aralık hesaplamaları, ses koordineleri tamamen Farabi’nin, Urmevi’nin anlattığı metod üzerine.
Yine de 19. Yüzyıla kadar icra ediliyor değil mi?
Tabiî. İslâm dünyasında her alanda müzik var. Sarayda var, düğünde var, cariye müzik dersi alıyor, asker müzik dinliyor. Mehter nedir? Bizim medeniyetimizde müziğin olmadığı bir yer yok. Camideki imam bile müzik biliyor.
Müslümanların müziğe bakışındaki problem nereden kaynaklanıyor?
Onun bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını düşünüyorum ben. 9. yüzyıldan itibaren müziğin helalliği de haramlığı da tartışılmış. En meşhur olarak bildimiz tarikatlerde dahî. Mesela Mevlevîlikte, Cerrahîlikte, Kadîrilikte, Rıfailikte hepsinde müzik var. Müziğin kemale erdirmek için bir araç olarak kullanıldığını düşünüyorlar. İnsanın kemaline yardımcı olmuyorsa, o müziğe kötü gözle bakılıyor.
Bu da tabiîlikten uzaklaştıkça oluyor sanıyoruz.
Zaten o yüzden müzik türlerinde ayrım var. “Şu saz helal, şu müzik helaldir, diğerleri haram” görüşleri de, insan ruhuna yapılan kötü etkiden dolayı. Bu yasaklar ta Roma’da, Eski Yunan’da vardı. Yunan Parlamentosu toplanıp, “şu müzik modunu yasaklıyoruz, bu makamı yasaklıyoruz” diyor. Ben bazen şunu da düşünüyorum; Antik Yunan’da Ethos Kavramı diye bir doktora tezi yaptırdık biz. Ethos; seciye, karakter demek. Etik kelimesi de oradan geliyor. Ethos insanın karakterine etki ettiği için bazı İngilizce kitaplarda Ethosun tercümesi tesir olarak geçiyor. Bu insanın karakterine yapılan tesir. Yani onlardaki yasaklar bir yönüyle bizde de mevcut. Rivayet edilen hadislere bakarsak o ayrı bir tartışma konusu. Peygamber Efendimizden rivayet edilen hadisleri tartışacak durumda değiliz. Bu konuda yazılar ortaya çıktı. Bu konudaki en meşhur görüşü İbn Hazm ortaya koydu. Ortaya konulan ayetler ve hadislerden örnekler getiriyor. Hem müziğin lehine, hem de aleyhine. İbn Hazm, “her ikisinin de getirdiği delillerin konuyla hiçbir alakası yoktur” diyor. Bu görüş hoşuma gidiyor. Eyüp Peygamber’e “ayağını yere vur dedik” diyor. “İşte sana su”. Bunu bazı tarikat mensupları yere vur derken “raks et” dediğini ifade ediyor. Buradan da “müzik helâldir” gibi bir görüş ortaya atıyorlar. Bunun ne alakası var? Müzik helâldir fetvası buradan verilebilir mi? “Seslerin en çirkini eşek sesidir”. Bunu lehte olanlar da aleyhte olanlar da kullanmıştır. Yani şöyle, bu güzel sanatların çok önemli bir şubesi değil mi?
Evet.
Güzel kullanırsan, faydalanırsın. Bu neden haram olsun? Kötü kullanıyorsan, kibriti-çakmağı da kötü emellerine alet edebilirsin, bıçağı da. Ama musikî İslâm medeniyetinde hayatın her alanında önemli bir yer almış. Dolayısıyla bunun için sürekli “haram, haram, haram” dediğimiz zaman çok önemli bir şey yok edilmiş oluyor. O zaman ortaya bu işi yapanlar çıkmıyor, mimaride de “bunu şöyle yap, şunu şöyle yap” deyip daralttığın zaman iyi mimarlar ortaya çıkmıyor.
Hacı Ahmet Efendi, Itrî derken bugünlere doğru geliyoruz, bahsettiğim isimlerden sonra iyi musikî icra edenlerin çıkmadığını görüyoruz. Bunun sebebi nedir?
Türkiye’de müzik yapan yok gibi anlaşılmasın. Çok önemli musikîşinaslarımız var. Benim bahsettiğim ses getirecek isimlerimiz nerede?
Biz de onu kastediyoruz.
Şimdi Mimar Sinan gibi bir mimar, Dede Efendi gibi bir isim… Belki onlar da belli bir seviyede şöhretti. Daha eskilere gidersek çok fazla isim göremiyoruz. İşte her şeye haram gözüyle bakmak İslâm dünyasına ket vuruyor. Şu anda çok güzel musikîşinaslar, besteciler var. İstanbul Sazendeleri mesela. Güzel besteler yapıyorlar. Yurdal Tokcanlar… Yani çok önemli müzisyenlerimiz var. Bunlar dünya çapında konserlere çıkıyor, Türk müziğini tanıtıyorlar. Benim kastettiğim yüzyıllar öncesinden ket vurmalar olmasa, şu anda çok farklı yerlerde olabilirdik. Mesela 13. yüzyıldaki Şirazi’nin notası, detaylı bir nota. O nota 13. yüzyıldan sonra 19. yüzyıla kadar anlaşılamamış. Oysa adam orada Batı’dan üç asır önce notasyon nüanslarını kullanıyor. Forte, piyano, staccato diye Batı müziğinde yer alan nüanslar orada var. “Giderek gürleş, alçak sesle oku, gür sesle oku, kes, dur, kesik kesik” denilen terimleri 13. yüzyılda Şirazi kullanıyor. Batı’da ilk 1600’lerde başlıyor. 1911’de Rauf Yekta’nın bu notadan haberi var. 1300 ile 1911 arasında kaç yüzyıl var. Şirazi’nin bu notasından başka bahseden yok. Ve bu geliştirilebilirdi, orada kalmış. İslâm dünyasındaki diğer bilimlerin çöküşü gibi, musikî bilimi de çökmüş.
Paralel olarak.
Evet nasibini almış. 1300’lerden sonraki yükseliş daha sonraki yıllarda yok.
Son dönemlerde her sahada bir Batılılaşma tutturuldu. Musikîde Batılılaşma hastalığına neden düşüldü?
Musikîde Batılılaşmanın arka planında, her açıdan Batılılaşma ihtiyacının hissedilmesi var. Mesela Aruz ölçüsü Türklere ait değildir. Klasik Osmanlı Musikî’sindeki güfteler de Aruz ile yapılmış şiirler üzerine kurulduğu için onu da o sebeple tartışmaya açıyorlar. “Müziğin kolaylaştırılması lazım”, “halk anlasın” diyorlar. “Batı tekniğiyle halk müziği yaratılacak” diyor Ziya Gökalp. Yani bu ne demek? Halk müziği, Batı tekniğiyle çok sesli hale getirilerek, yeni bir müzik meydana getirilecek. Ziya Gökalp, “Farabi’nin müziği bize ait değildir, onun müziği Bizans’tan alınan bir şeydir, Osmanlı’dan kalan müzik bize ait değildir” diyor. O zamanlar Acem müziği, Türk müziği, Arap müziği diye bir ayrım yok; müzik ortak. Yani her açıdan Batılılaşmanın musikîdeki yansıması bu. Mimarîde, musikîde, kılık kıyafette tamamen geçmişe dönük mirası reddedersek o zaman gerçek bir Batılılaşma olur anlayışından Türkiye nasibini aldı.
Niçin Batılılaşma ihtiyacı hissedildi?
Ee tabiî, bir medeniyet karşısında eziklik hissediyorsanız, ona yetişmeye çalışıyorsunuz. Ama bundan bekledikleri başarıyı elde edemediler. Türk yapısındaki ses dizesi Batı müziğindeki çok sesliliğe uygun değil. Yani başarılamadı, perdelerimiz çok farklı, ara sesler var. Batı’da iki ses arasında diyez ve bemol vardır. Ama bizde iki ses arasında birkaç tane ses var. Dolayısıyla bu kadar zengin bir sesi çok sesli hâle getirmek biraz zor oldu. Zaten halkın duygularına da hitap edemedi. Müzik duygu işidir, sevmediği zaman bundan bir şey anlamaz. Müzikte Batılılaşma mevzuu hakkındaki yazılar da en eski Ahmet Mithad Efendi’ye aittir. 1883’te başladı bununla alakalı yazmaya. Arkasından Necip Asım Bey, zaten İstanbul’da Ahmet Mithad ile bu mevzuları tartışıyordu. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Celal Esad Arseven, ardından İsmail Fenni Ertuğrul Lügatçe-i Felsefe’nin yazarı. Bu isimler Batılılaşma hakkında, alaturka, alafranga mevzuularında yazı yazmış kişiler. Müzikte Batılılaşma adlı eserimde böyle örnekler var. Mehmet Akif Ersoy’un Batı müziğine bakışı var. II. Abdülhamid’in Türk müziğine bakışı var. Abdülhamid Han hakkında da uzunca bir yazı yazdık. Edebiyatçılar var, müzisyenler var, devlet adamları var, felsefeciler var, hukukçular var. Yani o kitaptaki isimler üzerinden, Türk müziği-Batı müziği tartışmalarında kim ne fikir ifade etmiştir, orada verdim.
Bizde orijinal eser ve isimlerin çıkmadığını belirttik; öte yandan Batı’ya baktığımızda da Kapitalist süreçte orijinal şeyler ortaya konulamadığını görüyoruz. Oradaki durgunluğun sebebi ne?
Mesela bildiğimiz Beethoven, Mozart gibi bestelerin bir daha çıkmadığını söylüyorlar. Hatta İsmail Fenni Ertuğrul’un bir görüşü var, bana çok ilginç gelmişti. Ona göre Batı’nın önde gelen müzisyenleri özellikle eserlerini zorlaştırdılar ki, bir daha bu ayarda eserler verilmesin. Yani Batı müziğindeki çok sesliliklerin özellikle abartıldığı, bir daha o ayarda bir daha eser verilmesin diye bir çaba içine girildiği yönünde ilginç bir fikri var.
Bu fikrin bir hakikati var mı?
Neden olmasın? Mesela müzik duygu işi. Ama siz elinize alıyorsunuz bir besteyi, onu karışık hale getirmek için özel bir çaba sarf ediyorsunuz. Bir Anadolu türküsü duyup bizim hissettiklerimizi, uzun bir senfoniyi dinlediğimizde hissedemeyiz. Yani müziğin önce duyguya hitap etmesi lazım. Ama siz teknik olarak son derece karışık hale getirdiğinizde sizden sonraki insanlar onu nasıl icra edecek. Bunun önce anlaşılıp, sonra içselleştirilmesi, kendi duygusuna yerleştirilmesi lazım. Mozart, Beethoven vesaire aşılamıyor. Öyle görünüyor, manzara bu. Zaten klasik olanla, popüler olan her toplumda tartışılmıştır. Rusya’da, Azerbaycan’da klasik tartışması hep olmuştur. Mesela Fenni Bey “vulgarizasyon” diye bir tabirden bahsediyor. Halklaştırma anlamında bir tabir. Bu tabiri de ilk defa Fenni Bey’de gördüm. “ Ne yapıp yapmalı, mûsikîmizi kuran ve inkişaf ettiren büyük üstadların eserlerini vulgarize etmeli; aynı zamanda onların üzerinde durarak yeni nağmelerimizi de küçüklere isnat etmeliyiz. Başlangıçta yapacağımız şey belki de taklit olacaktır. Fakat kısa zamanda yeni buluşların orijinal nağmeleri elde edilecektir” diyor. Kendisinin çok ilginç kitapları var. Öte yandan klasik-popüler çatışması günümüzde de devam ediyor. Müzik insan hayatının her yerinde, evde ailenizin bir ferdiyle müzik beğenisini tartışıyorsunuz. Birkaç yıl önceye gidiyorsunuz, Itrî’nin besteleri Cumhurbaşkanlığı Senfonisi’nde icra ediliyor. O konuda tartışmalar ortaya çıkıyor. 28 Şubat sürecinde Süleyman Demirel çok sesli bir konsere girdiğinde “modern Türkiye” diye bir kesime mesaj verirken, çok sesli müzikten yana “işte modern” diyor. Özal dönemine gidiyorsunuz müzik politikalarında ta 1926’dan 1986’ya Türk müziğinin kitaplarda sadece yüzde bir yer aldığı bir dönem. 1926’da yasaklandı, daha sonra eğitim-öğretim müfredatından kaldırıldı. Özal dönemine kadar “bu müfredatı yüzde 50, yüzde 50 yapalım” dendiğinde kıyamet koptu. 1971’de “Itrî konseri verelim” dendiğinde kıyamet koptu. Bakanlar kurulu bile değişti. Kültür işleri bakanı Talât Sait Halman vardı, birkaç sene önce vefat etti. Bakan değişti ve o konser iptal edildi. Tayyip Erdoğan Başbakan iken yaptılar bu konseri. 1926’da yasaklanan Türk müziği 1950’lere doğru biraz gevşetildi. Radyoda yayınları biraz daha arttı, 1945’ten sonra radyo yayınları artınca, “niye bu kadar yayınlıyorsunuz bu Türk müziğini” diye birtakım eleştiriler yazıldı. Yani çok ilginç tartışmalar yaşandı, bakarsanız görebilirsiniz.
Her sahada Batılılaşma tesirlerinden kurtulmaya çalışıyoruz. Musikî sahasında aslına rücû için ne türlü çalışmalar yapılıyor?
Osmanlı Müziği Araştırma Merkezi’miz var İstanbul Üniversitesi’ne bağlı bir yer; OMAR. Onlar en eski kayıtları, icraları aslına uygun olarak yapmaya çalışıyor. Fakat 300 sene önceki bir besteyi günümüze olduğu gibi icra ettiğin zaman, günümüz insanının o besteden bir şeyler alması sorunlu hale geliyor. Dolayısıyla ister istemez eserler üzerinde bir miktar değişimler yapmak gerekiyor.
Zaman ve mekana uygun şartlara getirmek gerekiyor.
Tabiî. Necati Gedikli diye bir hoca vardı, “oturtum” derdi. Yani sazları eserlere göre kullanma şekli. Ne, nereye göre, nasıl olacağına dair. Mesela Itrî’nin bir bestesini çaldığın zaman dinleyici bundan bir şey anlamıyor, “Itrî bu muymuş?” diyor. Bir de böyle bir sıkıntı var. Hem eski melodilerden yararlanarak, hem de yeni teknikleri biraz daha canlı, halka yakın melodilerden yararlanarak, yeni melodiler yapılıyor. Demin bahsettiğim İstanbul Sazendeleri’nin çok güzel eserleri çıkıyor. Bunlar önemli çalışmalar… Miras aldığımız bestelerin, ezgilerinden yararlanmak ve bunları güncelleştirmek için bir şeyler yapılmalı. Olduğu gibi alıp koyarsan, eski Batılılaşma eksenli tartışmalar hep bu yöndedir, “Itrî, Dede Efendi besteleri yaptı, tamam. Ama artık onların değeri müzelik, onlar müze malzemesi” diyor CHP’li Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel… “Biz şu anda Itrî gibi beste yapıyor muyuz? Yapmıyoruz ve yapmamalıyız. Zaten halk anlamıyor” diyor üstelik. Peki onları yok mu sayacağız? Hayır. OMAR’ın çalışmaları bu yüzden kıymetli. Bütün eski besteler görülsün, ilgililer bundan faydalansın. İnsanlar bunları dinlesin, bu ezgilerden, bu motiflerden yararlansın, günümüz insanının anlayacağı bir şeyler yapsın. Tamamen piyasaya yönelik, piç olmuş, bu arada piç olmuş tabiri Mehmet Akif’te de var. Piç olmuş eserler tabiri, Safahat’ta var. Şerif Muhittin Targan Amerika’ya gidiyor, onun arkasından yazdığı bir şiirde onun dönmesi için bir çağrı yapıyor. Mehmet Akit Ersoy “bestelerin piç olduğunu” söylüyor. Ki o dönemin de piyasasına yapılan besteler, günümüzde onlar bile ağır geliyor insanımıza. Tarzlar böyle değişiyor. Dolayısıyla müzisyenlerin işi zor.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Şirazi’nin o notasını paylaşın mümkünse. Şirazi dünyada ilk defa notasyon nüanslarını kullanmıştır. Mesela Batı’da forte karşılığı cehr-yüksek sesle demek, kufuhur-alçak sesle demek. Mufahham-gür ve tok bir şekilde. Muhteres-kesik kesik. Müşeddet-şiddetli. Şirazi bu terimleri kullanıyor ve bunları kıraat Kur’an tecvidinden alıyor. Sekiz-on tane kıraat tecvid kitabına denk geldim ben. Bu kavramların hepsi tecvidde kullanılıyor. Ve bunların birçoğu ayette yahut Peygamber’in sözlerinde geçiyor. Mesela Hz. Ömer’i Kur’an okurken duyuyor ve “burada sesini cehret” diyor. Yani yüksek sesle. Belli bir notanın altına gelince cehr yazmış, “burada sesini yükselt” diyor. Bu notasyon nüanslı olarak müziğe girmiş. Bir yerde de Hz. Ebubekir’e “sesini alçalt diyor” Peygamber Efendimiz. Bunlar tecvid kıraat kitaplarında var. Ve müziğe aktarılmış. O notalar benim internet sitemde mevcut.
Ve Batı bunu almış, Şirazi üç asır öncesinde yapmış bunu, hem de daha fazlasıyla. Kelimeler Arapça ama Şirazi’nin yazdığı risaleler Farsça.
Teşekkür ediyoruz.
Kolay gelsin.
Aylık Dergisi 150. Sayı Mart 2017