Carl Gustave Jung (1875-1961) İsviçre’nin kuzeyinde küçük bir kasabada doğmuş. Ve bir Musevi… Freud’un ortaya koyduğu ‘psikanaliz ekolünün’ geliştiricisi olmuş. 1900 yılında Freud’un ‘Rüyaların Yorumu’ isimli kitabını okuduktan sonra psikanaliz ile ilgilenmeye başlamış. 1906 yılında Freud ile mektuplaşmaya başlıyor ve bir yıl sonra Viyana’da yüz yüze tanışıyorlar. Bu ikisinin çok yakın fakat kısa ömürlü arkadaşlıkları için bir başlangıç olmuş. Burada şunu söylemeliyiz ki; Jung Freud’la işbirliği yapmadan, onun takipçisi olmadan önce de meslekî ününü kazanmış biri… Hiçbir zaman Freud’u eleştirisiz kabul eden biri olmamış. Birkaç yıl sonra da kaçınılmaz sonuç ortaya çıkıyor. Jung psikanaliz sistemi içerisinde cinselliğe daha az önem veriyor. Farklı bir libido görüşü ortaya atıyor. Bu durum Jung ve Freud’un yollarını ayırmalarına, beraberliklerine son vermelerine neden oluyor. Jung’un ortaya koyduğu yeni sistem psikanalizden tamamen bağımsız olmadığı için, Jung, psikanaliz doktrini içinde değerlendirilen bir psikiyatrist… Bu noktada İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ‘İnsan’ isimli kitabında ortaya koyduğu şu tesbitin yeri geldiğini düşünüyoruz ve aynen paylaşıyoruz. “Freud’un psikanalizi, Jung’un tahlili, Adler’in ferdî ve içtimaî psikoloji her şeye rağmen aynı ruh ve zekanın ürünüdür. Kurucularının dünya görüşleri her ne kadar bir yelpazenin kanatları gibi birbirinden ayrılsa da, kurdukları teorilerin bir birlik ve bütünlük oluşturduklarını söyleyebiliriz.”
Jung ortaya koyduğu sisteme “Analitik Psikoloji” adını veriyor. Freud’un psikanalizi arasındaki temel görüş ayrılığı ise libidonun niteliği… Freud libidoyu cinsel ağırlıklı bir kavram olarak tanımlıyor. Jung ise libidoyu genelleştirerek bir hayat enerjisi olarak ele alıyor. Jung cinselliği tamamen inkâr etmiyor, sadece cinselliğin rolünü libidoyu oluşturan birkaç dürtüden biri olmaya irca ediyor. Hayat enerjisini sadece cinsel nitelikte ele almayı reddettiği için insan davranışlarıyla ilgili farklı yorumlar yapabilme özgürlüğü kazanıyor. Jung, Freud’un Ödipal kompleks adını verdiği süreci de iptal ediyor. Çocuğun bu dönemde annesine olan düşkünlüğünü bir ihtiyaç bağlılığı olarak düşünmüş, Freud gibi cinsel faktörlerle bağdaştırmıyor.
Bir diğer farklılık Jung, Freud’a göre bilinçaltını çok daha yoğun bir şekilde araştırmış ve ona yeni bir boyut eklemiş. Jung iki bilinçaltı seviyesinden söz ediyor. Kişisel bilinçaltı, kolektif bilinçaltı…
Ayrıca Jung, libidinal enerjinin yönetimi açısından tanımlanan “içedönüklük” ve “dışadönüklük” kavramlarını psikoloji alanına kazandıran isim olarak da tanınıyor. Dışadönük kişinin, libidosunu kendi dışındaki olaylara, insanlara ve durumlara yönelttiği, içedönük kişinin ise libidosunun kendi içine doğru yönelttiği tanımlamaları Jung tarafından ortaya konulmuş.
1938 yılında Jung’a Oxford Üniversitesi’nce Onur Doktora unvanı veriliyor. İngiltere’de böyle bir unvana layık görülen ilk psikoloji uzmanı Jung… Yaşamı boyunca da daha birçok unvana layık görülmüş. Ayrıca Jung büyük bir çalışma kapasitesine sahip… Psikoloji alanındaki yoğun etkinliklerinin yanı sıra başka konularla da ilgilenmiş. Mitoloji ve karşılıklı din bilimleri alanlarında engin bir bilgisi olduğunu, aynı zamanda da iyi bir klasik bilimci olarak nitelendirildiğini kaynaklardan öğreniyoruz.
Aile hayatına bakacak olursak çocukluğu iyi bir ortamda geçmiyor. Bu yüzden iyi bir geçmişe sahip değil… Anne ve babasının evlilikleri oldukça mutsuz… Bu yüzden Jung, özelde ebeveynine, genelde ise dış dünyaya güvenmemeyi ve onlara açılmamayı tercih ediyor. Bilinçaltı mevzuuna bu denli önem vermesini de böyle bir geçmişe sahip olmasına bağlar psikologlar. Fakat gelecekteki aile hayatı mutlu bir şekilde geçiyor. Kendisine karşı ilgili ve anlayışlı bir eşi, dört kızı ve bir oğlu ile ölümüne dek huzurlu bir aile hayatına sahip oluyor. Yeri gelmişken şunu da belirtelim; Jung ile Freud arasındaki düşünce farklarından birisi de bu… Freud, insanları çocukluk yaşantılarının bir kurbanı olarak görür. Jung ise bizlerin geçmişimiz kadar geleceğe yönelik hedeflerimiz, ümitlerimiz tarafından şekillendirildiğimize inanıyor.
Ve 1961 yılında vefat ediyor.
Alfred Adler (1870-1937) 1911 yılında Freud ile olan ilişkisine son verince, psikanalizin sosyal psikolojik dalının öncüsü olarak düşünülüyor. Zengin bir ailenin çocuğu… Viyana’da dünyaya geliyor. Mutsuz ve zor bir çocukluğu var. Hastalıklarla büyüyor. Pek umut vermeyen bir başlangıca sahip… Fakat çok büyük bir azimle çalışıyor. Ve büyürken de farkı fark ediliyor. 1895 yılında Viyana Üniversitesinden tıp diplomasıyla mezun oluyor. Ardından psikiyatri ile ilgilenmeye başlıyor. 1902’de Freud’un haftalık psikanaliz toplantılarına katılmaya başlıyor. Birkaç yıl sonra Adler de Jung gibi Freud’un psikanaliz doktrininin bazı yönlerini açıkça eleştiriyor. Adler ve Freud’un görüşleri kesin çizgilerle birbirinden ayrılıyor. 1911 yılında da Freud ve Adler ilişkilerini resmen bitiriyorlar. İki adam birbirine karşı sert bir tutum içine giriyor.
Adler’in sistemi “Bireysel Psikoloji” olarak adlandırılıyor. Adler, bu sistemi sosyal bir çizgi üzerinde geliştirmiş. İnsan davranışının biyolojik güçler tarafından değil de, sosyal güçler tarafından belirlendiğine inanıyor. Freud insan kişiliğinin şekillenmesinde cinselliğe çok büyük bir önem verirken, Adler davranışın bilinçaltı belirleyicilerinden çok bilinçli belirleyicileri üzerinde yoğunlaşıyor. Freud kişiliği “id”, “ego”, “süperego” gibi birbirinden ayrı parçalara ayırıyor. Fakat Adler kişiliğin birliği ve tutarlığı üzerinde yoğunlaşıyor.
Alfred Adler’in bireysel psikolojisinin zirvesi olarak kabul edilen “Ben’in Yaratıcı Gücü” görüşü, bugün psikolojik tedavilerde önemli bir yere sahip… “Ben’in Yaratıcı Gücü görüşü kendi kişiliğimizi ve kaderimizin şekillenmesinde bizim bilinçli olarak yer aldığımız anlamındadır.” Yani Adler yazgımızı belirlenmesine doğrudan katılmaya açık olduğumuza inanıyor. Bu görüş, inancımız sayesinde öğrendiğimiz “cüz’i irade” hakikatini hatırlatıyor sanki. Cüz’i irade; “İslam inancına göre (akaid, kelam) insanlara verilmiş olan, kaza ve kader sınırları çerçevesinde hareket imkânı tanıyan özgür iradedir.”
Bireysel psikolojinin bir diğer önemli görüşü “aşağılık duyguları” ve “yaşam stili”… Adler, kişinin genel bir aşağılık hissinin davranışlarının belirleyici gücü olduğuna inanıyor. Ve bu durumun üstesinden gelmek için; kişinin üstünlük duygusuna ulaşmaya çalıştığını düşüyor. Bu duyguya ulaşmak için de kişinin, izlediği yol ve sergilediği davranışlar yaşam stilini oluşturur. Bu duruma örnek olarak da, “Demosthenes’i” gösterir. Demosthenes, Atina’lı ünlü bir politikacı ve kekeleme sorunu yaşayan biri… Daha sonra, çalışmaları sayesinde bu sorunun üstesinden gelmiş ve hatip olmuş. Yine aynı şeklide; zayıf bedenli bir çocuk yoğun egzersiz çalışmaları sayesinde çok iyi bir dansçı olma durumuna gelmiş.
Adler’in teorileri Freud’un cinsel odaklı görüşlerinden tatmin olmamış veya nefret etmiş birçok insan tarafından heyecanla karşılanmış. Abraham Maslow, Rollo May, Julian Rotter gibi psikologları etkilemiş. Adler, sosyal faktörlerin insan yaşamı için önemine inanmış. Biyolojik belirleyicileri ise nispeten dışarıda bırakmış. Her şeyden önce, kendimizin bilinçli olarak kendi gelişimimiz üzerinde doğrudan etkili olduğumuzu düşünmek olumlu ve hoş bir duygu olarak karşılanmış.
Alfred Adler, 1937 yılında İskoçya’nın Aberdeen şehrinde ölmüş.
Yararlanılan Kaynaklar:
Salih Mirzabeyoğlu (2008). İnsan, İstanbul: İbda Yayınları
Duane P. Schultz, Sydney Ellen Schultz (2001). Modern Psikoloji Tarihi, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Frieda Fordham (1999). Jung Psikolojisi, İstanbul: Say Yayınları.
Alfred Adler (2005). Bireysel Psikoloji, İstanbul: Say Yayınları.
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Vikipedi
Aylık Dergisi 150. Sayı Mart 2017