Psikanaliz Doktrini
Sigmund Freud
Bugün psikanaliz ve Sigmund Freud ismi tüm dünya tarafından biliniyor. Psikanaliz ekolünün kurucusu olarak kabul edilen Freud ve psikanalizi, diğer psikoloji ekollerinden oldukça farklı bir konumda… Amaçları, çalışma konusu ve metotlarıyla başlangıçtan beri ayrı bir yerde bulunuyor. Bu ekol, psikiyatri geleneği içerisinden yükseldiğinden, diğer düşünce ekolleri genelde duyum, algı ve öğrenme gibi konularla ilgilenirken, psikanaliz ‘normal dışı davranışları’ ele alıyor. Ve temel metodu; kontrollü laboratuvar deneyleri değil ‘klinik gözlem’… Ayrıca psikanaliz, önceki sayımızda incelediğimiz psikolojik düşünce sistemleri, tarafından neredeyse önemsenmemiş olan ‘bilinçaltı’ ile uğraşmakta… İbda Mimarı’nın ‘İnsan’ adlı kitabında tanımladığı şekilde paylaşırsak: “Psikanaliz: ‘Şuuraltı’nda bulunan, ruhî ve bedenî rahatsızlıklar meydana getiren arzu, hatıra ve sembolleri serbest tedaîlerle şuura çekerek iyileştirmeye çalışan ruh tababeti, ruh tahlili.”
Psikanaliz teorisinin kurucusu Avusturyalı nörolog Sigmund Freud (1856-1939)… Freud’un geliştirdiği bu sistemin kendi hayatıyla ilişkili olduğunu söylüyor psikologlar… Bu yüzden Freud’un oluşturduğu sistemi tam manasıyla anlayabilmek için yaşam öyküsünü incelemek gerektiğini ifade etmektedirler. Biz de bu durumu göz önüne alarak Freud’un hayatını, geniş bir yelpazede araştıralım ve paylaşalım istedik.
Öncelikle şunu belirtelim: Batı Dünyası’nın ele almadığı, söz sarf etmediği bir mevzuu kalmamış gibi. Psikoloji ilmi de bu mevzuular arasında… Fakat mevzuları değerlendirirken, “mihraksız tümevarım zaafiyeti”ne –kaçınılmaz olarak- düştükleri ve dolayısıyla bir sistem tesisinin kural ihdasını zorunlu kılmasından ötürü genellemeler yapma durumunda kaldıkları için, zapturapt altına aldıklarını iddia ettikleri hiçbir şeyin künhüne vakıf olamamışlardır. “Bütün fikri”ne malik olmayanın, parçaları rastgele toplamakla bütünü inşa edemeyeceği meselesi… Bütünü oluşturan parçaların mânaları üzerinde kısmen tasavvur edebilirken, bütünün derinliğine inememişler. Büyük Doğu-İbda Hikemiyatı’nden öğrendiğimiz bu tespitin ne kadar isabetli olduğunu, mevzuları özüne doğru birazcık inceleyince biz de görebiliriz. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun özellikle Büyük Muztaribler isimli 4 ciltlik eserinde bu durumu sık sık görebilmemiz mümkün…
Freud’un hayatını incelediğimizde, ömrünü psikoloji ilminde hakikati keşfetmeye adamış birini görüyoruz. Etkisi günümüze kadar gelmiş olan Psikanaliz teorisinin kurucusu ve geliştiricisi… Ama Freud bir Musevî, eşya ve hadiselere materyal gözüyle bakıyor. Allah (c.c) ve Resulû’ne iman edip tâbi olmayanlar, hakikatin son menziline erişmede nasipsiz kalıyorlar. Sanki hakikatin son merhalesiyle aralarında nefslerinden müteşekkil “görünmez bir perde” var. Yoksa birçok meseleyi derinliğine incelemiş bu zihinlerin imana teslim olmamaları anlaşılır değil. İslamiyet ile şereflenmiş idrâk sahiplerinin hakikatlere ruh ile, manevi değerler ile, tasavvufla ulaştıklarını anlayabiliriz. Muhyiddin Arabi’nin “keşfi olmayanın ilmi yoktur” sözünün yeri işte burası…
Freud, rüyaları sadece bilinçaltındaki cinsel arzuların tatmini olarak değerlendirip ruhu yok sayıyor. Oysa şahsen ve yakîn halinde biliyoruz ki rüyalar ruhun bir ispatı… Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısralarında belirttiği gibi…
“Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?”
Öte yandan; rüyaların zaman ve mekândan bağımsız olduğu bilindiğine göre maddeye mahkûm bir zihnin rüya yorumu, hakikati ne denli gösterebilir ki? Bu eksiklik sadece “rüya” mevzuunda değil tabiî ki. Freud’un Psikanaliz teorisinin birçok yerinde de görülüyor. Biz burada; “İhtişam, baktığın şeyde değil, bakışında olmalıdır.” diyen Andre Gide’ın sözünü kabul ediyoruz. Bu yüzden de ‘İslâma muhatap anlayış’ perspektifimizi geliştirebilmek ve derinleştirebilmek için Freud’u ve ortaya koyduğu ekolü de incelemeye çalışıyoruz.
Sigmund Freud, 6 Mayıs 1856’da Çekoslavakya’ya bağlı Moravia’daki Freiberg Kasabası’nda doğmuş. Annesi ve babası Musevi… Kendisi de daima bir Musevi olarak kalmış. Babası orta hâlli bir adam ve ticaretle uğraşıyor. Bir yün tüccarı olan baba, iki defa evlilik yapmış ve Freud ikinci evliliğinden dünyaya gelmiş. 19. Yüzyıl’da ailesi ile birlikte Avusturya’ya göç etmiş. Freud, 4 yaşında iken Viyana’ya götürülmüş ve 1938 yılına kadar burada kalmış. Viyana’da Freud’un çocukluğu boyunca aile darlık içinde yaşamış ama babası çocukluğundan beri zeki, canlı ve çalışkan olduğu anlaşılan oğlunun eğitimine her zaman öncelik vermiş. Freud başarılı ve örnek bir öğrenci olarak liseyi bitirdikten sonra 1873 yılında tıp okumaya başlamış. Hekim olmak istemiş ancak daha sonra hekimlik mesleğine karşı fazla ilgi duymamış. Kaynaklardan öğrendiğimize göre; Freud, yaşamının hiçbir döneminde “doktor olmaya heveslenmediğini” söylüyor. “Doğal nesnelerden çok insanla ilgili konulara ilgi duyuyordum.” diyor. Bir başka kaynakta ise; “… Gençliğimde içinde yaşadığımız dünyanın bilmecelerini anlamaya ve belki de çözümüne katkıda bulunmaya yönelik ezici bir ihtiyaç duyuyordum.” diyor.
Tıp öğrenimine devam ederken, Ernest Brücke’nin yönetimindeki fizyoloji laboratuvarına girmiş. Burada kendisine ‘sinir sistemi dokularını inceleme’ işi verilmiş. Bu işi istekle ve başarıyla altı yıl yapmış. Bir süre sonra bu konuda tek başına çalışıp makaleler yayınlamış. Daha sonra hayatını kazanmak için fizyoloji laboratuvarını bırakmak zorunda kalmış. 1881’de tıp diplomasını almış ve tıp doktoru olarak Viyana Genel Hastane’sinde çalışmaya başlamış. Hastanenin çeşitli bölümlerinde çalışmış ve kendini yetiştirmiş. Nöroanatami ve nöropatoloji bölümleri üzerinde yoğunlaşmış ve makaleler yayınlamış. 1885 yılında doçent olmuş. Aynı yıl Paris’e gitmiş ve ünlü sinir hastalıkları hastanesi olan Salpetiere’ye bir talebe olarak girmiş. Bu dönemde zamanın ölü asabiye hastalıkları otoritelerinden biri olarak kabul edilen Charcot’un yanında bulunmuş. Onun yanında öğrendikleri yaşamında devrim niteliğinde değişmeler yaratmış. Beyin üzerine “historik” incelemeler yapmış. Charcot, bu dönemde büyük ölçüde histeri ve hipnotizma üzerinde çalışmış. Öğrendikleri Freud’un bütün benliğini kaplayan nitelikte… 1886 yılında kendisini ünlü yapacak bir çalışmaya başlamış ve kokainin tıpta kullanılabileceğine ilişkin bir makale yayınlamış. Daha sonra dostu olan Carl Koller’in, kendisine ait bu makalesi sayesinde anesteziyi bulduğunu öğrenmiştir.
Paris’ten Viyana’ya döndüğünde, Viyana Hekimler Derneği’ne bir rapor veriyor. Raporda Charcot’un yanında gördüklerini ve öğrendiklerini belirtiyor. Ancak raporu, o dönemin hekimleri tarafından hoş karşılanmıyor ve Freud’un anlattıklarına inanmıyorlar. Fikirlerinde yalnız kalıyor fakat araştırmalarına devam ediyor, yılmıyor.
Sonraki yıllarda; Freud sinir hastalıklarının tedavisinde kullandığı ‘hipnotizma’ yönteminde derinleşiyor. Hipnotizmanın uygulama şeklini Paris’de Charcot’un yanında öğrenmiş, ayrıca Nancy’de Liebault’un çalışmalarını da izlemiştir. Freud, insanda şuursuz süreçlerin yer alabileceğini düşünüyor. Viyanalı bir pratisyen hekim olan arkadaşı Dr. Joseph Breuer’in bir histerik kızı hipnotizma yöntemi ile iyileştirdiğinden haberdar… Bu olay psikoloji tarihinde ‘Anna O. Vakası’ olarak geçiyor ve psikanalizin gelişiminde çok önemli bir yere sahip… Breuer, uyguladığı bu metoda ‘katartik-boşaltma, temizleme, ayıklama’ adını veriyor. Bu yöntem; histerinin yani hissî ve ruhî bozuklukların, hastanın unuttuğu ruhî bir travmanın sonucu oluştuğu varsayımına dayanıyor. Ve hasta hipnotik duruma sokularak uygun duygular eşliğinde unutulan travma hatırlatılmaya çalışılıyor. “Anna O. Vakası”ndan az bir zaman sonra Breuer ve Freud dost oluyor ve bütün îlmi çalışmalarını beraber yapıyorlar. Freud uzun yıllar Breuer’in çalışmalarını hastalarına uyguluyor. Ve çok sayıda tecrübe gerçekleştiriyor. 1893’de İsterik Fenomenlerin Ruhî Mekanizması ve daha sonra İsteri Üzerine İncelemeler isimli iki kitap yayınlıyorlar. Breur’un uyguladığı “katarsi” nazariyesinde cinsiyete pek önem verilmiyor. Freud ise bu metodu uyguladığı hastalarında cinsiyetin önemli rol oynadığını düşünüyor. Bu durum iki dostun anlaşamamasına ve daha sonra birbirlerinden uzaklaşmalarına sebeb oluyor; Freud yoluna tek başına devam ediyor. Katartik teknikte bazı değişiklikler yapıyor. Hastanın unutmuş olduğu şeylerin şuurun dışında bulunduğu neticesine varıyor. Bu sayede ‘şuuraltı dünyasının’ varlığını keşfediyor. Unutulan şeylerin şuura ulaşırken bir engel ile karşılaştığını belirliyor. Çünkü bu unutulan şeyler, ona göre, korkunç, utanç verici veya tiksindirici düşünce ve duygular içermektedir. Bu hoş olmayan şeylerin şuura ulaşmalarını engelleyen direncin, üstesinden gelebilmeleri için hastalarına yardım etmeye çok önem veriyor. Hastalarının bastırdıkları tecrübeleriyle yüz yüze gelip, bunları gerçekliğin ışığı altında görmeleri konusunda ısrar ediyor. Böylece psikanaliz teorisinin temellerinden olan ‘rofulman nazariyesini’ ortaya koyuyor. Bu yöntem sinir hastalıklarının tam olarak anlaşılıp, tedavisinde büyük rol oynamış ve böylelikle yepyeni bir tedavi şekli ortaya çıkmıştır. Freud bundan sonraki çalışmalarında, sinir hastalıklarını tedavi ederken bu yöntemi izlemiş. Böylece, Freud psikanalizi bir tedavi metodu olarak ortaya koyuyor.
Bu noktadan sonra (10 yıl kadar bir süre) Freud görüşlerinde yalnız kalmış. Ama bu durum ona zor gelmemiş. Hiçbir zaman yakınmamış. Tersine bu durumu bir psikolojik doz gibi algılayıp, kendisine faydalı hâle getirmiş. 1907 ve bunu takip eden birkaç yıl Freud’un görüşlerini benimseyen, onun psikoloji alanında bulduğu bu yönteme katılan kimseler ortaya çıkıyor. Bu kimselerin arasında; Zürih Akıl Hastahanesi’nin Başhekimi Bleuler ve asistanı Jung da bulunuyor. 1908’de Salzburg’da uluslararası bir psikanalistler toplantısı yapılıyor. 1909’da Freud ve Jung dönemin tanınmış psikoloğu Stanleyy Hall tarafından bir dizi konferans için ABD’ye davet ediliyor. Freud’un yazıları birçok dile çevriliyor ve dünyanın her tarafında ‘psikanaliz yöntemi’ni uygulayan analist gruplar ortaya çıkıyor. 1910’da Almanya’nın Nürnberg şehrinde ikinci psikanaliz kongresi yapılıyor. Bu kongrede alınan kararla “Milletlerarası Psikanaliz Derneği” kuruluyor ve dünyanın birçok yerine de bu derneğin şubeleri açılıyor. 1911 yılında “Üçüncü Psikanaliz Kongresi” toplanıyor. Bu kongre esnasında, katılan psikanalistler arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor. Ve psikanalizin ilerlemesi de kendi yenilgilerini yaşamaya başlıyor. Psikanalizin üç siması olan Freud, Adler ve Jung birbirinden ayrılıyor. Adler ve Jung, Freud’un cinsiyete verdiği önemi doğru bulmuyorlar. Freud, cinsiyeti insan davranışlarında her zaman ilk sırada tutuyor. Adler ve Jung ise bu kanaatte değiller. Bu yüzden Freud, Adler ve Jung’un bir psikanalist olamayacaklarını söylüyor. Hemen arkasından Birinci Dünya Savaşı patlak veriyor. Ve psikanalizin uluslararası düzeyde ilerlemesi kesintiye uğruyor.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Psikanaliz gelişimine devam ediyor. Freud, teorisinin tek savunucusu, uygulayıcısı ve benimseyicisi değil; onu ve ortaya koyduğu görüşleri takip edenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Yaşamının son altı yılı boyunca yakasını bırakmayan habis bir hastalığa yakalanıyor; fakat bu dertlerden hiçbirisi Freud’un çalışmalarını sekteye uğratmıyor. Düşüncelerini ve görüşlerini gücü yettiğince genişletiyor. İstediği kadar üzerinde duramadığı birçok mevzuu üzerinde incelemeler yapıyor. “Libido” mevzuunu, ortaya koyduğu ‘psikanaliz metodu’ ile yeniden değerlendiriyor. Kolektif ve din psikolojisi ile ilgili görüşlerini açıklayan yazılar yazıyor. ‘Alt ben’ ve ‘üst ben’ kavramlarını geliştiriyor. 1939 yılında ailesinden bazılarıyla birlikte Viyana’dan ayrılıp Londra’ya gidiyor ve 23 Eylül 1939 tarihinde dünya hayatı sona eriyor.
Yararlanılan Kaynaklar
*Salih Mirzabeyoğlu (2008). İnsan, İstanbul: İbda Yayınları.
*Duane P. Schultz, Sydney Ellen Schultz (2001). Modern Psikoloji Tarihi, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
*Sigmund Freud (1998). Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, Ankara: Öteki Matbaası.
*Sigmund Freud (1998). Yaşamım ve Psikanaliz, İstanbul: Say Yayınları.
*Salih Mirzabeyoğlu (1998). Büyük Muztaribler, (Cilt 1) İstanbul: İbda Yayınları.
*https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Vikipedi
Aylık Dergisi 149. Sayı Şubat 2017