Said Alp Kimdir?
1965 senesinde İzmir/Foça’da doğdu.
Küçük bir esnaf ailesinin 4. çocuğu olarak yetişti. İlk ve orta öğrenimini Foça’da tamamladı. Üniversite öğrenimini ise, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden ayrılarak yarım bıraktı. Dosteli Derneği’nin kuruculuğunu üstlenen Said Alpsoy bu derneğin fahri başkanlığını devam ettirmektedir. Yayınlanmış yirmi beş civarında kitabı vardır. ALLAH’ a iman; ALLAH’ ı bilmek; Hz.Muhammed (O’ na binler selam); Kur’an gibi temel İslami değer ve kavramların daha iyi ve daha yaygın bir biçimde tanınması ve günümüz olaylarının Kur’an ve Sünnet gözüyle değerlendirilmesi Said Alpsoy’un başlıca uğraş alanlarını oluşturmaktadır.
Bize öğretilen resmî tarihe eleştirel bir şekilde yaklaşıyorsunuz. Bu resmî tarihin en net şekilde eleştirilmesi gereken yönü nedir? Resmî ideolojinin tarih algısı nedir?
Bismillahirrahmanirrahim.
Bunu olay bazlı değerlendirirsek, inanın iddia sahibi olan biri olarak ben bile işin içinden çıkamam. Çünkü binlerce şey akla gelir. O yüzden olay bazlı değil de daha yüzeysel değerlendirirsek; bir “din ve Allah düşmanlığı”, iki “halk düşmanlığı” diyebiliriz. İnsanların ahiretlerine, dinlerine zulmetmelerinin yanı sıra insanların bu dünyalarına, nefislerine, maddî haklarına da zulmetmişlerdir. CHP’nin tek partili yönetim dönemini (1923-1950), 27 Mayıs 1960 ve Ekim 1961 sonu arasında kalan o bir buçuk senelik dönemi kastetmiş oluyoruz. Bunun dışındaki dönemler az önce yapmış olduğum nitelendirmeden hisseleri varsa bile yönetim felsefeleri o kavramlara dayalıydı diyemeyiz. CHP bu bahsini ettiğimiz iki dönemin dışında da elinden gelen bütün imkânlarla “Hakk düşmanlığını” ve “halk düşmanlığını” devam ettirmeye çalışmıştır ama yönetimde olmadıkları için bahsini ettiğimiz dönemlere nazaran zayıf kalmıştır. “Hakk ve halk düşmanlığı” çok net.
Bunun arkasında Batılıların tabiriyle “Oportünizm” yatar. Batılıların tabirini kullanmak hoş değil; ama bizim medeniyetimiz şu an yeniden inşâ aşamasında olduğu için kendi ıstılahımız da çok gelişmiş değil. Böyle yoğun Batılı bir terminoloji dili kullanmaktan bir Müslüman olarak esasen çok ciddi rahatsızım ve bunu her platformda yeri geldikçe paylaşıyorum.
Medeniyetin yeniden inşâı meselesinde dil çok mu önem arz etmektedir? “Her dil yeni bir dünya görüşü müdür?”
Kesin olarak katılıyorum. Kullandığınız kavramlarla düşünürsünüz. Batılı kavramları kullanarak, salih ve aydınlanmış, tam eksiksiz bir Müslüman olarak düşünmek imkânsızdır. Bu sizin gayretinizle, kişisel birikiminizle, takvanızla ve hassasiyetinizle ilgili bir şey değil. O anlamda ne kadar mükemmel olursanız olun, insanı aşan bir durum var. Kavramlarla düşünürsünüz.
Her kelimenin bir aslı var. Bizim bugün kullandığımız birçok kelime uydurukça…
Evet, bu da ayrı bir hicran. Açık konuşmak gerekirse bizim cenah diyebileceğimiz İslâmî çevrelerin yaşadığı eziklikten ve aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir netice bu. “Daha entel bir duruş sergileyeyim, karşı tarafın beni kabulü, bana itibar etmesi, bana belli bir statü vermesi kolaylaşsın” psikolojisi. Geçmiş yılların etkisiyle bizim cenahın şuur altı çok ciddi olarak ezik. Bu yüzden refleks-reaksiyon bazında bir tepki oluşuyor. Bu durum, bizim şuurlu Müslümanlar olarak en acil planda kırmamız gereken, mücadele etmemiz gereken engellerden bir tanesi.
Aslında temel yanlışlardan bir tanesi de karşı tarafa kendini ispatlamak için, Batı karşısında yeniden oryantalize edici bir tavır alınması. Aksiyoner bir tavır ortaya koymadan kurtuluş mümkün müdür?
Değildir. Bana göre bu durumun panzehiri şudur: İki yıl önce bu konu ile ilgili birkaç tane makale yazmıştım. Kavramsallaştırdığınızda ben ona “bugünün hicreti” ismini veriyorum. Bugün yapılması gereken hicret, fizikî-coğrafî bir olay değil. Kurum bazında, yaşama biçimi bazında, kavramlar bazında karşı tarafla ilişkimizi tamamen koparmak. Bunlarla mutlak manada ilgilenmemek de değil. İzahı biraz karışık bu konunun; fakat karşı tarafa kendimizi kabul ettirme ya da beğendirme başlığı altına koyabileceğiniz bütün tavırları, duruşları, hareketleri kendi zihin dünyamızdan tamamen silip atmak. Rahmetli Seyyid Kutup’un çok güzel bir vecizesi var; “Emperyalizmi zihinlerinizden çıkarın, o da sizin topraklarınızı terk edecektir.” Şimdi burada bizim yapmamız gereken bu vecizeyi pratiğe dökmek. Mesela Ertuğrul Özkök bizim için önemsenen bir insan olmamalı. Diyelim ki bu adam bir yazısında Müslümanları rahatsız edecek bir şeyler kaleme almış, bizden bir sürü insan hurra bu adama tepki gösteriyor, hücum ediyor. Bunu yaptığımızda 1-0 mağlubuz.
Şahsiyet kazandırıyoruz karşımızdakine reaksiyon temelli cevap verdiğimizde..
Evet. Siz karşınızdakine kızdığınız nispette, hatta küfür ettiğiniz nispette hiç farkına varmadan karşınızdakini ne kadar önemsediğinizi ispat etmiş oluyorsunuz. Doğru tavır, “yok muamelesi” yapmak. Dünyamızda ona dair bir yer olmaması lazım. Sembol bir isim olarak Ertuğrul Özkök dedim, yoksa ona özel bir takıntım yok. Bu sembolle özdeşleştirebileceğimiz kişi, kurum, değer, yargı, kavram ne varsa, bunların hepsinin bizim tarafımızdan düşman muamelesi görmemesi gerekiyor. Az önce arz ettiğim sebepten dolayı otomatikman değer veriyorsunuz demektir. Yok muamelesi yapmak lazım.
Şuan yeni bir medeniyetten bahsediliyor. Yakın tarihin getirmiş olduğu tesirlerden kurtulmadan bir medeniyet inşâ edilebilir mi? Bu tesirlerden kurtulabildik mi?
Bu tür hadiseler toplumsal nitelikli olduğu için bir anda başlaması-bir anda bitmesi, çok keskin kırılmalara-köşelere sahip olması mümkün değil. Kesinlikle bunlar süreçlerdir. Şu anki süreçte o bahsini ettiğimiz resmî tarih etkisinden kurtulamadık; fakat kendi tarih tasavvurumuzu inşâ etme sürecindeyiz ve bu manada zaman bizim lehimize. Bundan beş sene önce bu kadar değildik. Gidişat bu dönemde müsbet ama daha bir hayli vakit alacaktır.
Peki, tarih tasavvurundan bahsettiniz. Bizim tarih ölçümüz nedir, ne olmalıdır? Tarihe hangi perspektiften bakmalıyız?
Esasen bu sorunun cevabı çok belirleyici ve çok da geniş… Çok klasik bir tanımla “Kur’an-ı Kerim ve Sünnet” olmalıdır, diyebiliriz. Başlangıç düzeyinde sayabileceğimiz bir kısım çalışmalar da var. Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet’e dayalı… Altını çiziyorum önemli bir husus, bir tarih felsefesi ve bir tarih metodolojisi inşâ etmek mecburiyetindeyiz. Şu ana kadar bu vadide hiçbir çalışma yapılmamış diyemeyiz. Tarih Felsefesi ve Metodolojisi derken ikiye ayırıyorum. Kişisel bir iddiam yok; ama tatbik etmeye çalışıyorum kendi kendime. Nedir o? Batılı sosyal bilimlerin özellikle tarih metodolojisi yaklaşımının geliştirmiş olduğu, sağlamlığı açısından bilgiyi test etme usûlleri vardır. Buna kabaca tarih metodolojisi diyoruz. Bizim diyebileceğimiz birçok insan bile Batılılara ait metodolojiyi kullanmıştır. “X” kitapta okuduğunuz “Y” tarihî bilgisi gerçekten güvenilir bir malzeme midir? Bunu alıp kendi kitabınızda ya da sunumuzda kullanabilir misiniz? Bu büyük ölçüde yalandır-yanlıştır deyip üstünü mü çizmeniz lazım? İşte bu kritik…
Cumhuriyet tarihi boyunca bizim tarihçilerimiz diyebileceğimiz insanların, hepsini birden hatırlamaya çalışıyorum bir kısmının bu konularla hiçbir alakası ve bilgisi olmamıştır. Tarih bir metodolojiye dayanmalıdır; kullanacağınız bilgiler sistematik bir süzgeçten geçirilmelidir, ona göre kullanılmalı veya reddedilmelidir. Hiç bu tür kurallara kafalarında yer vermemişlerdir. Bunları tabiî en mütevazi şekliyle bile işin doğrusu “tarihçi” diye isimlendirmek haksızlık olur. Tarih ilmine saygısızlık olur. Fakat oldu bizim cenahımızda böyle isimler. İkinci bir grup bunlara göre sayıca çok daha az. İşin bu metodoloji konusunun farkındadırlar. Becerebildiği kadar o kurallara riayet etmiştir; ama Batılı tarih metodolojisini aynen alıp kullanmıştır. Bu tür insanlara da, başka bilim alanlarında da bu tür insanlar çok var. Bu insanlara hep şu ithafta bulunurum: “Bu insanlar kalbiyle Müslüman, kafasıyla Müslüman değil.” Onlar için İslâm temelinde aslında üç ana mesele olması lazım: İnanç biçimi – düşünce biçimi – yaşama biçimi. Bu tip insanlar için İslâm genellikle, “inanç biçimidir”, “yaşama biçimidir” ama nedense “düşünce biçimi” değildir. Çünkü işin düşünceye ait kısmında hemen Batıya müracaat etmekte, oradan aparmakta; hatta bu tavrını çok şiddetli şekilde müdafaa edebilmektedir. Bunlar aşıldı şimdi. Ben kendi başıma yeniden bir İslâmî tarih metodolojisi inşâ edemeyeceğim için bu çok ütopik bir hedef olur. Bizim medeniyetimizde geçmiş asırlarda hadis ilmiyle ilgili olarak inşâ edilmiş muazzam bir hadis usûlü birikimi vardır. Bunun içinde ‘Cerh ve Ta’dîl’ sistematiği var. Bu sistem çok uygun düşüyor, ben pratik olarak bunu kullanıyorum. Ben bir Müslüman olarak kendi kitaplarıma ya da sunumuma, programıma alacağım bilgileri ya da atacağım bilgileri kullandığım kaynaklardan ayıklarken, ‘Cerh ve Ta’dîl’ sistemine dayanıyorum. Yolumu ona göre çiziyorum. Bu bir acil durum metodu, şu günü kurtarmaya yönelik bir metod. Hiçbir metoda sahip olmamaktansa ya da bütün bu eleştirilerden sonra gene de gidip Batılıların yaptığı gibi o işi yapmaktansa, çok yakın bir ilim disiplini olarak hadis usulü sistemini kullanıyorum. Sallapati yapmıyorum, Batılıları taklit etmiyorum. Bana ait olanı kullanıyorum. Bu işin de ‘bizim mütefekkirimiz’ diyeceğimiz insanlar tarafından ele alınıp, ihtiyacın giderilmesi lazım. Onu pratikte de tatbik ettiğim için iyi biliyorum. “Cerh ve Ta’dîl” usulü İslâmî bir tarih metodolojisinin inşâ edilmesinde çok mükemmel bir başlangıç zemini oluşturur. Üzerinde çalışılması lazım.
Resmî tarihi ilk eleştiren ve belki de bu sayede bugün bu kadar eleştirilebilmesinin ilk önünü açan bizce Necip Fazıl’dır. Burada Üstad’ın hakkını vermek lazım. Kendisi “ben bir tarihçi değilim” diyor. Bu açıdan bakarsak tarihçi kime denir? İyi bir tarihçi olmak için illa tarih üzerine bir diplomaya sahip olmak mı gerekiyor? Üstad yeni bir tarih tasavvuru ortaya koydu. Velev ki Üstad’ı tarihçi saymayalım, resmî tarih eleştirisinde eşikleri aşacak olan tarihçiler neredeydi o dönemde de bu işi Üstad yaptı?
Tarihçi olmak için illa bir diplomaya gerek olmadığı kanaatindeyim. Beylik bir konu bu. Diplomanın ve formasyonun niteliği itibariyle çok daha gerekli olacağını düşüneceğiniz pozitif bilimlerde bile, laboratuvar bilimlerinde bile diploma kesin gerekmiyor. Mesela, Edison alaylı, keza Albert Einstein da alaylı. İnsaflı olmanın gereği, Müslüman olmanın gereği olan, o kişinin etiketine, titrine, diplomasına bakmak değildir. İster TV programı, isterse kitap… Bu adam, tarihçilik formasyonunun ürünü sayabileceğiniz bir ürün koyuyor mu orta yere, oturun onu izleyin. Ondan sonraki kararınızı da ortaya koyduğu ürün üzerinden analizi yaparak verin. Mesela Bediüzzaman’ın medrese hayatı hepi topu 3 aydır ve 87 sene yaşamış bu insan. Şunu iddia ederim ve arkasında da dururum, kelam ilmi dediğiniz vakit bütün bir İslâm kelam tarihinde, Bediüzzaman’la aynı listeye koyabileceğiniz 10 kişi çıkmaz. Üç ay mektebe gitmiş. Bunu başka ilimlerde de çoğaltmak mümkün. “Ayinesini iştir kişinin lafa bakılmaz” kuralından yola çıkarak hareket edip diplomadan önce ortaya konmuş olan eser değerlendirilmeli. Hüküm de eserin niteliğine göre verilmelidir.
Necip Fazıl’ın resmî tarihi ilk eleştiren ve önünü açan olduğuna kesinlikle katılıyorum. O dönemde Müslüman kimliğine sahip tarihçi diyebileceğiniz insanlar var mıydı sorusuna cevabım: Hiç kimse yoktu. Az önce işaret ettiğim noktalardan yola çıkarak rahmetli Necip Fazıl hakkında eleştirel mânâda çok fazla şey söylemeniz mümkündür fakat haksızlık etmiş olursunuz. Neden? Üstad Necip Fazıl sahip olduğu birikimin müsaade ettiği nispette, profesyonel bir tarihçide olması gereken niteliklerden elinde bulundurabildiği kadarıyla yapmıştır. Eğer işe tamamen teorik, kuramsal nazarla bakarsanız eleştireceğiniz bir şeyler çıkması muhtemeldir. Ama Üstad Necip Fazıl’ın devrinde başka hiç kimsenin olmadığı gerçeğini göz önüne alırsanız eleştirmek haksızlık olur, vicdansızlık olur. Yolu açmıştır Üstad Necip Fazıl, arkadan gelenlere işaret etmiş, hedef göstermiştir. Ve nihayetinde bugün tabii Üstad Necip Fazıl’ın devrine nazaran çok daha iyi noktalara gelmişizdir. Kendi tarihçilerimize sahip olma itibariyle…
Bir önceki soruyla bağlantılı olarak, “tarih ölçümüz Hadis’e ve Kur’an-ı Kerim’e göre olmalıdır ve İslâm perspektifinden bakmalıyız” dediniz. Peki, bunu hangi dünya görüşüne nisbetle tatbik edeceğiz.
Buradaki temel ölçü de Kur’an-ı Kerim. Onun açıkça işaret ettiği gibi tarih felsefesindeki temel ölçümüz, insanlık tarihinin bir “iman-küfür, hayır-şer” mücadelesi üzerine kurgulanmış olduğunu bilmemiz lazım.
Benim ilkokul 2’den itibaren kişisel, tabiri caizse entelektüel hobimdir II. Dünya Savaşı tarihi. Bu ilgiden de kaynaklı bütün hayatım boyunca şu soruyu kendi kendime çok sordum: “Şuurlu bir Müslümanın II. Dünya Savaşı’na bakışı nasıl olmalı?” II. Dünya Savaşı öyle bir savaş ki, bu savaştaki cephelerden biri net olarak Müslüman ülkeler olsalar, az önceki soruyu sormayacağız. Bizim de bakışımızın açısı belli olmuş olacak. I. Dünya Savaşı desek, Osmanlı katıldığı için bakışımız belli. Ama II. Dünya Savaşı’nda doğrudan yokuz. Nasıl bakacağız bu harbe? Burada çıkış yolu, iman-küfür merkezlidir. Ama bu savaşta hepsi kâfir. O zaman bir desteğe daha ihtiyaç duyuyoruz. Tarih felsefemizin özü, hayır-şer kavramları üzerinden olmalı. Şu soruyu soracağız: “Bir tarafta mihver cephesi var, bir tarafta müttefikler var. Bunlardan hangisi İslâm’ın tanımladığı biçimiyle “hayır” kavramına daha yakındır, hangisi “şer” kavramına daha yakındır? Tabiî ikisi de yüzde yüz değil, orantılara bakarak açık konuşalım kendinize taraf belirliyorsunuz, o zaman kendinize perspektif geliştirebiliyorsunuz. Ben bu savaşa “Nazilerin gözüyle bakarak mı yaklaşayım? Yoksa İngilizlerin, Amerikalıların tarafından olarak mı yaklaşayım?” “Mutlak tarafsız bir gözle bakayım” diyen insan ya cahildir, ya yalancıdır. Çünkü böyle bir iddia insan fıtratının, insan yapısının dışına çıkma iddiasıdır. Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. O zaman bir perspektife sahip olmak için orada sizin bir bakış açınızın olması lazım. Bunun da bilinçli olarak oluşturulan bir açı olması gerekiyor. Mesela “hayır ve şer” diyeceğiz…
İslâm’a fayda bakımından da olabilir. Mesela, hangisi İslâm’a faydası olacaksa ben onun tarafındayım.
Tarih olup bitmiş bir şeydir. Geleceğe ait artık o olayın yansıması yok, bitmesinin üstünden 70 sene zaman geçmiş… Yine şöyle diyeceğimiz, Kur’ân’daki temel bakış açısı “ya iman, ya ahlâk” olduğu için her bir ayet, ya imanî bir temelde, ya ahlâkî temelde… İman temeline Allah’ın tanınması ve bilinmesi… İnsan-insan ilişkisinden bahsediyorsa ahlâk temeli… Hayır ve şer derken tamamen saf ahlâkî bir bakış. Bu savaşan tarafların temsil ettiği değerlerden hangisi daha ahlâkî idi. Mesela savaşı müttefikler kazandı. Onların kazanması üzerine kurulmuş olan dünya mı daha olumlu, yoksa Nazi cephesi kazanmış olsaydı, totaliter devletler kazanmış olsaydı muhtemelen o zaman kurulacak olan dünya mı ahlâkî, İslâmî – imanî kriterler açısından daha olumlu bir dünya olacaktı? Çıkış noktanızın bu olması lazım ona göre de safınızı belirlersiniz…
Siz İslâm birliğinden çokça söz ediyorsunuz. Bu birliğe neden ihtiyacımız var? Bunun hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Oradaki düşünce silsilesini sonundan başlatarak başa doğru geleyim derim. Allah tarafından kâinatın yaratılış gayesi varlığının tanınması ve bilinmesi… İnsanın yaratılış gayesi kezâ O’nun varlığının tanınması bilinmesi… İnsan tanıyacak bilecek, kâinat tanıtacak bildirecek… İnsan kâinata bakarak Allah’ı tanıyacak. Burada bir zincir kuracağım ama zinciri sondan geriye doğru kuruyorum son nokta bu… Bunun da ötesinde bir gaye var mı derseniz? Varsa da bu yaşa kadar ben öğrenemedim… Bu zincirin bittiği yer, bizim yaratılış maksadımız açısından… Bunun bir adım öncesine gelelim; dedik ya zinciri tersten kuruyorum… Bunun bir adım öncesi; Bakara Suresi’nin 30. Ayetinde dile getirilen ifade: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”. Tanınma ve bilinme için Cenab-ı Hâkk yaratacağı insana “halife” diyor. Kendisinin halifesi… İnsan bu dünyada Cenab-ı Hakk’ın hilafetiyle yükümlü-sorumlu olan varlıktır.
“Ben âlemi insan, insanı da marifetime ulaşsın diye yarattım…” kutsî hadisinde olduğu gibi.
Bu manayı destekleyen daha başka ayetler ve hadisler de var. Mesela “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim âlemi yarattım”. Şimdi bu silsilede bir adım öncesine gelirseniz, insanın bu dünyada ve kâinatta halifetullah işlevinin gerçekleşebilmesi için İslâm’ın mutlak hâkimiyetinin inşâ edilmesi lazım… İslâm’ın mutlak hâkimiyetinden kastettiğim şu, bireyin-toplumun hayatında da, maddi-manevi düzlemde de Kur’an ve sünnetin emirleri tartışmasız-pazarlıksız-tavizsiz harfiyen yerine getirilmelidir. İslâm’ın mutlak olarak eksiksiz olarak uygulanması… Asr-ı saadette bu din nasıl algılandı, nasıl uygulandı ise bireyin hayatında da, toplumun genel hayatında da aynı mükemmeliyetle uygulanacak… Bakara Suresi 85. Ayette işaret ettiği “Onlar kitabın bir kısmına iman ettiler, bir kısmını arkalarına attılar” durumu olmayacak. İslâm’ın mutlak hâkimiyetinin gerçekleşebilmesi sebepler açısından baktığımız vakit çok büyük bir maddî güce ihtiyaç gösteriyor… Sebepler açısından o maddî güce ulaşabilmemizin yolu bütün Ümmet-i Muhammed’in siyaset düzleminde de gücünü bir araya getirecek İslâm Birliği… Üniter devlettir, federal devlettir, pakttır işin o kısmına girmiyorum; çünkü teferruat ve bugünden onun adının konması gerçekçi olmaz… Neticede Müslümanlar ve Ümmet-i Muhammed bulunduğu bütün coğrafyalarda tam bir güç birliğine gidecek, bu güç birliğiyle elde ettiği potansiyelle İslâm’ın mutlak hâkimiyetini tesis edecek. Zinciri baştan alalım. Birincisi, İslâm birliği kurulacak, birliğin sağladığı güçle İslâm’ın mutlak hâkimiyeti oluşturulacak. İkincisi, bu oluşturulduğunda Bakara Suresi 30. Ayette ifade edilen insana yüklenmiş olan hilafet vazifesi yerine getirilmiş olacak… Üçüncü, bu durum oluştuğunda temel yaratılış gayemiz olan Cenab-ı Hakk’ı tanıyabilme, bilebilme hedefi tahakkuk etmiş olacak. Dördüncüsü, bunun ötesi de yok… Şunu demek istedim; İslâm’ı pratik hayatında yaşamayan, beş vakit namazını kılmayan bir insan ne kadar zeki akıllı olursa olsun, bu konuda ne kadar geniş bir birikime ve okumaya sahip olursa olsun Allah’ı tanıması, İslâm’ı içselleştirmesi ve yaşama kısmı eksik kalacağından ötürü çok sınırlı olmaya mahkûmdur. Kant bile bunun farkında, o yüzden “pratik akıl” diye bir kavram geliştiriyor. Deniliyor ki, “yaşarsan öğrenirsin”… Sadece kitaplardan okumak suretiyle öğrenemezsin, bizzat içerisine girip yaşaman lâzım. Cenab-ı Hakk’ı temel yaradılış gayemiz olan ve kapasitemizin müsaade ettiği en mükemmel ölçekte tanıyabilmemiz için İslâm’ın mutlak hâkimiyetinin kurulmuş olması ve böyle bir dünyada yaşıyor olmamız gerekiyor.
İslâm Birliği hangi fikre nispetle kurulacak, nasıl bir birlik olacak? Neticede Şiî’si kendini Müslüman olarak niteliyor… Vahhabîsi de var… Birçok farklı gruplar var, bunu nasıl sağlayabiliriz? Hangi fikrî temel?
Bu sorunun detaylarının benim zihnimde hazır cevapları yok. Ana hatlarıyla cevap verebilirim. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat çerçevesi… Çünkü dört halifeden bu tarafa, bu ümmetin nüfusunun yüzde doksanı Ehl-i Sünnet Vel Cemaat çerçevesi içerisinde yaşamış insanlardır. Şunu kastetmiyorum; herkes Hanefî olsun, herkes Eş’âri olsun. Hayır, o değil. Genel çerçeve Ehl-i Sünnet çerçevesi. Bunu İran ve benzerlerinin kesin olarak dışarda bırakalım anlamında da söylemiyorum. Burada benim Ehl-i Sünnet vurgumun özü dışlayıcı değil, toplayıcıdır. Asgarî zemin oluşturulduğu takdirde, onlar da böyle bir yapının içerisinde yer almaya gönüllü oldukları takdirde, bizden onlara “mezhebinizi terk edin!” gibi zorlama gütmeksizin bir Câferiya Şiası da, Zeydiye Şiâsı da bu yapının içerisine kabul edilmeli… Dışlayıcı, düşmanca bir tavır onlara karşı da alınmamalıdır. Benim bakışım son tahlilde vicdanîdir. Ben bu insanlarla günde beş sefer aynı kıbleye yöneliyorum. Dolayısıyla, vicdanım Batılı kâfire baktığım gözle o insanlara bakmama müsaade etmez. Tabiî ki yakın zamanlarda olan olaylarda bu vicdan da çok yaralandı. Özellikle Suriye… Suriye olayları başlayıncaya kadar 2006 senesinde Hizbullah’ın Lübnan’da İsrail’in istila teşebbüsüne karşı ortaya koyduğu direnişten ötürü belki biraz mübalağalı olacak ama Hizbullah sempatizanıydım… Bunu her yerde dile getirdim, alkışladım. O dönemlerde bir iş adamı arkadaşım o günlerin sıcaklığı içinde “vicdanen ızdırap duyuyorum, ne yapayım?” diye akıl danıştı. Ben de, “Hizbullah’a para yardımı yap” dedim. Çünkü bu adamlar cihad ediyor benim için. Bunlar benim kanımın, canımın, özümün düşmanı olanla er meydanında canını ortaya koymuş cihad ediyor. Fadlallah’ın “herkesi Fethi Yeken’in arkasında Cuma namazına davet ediyorum” gibi açıklamaları çok hoşuma gitti. Son Suriye hâdisesinde onların olsun, İran’ın olsun tutumu beni vicdanen çok yaraladı ve bu bakışımı değiştirdi.
İran’ın tarih boyunca Batı’ya, emperyalistlere karşı bir savaşı oldu mu? Hep Ehl-i Sünnet’e saldırdılar.
Evet, Batı’ya karşı bir çıkışı yok… Tarihi o açıdan ele alırsanız, Osmanlı’nın kuruluş-genişleme döneminde Batı’yla iki-üç tane ciddî işbirliği teşebbüsleri de vardır. Hatta Haçlılarla anlaşma yapmışlar “siz Batı’dan biz Doğu’dan Osmanlı’yı iki ateş arasına alalım” diye… Buna rağmen bugünkü tavırları müsbet olursa, uzlaşmacı olursa bu Müslüman güç birliğine iyi niyetle katılacak gibi olurlarsa, bunları bile unutalım, silelim… Churchill’in güzel bir sözü var; “Bugününü geçmişle kavga ettiren, geleceğini kaybeder” bu tuzağa düşmeyelim. Ama tekrar ediyorum; Hizbullah’ın öyle yapması, İran’ın da aynı şekilde davranması beni çok yaraladı.
Baran Dergisi’nin son kapağını gördünüz. Bu sayımızda Vahhabîlik ve mezhepsizlik mevzularını işledik. Vahhabîliğin İngilizler tarafından desteklendiği konuşulan bir şey, bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Özellikle 18. Yüzyılın sonlarında Abdulvehhab’dan itibaren İngilizler tarafından desteklenmiş olması, o dönemin siyasî stratejik konjonktürüne ve İngiliz siyaset felsefesine çok oturan bir hâdise… Tarihte öyle iddialar vardır ki, “uçmayın bu oturmuyor” dersiniz. Örnek verelim; F. Gülen’in iddiası “İran İslâm devrimini Amerika yaptırdı”. Çok marjinal bir iddiadır. Bu iddiayı kabul ettiğinizde 1970’li, 1980’li dünya siyasî tarihî adına bildiğiniz her şeyi silmeniz lazım. Her iddianın kendi büyüklüğü oranında güçlü delili olması lazım. Misal herkesin namuslu bildiği bir kadın hakkında diyorsun ki, “bu kadın fahişe”. “Bu da nerden çıktı” diye sorunca, “kahvede yan masadakiler aralarında konuşurlarken kulak misafiri oldum” diyorsun. Böyle bir iddianın delili, bu olamaz. Böyle zayıf bir delili varsa, o dile getirilemez. Bu açıdan baktığımız vakit özellikle ortaya çıkış ve kuruluş itibariyle Vahhabîliğin arkasında bir komplo olması ihtimali -hatta öteye taşıyayım- 1920’lerin başlarında Vahhabîler Necit Çölü’nden geliyorlar, Şerif ailesini Arap Yarımadası’ndan tard ediyorlar, bugünkü Suudi Arabistan kuruluyor; bu olayın arkasında İngiltere’nin bulunuyor olması, yüzde 95 ihtimaldir. Bugüne geldiğimiz vakit gizli ilişkiler hakkında somut bir bilgim yok.
Vahhabiliğin temelinde fikri olarak ne var?
Fikri olarak Vahhabîliğin temelinde daha önce Haricîlik şeklinde kendisini ortaya koymuş olan, ilimden ve her çeşit ilmi hassasiyetten, kavramdan uzak duran çöl bedeviliği var. Cehalet var, kabalık var… İslâm öncesinden gelen Arapları ikiye ayıran bir kültür var, bir yaşama biçimi var. Mekke ve Medine merkezlerinde yaşayanlar, cahiliye devrinde bile çöldekilere göre daha yontulmuş tiplerdir. Örneğin, kız çocuklarını öldürme âdeti cahiliyede, şehir Araplarında hemen hemen hiç olmayan bir şey. Çöldekiler yapıyorlar bunu. Dünya’nın neresine giderseniz gidin, dağda bayırda göçebe bir hayat yaşamak mecburiyetinde kalan topluluklar daima dönemin medeniyeti bakımından hep geridir. Çevre şartları, objektif yaşama şartları bunu gerektiriyor. Adam sabit bir yerde yaşamayınca orada medrese kurup talebe yetiştiremez, medeniyet inşa edemez ki. Buradan gelme bir damar hâlâ kendisini devam ettiriyor. Tabiî ki, çok değişkenliğe maruz kalmışlar. Bunun İslâm tarihindeki ilk kitlesel ve çarpıcı tezahürü Haricîler… Haricî mantığı şu; bir sahabinin oğlu ellerine esir düşüyor karısıyla birlikte ve en sonunda da katlediyorlar. Henüz ellerinde esirken, bir gün bir hâdiseye şahit oluyor ve şaşırıyor. Görüyor ki, yetimlerin malını kendi yemeklerine karıştırmama konusunda korkunç bir hassasiyet var. “En müttakî Müslüman benim” diyen imrenir. O müthiş hassasiyeti gösteren adamlar, birkaç gün sonra ellerine geçmiş esirler arasındaki yetim çocukların kılıcı tepesinden bir indiriyor, çocuğu ikiye bölüyor. “Siz ne yapıyorsunuz? Daha iki gün önce bir lokmaları karışmasın diye peygamberane bir tavır sergilediniz şimdi ise parça parça ediyorsunuz” diyorlar. “Kur’ân’da ‘Yetimlerin yemeğini kendi yemeğinize karıştırmayın’ diyen ayet var. ‘Yetimi kesmeyin’ diye bir ayet yok ki” diye cevap veriyorlar. Bu haricî mantığı işte… Bu mantık Vahhabîlik üzerinden devam ediyor. İşin özü tek kelimeyle bedevi çöl cehaleti…
Bir de güncel olması bakımından Mescid-i Aksa’da olanlarla alakalı neler söylemek istersiniz? Bu yapılan hakaretlerin sonu gelmeyecek mi?
Bir menkıbe ile cevabını vermiş olayım. Az önce de işaret ettiğimiz “İslâmî tarih felsefemizin belirleyici, stratejik, kendine has, aslı neler olmalıdır”a da uygulamalı bir örnek olsun…
Osmanlı devrinde veliyullahtan bir zat var. Çok yaşlı ve fakir… Vefat etmeden önce bütün derdi hacca gitmek ve o farzı da eda etmek. Ama maddî imkânı yok. İstanbul’dan Hicaz tarafına kalkacak bir kervan olduğunu işitiyor. Gidiyor kervan reisine kendi durumunu anlatıyor. Kervan reisi ehl-i insaf ve ehl-i hayır bir adam… Etkileniyor. “Baba senin de sevabına ortak oluruz, duanı alırız. Medine’ye kadar bütün yol masrafın, bakımın bana ait Allah rızası için.” diyor. Yola düşüyorlar. 3 ay olmuş, Medine’ye 1-2 konak kalmış. Yolda kervanın önün bir eşkıya çetesi kesiyor. Kervanı soyuyorlar. Bu ihtiyar veliye geliyorlar cebinde 5 kuruş parası yok, üstünde çuldan bozma bir elbise ona ilişmiyorlar. Eşkıyalar tam oradan ayrılıp gidecekken, ihtiyar zat arkalarından sesleniyor, “Kervan reisinin sırtında bir gömlek var, en az iki bin altın eder, onu da alın” diye. Dönüp kervancıya diyorlar ki “çıkar gömleği”… Kervancının bütün kervanı kaybetmekten daha çok, bu ihanet ağrına gidiyor. Kendi kendine “biz bunu Allah dostu diye hiçbir maddî beklenti olmadan, yedirdik-içirdik. Resmen ihanet etti, sattı bizi, çırılçıplak bıraktı” diyor. Aradan bir gün geçiyor, hükümet kuvvetleri, kervanın önünü kesiyorlar… “Eşkıya çetesi yakalandı, sizin de bir zararınız varsa şu beldeye uğrayın malınızı, paranızı alın” diyorlar. Kervan dönüyor kasabaya, içeriye girerlerken bakıyorlar şehrin girişinde iki taraflı sehpalar kurulmuş, o çetenin bütün elemanları ipte sallanıyor. Gidiyorlar o gömlek de dahil bütün çalınan eşyaları geri alıyorlar. Sevinen kervan reisi düşünüyor “ben ihtiyar için suizan ettim, ama iyi birine benziyor. Aklımın ermediği bir şey vardır belki, gideyim açık açık ona sorayım”… “Sen neden bu hainliği yaptın” diye soruyor velîye. Allah dostu zat gülüyor, “Oğlum bunlar 30 senedir bu çölde eşkıyalık yapıyorlar. Şu kadar Müslümanın kanına girdiler, canını aldılar… Şu kadar Müslümanın malını gaspettiler. Bunların hepsinin ahları üst üste bindi… Bindi… Bindi… Dün sizin kervanı soydular, gömleği almadan giderlerken perdeyi gaip kalktı gördüm ki, bunlardan zarar görmüş olan müminlerin ahlarıyla, beddualarıyla gayretullah arasında bir gömleklik boşluk var. Onu görünce, geri çevirdim onları… Dedim ki ‘şu gömleği de alın’… Sen bir de o gömlek için ah ettin, sonuç ise gördüğün gibi…”
Şimdi Allah’ın inayetiyle Cenab-ı Hakk, bu Filistin coğrafyasını Yahudi kavmine dar edecek, aynen hadiste dendiği gibi… “Duvarın arkasına saklanacaklar, kurtulamayacaklar”, ama o belaların bunların üstüne inmesi için vesile lazım… Hani bizim halkın tabiriyle; geberecek köpek cami duvarına işer… İşte bu misal… İşeyecek ki, belası gelsin. Bu olaya da Batılı sosyal bilimci gözüyle bakamayız bir Müslüman olarak… Kuşbakışı bakmamız lazım… Cenab-ı Hakk’ın varlığını, fiilen işin içerisine sokarak, hikmet kavramını işin içerisine sokarak bakmamız lazım… Allah’a karşı hüsnü zannı koruyarak bakmamız lazım. İnşâallah o bölgeyi Yahudilerin başlarına yıkacağız, işte şimdi bunun alt yapısı hazırlanıyor…
Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim…
Aylık Dergisi 123. Sayı, Aralık 2014