“Diyalektik, fikrin kendisi değil, düzenidir, nizamıdır.” (1)
İbda Hikemiyâtı’nın bize öğrettiği bir hakikat olarak biliyoruz ki, her beşerî aksiyon, en iptidaî seviyede dahi olsa, ideolojik bir hüviyet arz eder. Yeryüzündeki her cismin yer çekimi kanununa tâbi olması gibi, adını ne koyarsanız koyun, muhtevasında şuur olan fikrî ve amelî her davranış, kaçınılmaz bir şekilde “faili”nin dünya görüşünün bir tezahürüdür. Tabiî burada ifade etmeye çalıştığımız, her insanın dünya görüşünün, hakikate nisbeten şekillenmiş, kendi içinde tutarlı, dört başı mamur bir fikirler bütünü olduğu değildir. Söylemeye çalıştığımız şu: Kendisini insana dayatan, kaynağı insanın içinde veya dışında olan her fenomen, Mutlak Varlık tarafından (maddeci veya ruhçu diğer inanış sahiplerine göre de kendi inandıkları tanrı veya tanrılar tarafından) öğrenme kabiliyeti ile temayüz eden zekâ melekesi ile potansiyel olarak teçhiz edilmiş insanda akisler bulmakta ve bu akislerin kendince bir düzen çerçevesinde işlenmesi suretiyle o insanın dünyaya bakışı teşekkül etmektedir. Bu öğrenme ve işleme sürecinin, kişinin çevreden aldığı lisan ile mümkün olabildiğini de burada belirtmek lazım. Konumuzu fazla dağıtmadan söyleyelim ki, içgüdü, DNA vs. marifetiyle ebeveynden çocuğa intikal edemeyen, ÖĞRENİLMEK ZORUNDA OLAN ve HEP DIŞARIDAN ALMAYA MAHKÛM OLDUĞUMUZ lisan meselesi bile tek başına ruhçuluğun ve nihayet İslâm’ın hakikatinin tescilidir.
Yukarıda da kısaca aktarmaya çalıştığımız gibi, her insanın dünyaya kendine has bir bakışının olması kaçınılmaz… Bunda kıstasımız doğruluk veya yanlışlık değil; hâli tesbit anlamında söylüyoruz bunu. Ama insanın dünyaya bakışını yansıtan bu fikrî muhteva nasıl bir tertip içinde beliriyor? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, kendisini hangi nisbetler çerçevesinde oluşturuyor?
Her insanın, kendi iç âlem düzenini oluşturma peşinde koştuğunu, manevî bir tatmin oluş-manevî huzur arayışı içinde hayatını geçirdiğini, ancak sağlam bir dayanak bulamadığı sürece ruhen hep sallantıda kaldığını, en azından kendi şahsî tecrübelerimizden biliyoruz. Kendi benliğini oluşturma sürecinde, nisbetleri yerli yerine oturtamazsa, fikren tutarlı bir bakış açısına kavuşamazsa, oradan oraya savrulup duruyor. Peki, insanlar bunu nasıl engelleyebilirler? Bu sorunun cevabı, bizi, her insanın kendine ait bir fikirleri-düşünceleri sıraya koyma düzenine sahip olduğu gerçeğine götürüyor, ki İbda Fikriyatı’nda bunun adı “diyalektik”tir.
Tanımlama
Diyalektik, Batılı bir tabir ve menşei Eski Yunan’a kadar uzanıyor. Sözlükte “karşılıklı konuşma ve tartışma sanatı, gerçeği karşılıklı konuşmalarla kavramdan kavrama geçerek ve çelişkileri ortadan kaldırarak arayıp bulma usûlü, eytişim, cedel” mânâsına gelmekte. Yine, Eflatun’un “idealist” felsefesinde bütün gerçeklerin temeli ve ölçüsü olan “iyi” ideasına götüren biricik yoldur diyalektik metod.
Hayatın düalizm üzerinden yürüdüğünü Batı’da ilk fark eden Sokrates’ti. Hakikate erişmenin iki zıtlığı telif etmekten geçtiğini anlamıştı. Batı felsefesindeki “diyalektik metod”un bânisidir Sokrat… “Tek doğru”nun karşısındaki yanlışları nihayetinde varabileceği en uç noktaya kadar götürüp yanlışlığını karşısındaki muhatabına tescil ettiren, bunun için de beşeriyetin en temel ahlâkî telakkilerini kullanan bir metoddu onunki. İslâm Hikemiyâtı’nda “cedel” adıyla maruf olan bu metod, iki zıt fikrin, umumiyetle beşeriyetin ortak ahlâkî ve aklî değerlerini kıstas alarak, en uç noktasına sürüklenmesi ve “doğru” veya “yanlış” olduğuna o şekilde karar verilmesi esasına dayanmaktadır, ki hâlen en temel münakaşa metodu olarak kullanılmaktadır. Tarihî gelişimi içinde bu tabir Hegel’e kadar bahsettiğimiz mânâda kullanılmış, Hegel ile birlikte Batılı felsefeciler nezdinde bütün kâinatı izah eden oluş usûlü hüviyetini kazanmıştır. Bu kazanımda Marksistlerin rolünü de inkâr etmemek lazım. İslâm Hikemiyâtı’na ait “her şey zıddıyla kaimdir” hikmetinin Batılı bir göz tarafından yakalanışıdır Hegel’in yaptığı. Yaptığı riyazet neticesinde nefsinin dayanamayıp kendisini terk etmesi üzerine “sen bizim için nefsinle birlikte sevimlisin” hitabına mazhar olan büyüğün hâlinden mülhemdir belki de Hegel’in görüşleri. Her ne olursa olsun, uzak doğu felsefelerinden Aztek medeniyetine kadar bilinen “oluşun zıtlıklar üzerinden yürüdüğü, zıtlıklar olmasa bu oluş âleminin mümkün olamayacağı” hakikati Hegel ile Batı felsefesinde yerini bulmuştur.
Diyalektiği ilk olarak bir münakaşa metodu şeklinde kullananın Sokrates olduğunu ifade etmiştik. Ama onu felsefî literatüre “oluş”un temel mekanizması olarak sokan Hegel’dir. Üstad’ın İslâm önünde Batı medeniyetini hesaba çektiği “Batı Tefekkürü-İslâm Tasavvufu” isimli eserinden:
“Fakat (Hegel)de materyalizm gaye ve temel idrak olarak teessüs ediyor. Faide mevzuu olarak değil… (…) Onca fikirde üç hareket vardır: (Tez, Antitez, Sentez)… Hüküm, ters hüküm ve terkip… Eserden müessire yol arayan bir prensipte, maddede kalarak ruhu tasdik ve mutlak müessiri (Allah)ı kabul felsefesi… Bu yine bir nevi (panteizm)… Ama bu arada cihan çapında bir (diyalektik) kuruyor bu adam… Diyalektiği anlatmıştık; fikrin bir nevi zarfı, terkip tarzı… Bir sofranın tanzimi gibi… (Diyalektik) çok mühim bir silah… (Hegel) diyalektiğini aynen aparmışlardır komünistler… Ama onun maddeden ruha geçiş yolunu tıkayarak ve böylece fikir namusuna kıyarak…” (2)
Salih Mirazabeyoğlu’nun Doğu ve Batı’daki bütün büyük kafaları hülasa ettiği “Büyük Muztaribler” isimli kitabında ise Hegel şöyle anlatılmaktadır:
“(Hegel’in) maddeyi bir nevi düşüncenin pıhtılaşması olarak alan felsefesi, bu bakımdan ‘mutlak idealizm’, gerçeğin oluşma sürecini bitirdikten hayatın düşüncesinin -felsefe!- çıkması bakımından da ‘objektif idealizm’ diye anılır. ‘Düşünce, nesnelerin temelindedir.’… Ruh’un-İde’nin gerçekleşmesi ve gerçekliğin ona dönüşümü serüveninde, gerçekliğin bir birinin zıtları hâlinde tezahüründen hareketle ‘hakikat’in niteliğini belirleme işi olan felsefe, ‘diyalektiğin kanunları’ hâlinde bunu takib eder; buna nisbetle de tarih felsefesi içinde görünen felsefî akımlar da, bulundukları zamanın bir hakikat görünüşüne karşılık olarak gelirler. (…) Hegel: (…) ‘Tomurcuk, çiçeğin açılışı içinde kaybolur’ denebilir, ki tomurcuk, çiçek tarafından çürütülüp reddedilmektedir; aynı şekilde meyve de, çiçeğin bitkinin yalancı bir varoluşu olduğunu bildirir ve kendini bitkinin hakikati olarak çiçeğin yerine geçirir. Bu biçimleri sadece birbirlerinden farklılaştırmakla kalmazlar, aynı zamanda, bağdaşmaz şeyler olarak birbirlerinin yerini de alırlar. Yine de, oynak tabiatları onları organik birliğin birer ânı kılar ve bu birlikte onlar çatışma hâlinde olmadıkları gibi, üstelik ikisi de aynı ölçüde zorunludur; bu eşit zorunluluksa bütünün hayatını yapar.” (3)
Bir de Üstad’ın Hegel felsefesini “aparmakla” itham ettiği Marksist cenahtan Hegel’e dair bir bakış:
“Kısacası, Hegel, doğa bilimlerinde gözlenen gelişmeleri takip ederek ve tarihsel araştırmalarına dayanarak soyutlama gücüyle şeylerin zıtların birliği, çelişkili bütünlüğü olarak tanımlanması gerektiği sonucuna ulaşıyor. (…) Elbette Hegel’in çelişki kavramını, genel olarak yapıldığı gibi, dar anlamda sadece antagonistik çelişki olarak ele almamanız gerekir. Hegel, Mantık Bilim’de gösterdiği gibi, farklılığı, ayrılığı ve karşıtlığı da çelişkinin türleri olarak ele alıyor. Farklılık ve ayrılık ilkesine dayalı ilişkilerde çatışma söz konusu olsa bile, bu ilişkilerde belirleyici ilke iletişimdir. Bu tür ilişkilerde, Hegel’in deyimiyle karşılıklı akım söz konusudur. Çelişki ilkesi, farklılığın en üst biçimini teşkil eder ve çelişkinin hâkim olduğu “ilişkilerde” belirleyici olan çatışmadır. Hegel, burada kısaca sergilemeye çalıştığımız çelişki kavramını geliştirmek ile felsefe tarihinde yapılmış en büyük devrimlerden birisini gerçekleştirmiştir. (…) Hegel’e göre diyalektik, “hareket ettiren ruhtur, bütün doğal ve düşünsel yaşam etkinliklerinin baş ilkesidir” (4)
Diyalektiğe “tertip, düzen, nizam” yönüyle baktığımızda, BD-İbda Fikriyâtınca ele alınana kadar hak ettiği yeri bulamadığını söyleyebiliriz. Hayatın tenakuzlarını, varlık ve oluş problematiğini, mantık çıkmazlarını, algı yanılgılarını, Mutlak Fikir’e bağlı peşin fikir hikmeti ile aşan, merkezî kaide olarak “iman-zevken idrâk” davasını koyan İbda diyalektiği, şuur seviyesinin her değişiminde farklı şekilde tezahür eden hakikatleri, Mutlak Hakikat’e nisbetle yerli yerine koyan, yerinde kullanan bir fikir usûlüdür.
Kişinin (bu kişi sıradan biri de olabilir, büyük bir mütefekkir de) algıladığı eşya ve hadiseleri (yani, nesneleri ve olayları) kendi bünyesinde oluşturduğu merkezî değere istinaden tasnife tâbi tutması, kimini önemli bularak merkezî noktaya doğru yanaştırırken, kimisini de daha geri planda bir noktada konumlandırması kaçınılmaz bir insanî davranış olarak görülmelidir. Bütün bu anlattığımız usûl, etkileşim temelli çalışır ve diyalektik isminin kendisini tarif için niçin kullanıldığını da bir bakıma izahını yapar: İnsan, bu oluşturma süreci boyunca edindiği verilerle hem sürekli kendini yeniler -ki bunun farkında olması gerekmez-, hem de oluşturduğu “yeni kendisi” ile çevresini değiştirir… Bu çerçeveden bakınca, “ideoloji ve diyalektik” meselesinin, beşerî oluşun kaçınılmaz neticeleri hâlinde tezahür ettiklerini müşahede etmekteyiz.
Salih Mirzabeyoğlu’ndan:
“Zıtlıktan bahsedildiğinde iki zıt ‘şey’ veya bir şeyde var olan iki zıt ‘yön’ söz konusudur. ‘Şeyler’ arasındaki veya bir ‘şey’de var olan zıtlık, onun ‘varlık’ ve ‘oluş-hareket ve var olma’ şartıdır. İki zıt şey veya şeylerin her birinde bulunan zıtlık, aynı zamanda varlığının tamamlayıcı vasıflarını ve keyfiyetini gösterir; dikkat edilsin, ‘tamamlayıcı vasıf’…” (5)
İbda Fikriyatı’na göre diyalektiğin tarifini vererek, zıtlıklar bahsinde bir miktar daha duralım:
“Diyalektik, fikrin kendisi değil, düzenidir, nizamıdır… Bir meseleyi anlatırken, herkesin bir diyalektiği vardır… Anne kızını paylarken bile bir diyalektik sahibidir; hangi sözü öne alır, hangisini sona bırakır, ne taraftan ikna eder, nasıl inandırır? Onun için diyalektik, ilmî bir tabirle, sözde, kelâmın içinde, fikrin tahkiyesi, sıralanışı ve düzenidir.” (6)
“Her şey zıddıyla kâimdir.”
Zıddını dışarıda bırakma düzeni; İbda Hikemiyâtı’nda “diyalektik”in tariflerinden birisi de bu… (7) “Suretler olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmezdi” hikmetindeki tecellinin “tecelli” usûlü diyalektiktir. Bir tablodaki resmin/muhtevanın görünmesi için kullanılan çizgi ve boyamalar gibi, fikrin açığa çıkması için zaruri “efradını cami, ağyarını mani” düzeni sağlayan, bunu yaparken de statik değil de dinamik bir metod izleyen mantık formu… Mutlak hakikate istinaden, hakikatin farklı şuur seviyelerindeki görünüşlerini, yanlışların ortasından ayıklayıp çıkarma usûlü… “Aslın görünmesi için gerekli araz” (S.M.) gibi veya resimdeki bir figürün görünmesi için gerekli “fon” gibi, hakikatin ortaya çıkması için de araz hükmündeki yanlışların varlığı gerekiyor; tıpkı güzel için çirkinin, iyi için kötünün lüzumu gibi… Üstad’ın şu meşhur mısraları, bunu çok güzel anlatır:
“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” (8)
İbda Hikemiyâtı’nın bize öğrettiği üzere, tüm varlık zıtlık üzerine inşa edilmiştir, tıpkı bir merdivenin iki ayak üzerinde durması gibi… Tüm varlıklar, sonsuz küçüklükteki atom-altı parçacık âleminden başlayarak insana, onun en üstün ruhî ve zihnî vasıflarına kadar zıtlık ile malul… Zıtların bir birini iteklemesi, çekmesi, tetiklemesi vs. adına ne derseniz deyin, her oluş, hemen yanı başında karşı oluşunu bulmakta veya başka bir açıdan bakarsak, kendi karşı oluşunu, “ortaya çıkmak” sûretiyle kendisi var etmektedir. Yine İbda Hikemiyâtı’ndan öğrendiğimiz “her şey başkası olmadan önce kendisi için vardır” hakikati gereğince, tüm varlık ve oluş, var olmakla “kendisi olmayanı” dışarıda bırakmakta ve bu şekilde tüm oluş diyalektik bir tempo ile akıp gitmektedir.
Büyük Mütefekkir Mirzabeyoğlu, bu hususu şu şekilde ifade ediyor:
“Geceyi gündüz, hayatı ölüm, gençliği ihtiyarlık, teki çift takib ediyor. Bu ahenk içinde ruh sabit olarak, zamanın üstünde, mekânın üstünde bir kuvvet olarak hissediliyor ve ebediyeti de böylece duyuluyor. Bunun içindir ki, ruhumuzda, biri inanmaya ve tasdike, birisi de inkâra ve tekzibe memur iki fakülte beliriyor: Ruh ve nefs… Bütün kavga bundan, bu ikilikten, bu zıtlıktan çıkıyor. Bunu böyle görünce, yani eşyanın birbirinin zıtları içinde tezahürüne bakınca, ruhun bir aksi, bir yansıması hâlinde eşyayı anlıyoruz.” (9)
Bu diyalektik işleyiş, İslâm dışı inanışlar tarafından yanlış anlaşılmış, umumiyetle iki veya daha çok tanrılı inançlara yol açmıştır. Tabii, buradaki en önemli gerekçe, her şeyde bir “zıtlık” görmek şeklindeki felsefî algı kadar, ahlâkî anlayışta oluşan çelişkidir. Mutlak Varlık’ın “kötü”lüğün kaynağı olamayacağı anlayışına dayalı bu telakkilerde, “iyi” tanrı’nın “eşit”i olmasa bile, en azından onun rakibi olan bir “kötü” tanrı vardır. Tüm kötülüklerin kaynağı da işte bu tanrı veya tanrılardır. İslâm’a en yakın semavî din olan Hıristiyanlıkta, kötülüğün kaynağı olma rolü Şeytan’a verilmekte ve neredeyse Tanrı’nın dengi addedilmektedir. Hâlbuki objektif bir iyi-kötü algısı olamayacağını, Peygamberler vasıtasıyla Allah bildirmeseydi, değil iyi-kötü değerleri, lisan dâhil hiç bir beşerî oluşun gerçekleşemeyeceğini yine İbda Hikemiyâtı’ndan öğreniyoruz.
Bütün zihnî sapmalardan ve yanılgılardan fikrî muhtevayı koruyacak olan, doğru fikir ve onu sistematize edecek doğru diyalektiktir. Hakikati peşin fikir hikmetine istinaden arayan, “bulunan aranır” ilkesiyle insan zihninin “ilk önce keşfedip akabinde doğruluğunu araştırma” biçiminde her insanın tecrübe ettiği “çalışma usûlünü” hakikat arayışının yöntemi kılan bir diyalektiğe sahiptir İbda. İbda, 15. İslâm asrında İslâm’ı eşya ve hadiselere tatbik edecek fikir bütününü, onun diyalektiği de bu fikrin hem içe hem dışa dönük organizasyon şemasını oluşturmaktadır. Mutlak Fikir’e nisbetini her daim sorgulayarak sürdüren, İslâm Hikemiyâtı’nın asrımızdaki tezahürü İbda fikriyatı önünde tüm dünya düşünce verimlerini hesaba çekip mânâlandıran bir diyalektiktir İbda Diyalektiği. Bu, İbda’nın zıt kutuplar arası dengenin üstün nizamı olan İslâm’dan nisbetini tam muhafaza ederek aldığını, eşya ve hadiselerin sonsuz tezahüründe, zamanın ruhunu yakalayarak tatbikte kullandığı alet mevkiindeki diyalektiktir. Hakikatin farklı görünüşlerini, “o üstün denge”nin diyalektiğinden aldığı iştiyakla doğru yerine koyan, onlarca veya yüzlerce yanlış arasından hakikati çekip çıkaran bir diyalektiktir; İslâm’ın önünde, hem Batı’yı, hem Doğu’yu hem de İslâm Ümmetini hesaba çeken ve gerekeni gerektiği yerde ve gerektiği şekilde yaptırandır yüzyılın İslâm diyalektiği olan İbda diyalektiği…
Dipnotlar:
(1) (S.Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 85)
(2) (N.F.Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 65-66)
(3) (S. Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, 3. cilt, s. 221-222)
(4) (Doğan Göçmen, Hegel’in Felsefe Kavramı Üzerine Kısa Bir Deneme, s. 8-9)
(5) (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 91)
(6) (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 85)
(7) (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 85)
(8) (N. F. Kısakürek, Çile, s. 438)
(9) (S. Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya -Yılanlı Kuyudan Notlar-, s. 154)
Aylık Dergisi 120. Sayı Eylül 2014