Pazar, Eylül 15, 2024

Kültür ve Dâvâsı

İslâm Medeniyetini ortadan kaldırmak için, milletimiz uyduruk inkılâblarla kendi kültüründen
koparıldı ve “kökü ezelde dalı ebedde” olan İslâm Kültürü yerine Batı’dan ithâl edilen kültür, “Muasır
Medeniyetler Seviyesi”diye dayatıldı. Herkesin ve her kesimin malûmu…
90 senelik Cumhuriyet döneminde, “Muasır Medeniyetler Seviyesi”nde yetişmiş olan
aydın(!)lar bu ızdırabı en derin şekilde hissedenler olması lâzımken, meydana gelen garabetin
güzellemelerini yapmak çilesine(!) talib oldular.
Son dönemdeyse, demokrasi menşeili popülist kavga dâhilinde parsa ekseninde mevzi tutan
aydın(!)lar türedi ve aydın sorumluluğunu dalkavukluk ve “istemezük” nârâsı seviyesine indirdikten
sonra, meseleler meselesi olan Kültür Dâvâsı gündeme getirileceği yerde üzerine toprak atılarak
yokluğa mahkûm edildi.
Yalnızca bir tek çizgi müstesna… “İslâm’a Muhatab Anlayış” dâvâsının çözüm çekirdeklerini
muhteva eden Büyük Doğu ve Büyük Doğu’nun meydana getirdiği anlayışa nisbetle Doğu ve Batı fikir
sistemleri arasında kanatlarını açıp, ikinciyi birinci önünde hesaba çekerek, “anlayış”ı ibda eden İBDA
Fikriyatı…
Tanzimattan bu yana Kültür Dâvâsı hakkıyla hesaba çekilmemiş, ferd ve toplum meselelerine
derinliğine ve genişliğine çözüm getiren bir dünya görüşüne bağlanamamış olmasından ötürü meydana
gelen problemler artarak gündemi meşgul etmektedir; evde yemeğin tuzunu fazla kaçırdı diye karısını
70 yerinden bıçaklayan adamdan tutun da paralel devlet diye anılan zihniyete tüm bu belirtilerin işaret
ettiği tek bir husus vardır, o da kültür problemimizdir. Yâni belirtileri ortada olan bir hastalık toplumu
baştan ayağa sarmıştır fakat başta mevcut hükümet olmak üzere hiç kimse ne bu hastalığın teşhisiyle
ne de tedavisiyle ilgilenmemektedir.
Büyük Doğu-İBDA küliyâtının en mühim meselelerinden birisi olan “Kültür Davası”nı
hatırlatmak, üzerinde bir nebze düşünmek ve düşündürmek maksadıyla bu mevzuyu ele aldık. Evvelâ
mefhumların mânâlarıyla başlayalım ki, hakikatlerin sistemli bir şekilde tecelli edebilmesi için sağlıklı
bir zeminimiz olsun; aynı zamanda, mefhumları incelediğimiz bölümler boyunca mevcud hâlin kısaca
muhasebesine ve son derece sathî de olsa, da mevcudun yerine ne teklif ettiğimize değinmeye
çalışalım.
Kültür Nedir?
Şimdi dışarıya çıksak ve karşımıza çıkan insanlara sorsak; “kültür nedir” diye; hemen hemen
herkes “biliyorum ama anlatamıyorum!” diyecektir; oysaki, bir şeyi anlatamıyor oluşumuz o şeyi
bilmediğimizin en net ifâdesidir esasında… Öyleyse konumuzun künhünde yer alan kültürün ne
olduğuyla başlayalım.
Kültür; topluluğun maneviyâtını meydana getiren gelenek, fikir, yaşayış, sanat varlıklarının
bütünü… Toplumun anlayış, fikir birliğini meydana getiren gelenek durumundaki her türlü yaşayış,
tefekkür, dil, sanat varlıklarının tümü… İnsanın tabiî ve içtimâî çevresine hâkimiyetinin ölçüsünü
gösteren vasıtaların tamamı…
Kültürün lûgat anlamına baktığımızda, direkt bir tanımdan ziyâde karşımızda çeşitli
kavramlardan müteşekkil bir terkib buluyoruz. Bu terkibi meydana getiren bazı kavramları sıralayacak
olursak bunlar; anlayış, ahlâk, dil, fikir, sanat ve temel mesele başlıklarıdır.
Anlayış: Bir toplum veya topluluktaki fertlerde hâkim olan görüş ve inanış faktörlerinin
etkisiyle beliren tefekkür metodu, tefekkür şekli, zihniyet…
Bugün, Türkiye’de hâkim olan kültürde anlayışın neye muhatab olduğuna bakacak olursak;
taklîdî İslâm ile paganlaştırılmış Hristiyanlık arasında gidip gelen, ulvî bir anlayış biçimlendirmekten
ziyâde, nefsânî arzuları aklamaya yarayan, materyalist, hedonist, kemmiyetçi acaib bir “din” ve bu
“din”in muhatabı olan şuur sistemsizliği. Türkiye ve Türkiye gibi Batılılar tarafından dizayn edilen
ülkelerde hâkim olan zihniyeti bu şekilde tanımlayabiliriz.
Anlayış, zihniyet dediğimize göre burada üzerinde konuşulması gereken en mühim hususlardan
birisi de “şuur süzgeci”dir. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu “Kültür Dâvâmız” adlı eserinde diyor
ki; “Şuur süzgeci, toplumda karşılıklı tesirlerle belirlenen ve böylece üyelerine belirli akıl ve duygu
alışkanlıkları kazandıran, yeni doğanlara kendisini empoze eden içtimaî bir vakıa’dır.” Demek ki,
kültürün davranışlarını şekillendiren unsur, akıl ve duygu alışkanlıklarıymış. Öyleyse, Türkiye’de
hâkim olan kültüre bakacak olursak 90 senedir şuur süzgecimiz iğdiş edilmekte, aklımız ve
duygularımız inancımıza olan nisbetinden uzaklaştırılarak materyalist-kapitalist bir nisbete irca
edilmektedir diyebiliriz. Ayrıca materyalizm ve kapitalizme nisbetle şekillenecek olan akıl ve
duygulardan meydana gelecek olan anlayışın da hedonist bir anlayış doğuracağını, bu anlayışın sa
cemiyetle alâkalı olan kültürü, ferd zaviyesinde tutsak ederek hem kültür olmaktan çıkarttığını ve hem
de cemiyeti determine ettiğini ifâde edebiliriz.
Hedonizmin bir topluluğun kültüründeki anlayışa hâkim olması, en başta topluluk hakikatini
meydana getiren nizâmı bozacaktır yahut böyle bir nizâmın oluşmasına müsaade etmeyecektir. Bu
bozulma bir süre sonra tıpkı hayvan sürülerinde olduğu gibi başına buyruk ferdler bütününden
müteşekkil bir toplumun ortaya çıkmasına neden olur. Bugün, Batı, Batı Medeniyeti kültürünün
toplum planındaki sorunlara çözüm getiremediğinin farkındadır ve bu çözümsüzlüğün idrak
edilmesine fırsat tanımamak için sürekli olarak yeni hazlar üreterek asıl problemi gizlemeye
çabalamaktadır.
*
Büyük Doğu-İBDA veçhesinden anlayış bahsine bakacak olursak; muhatab olunan İslâm’dır.
İBDA Külliyatında son derece geniş şekilde ele alınan “İslâm’a Muhatab Anlayış” bahsi, kuşanılacak
ve hâkim kılınacak kültür dâvâsını meydana getiren terkib içerisinde yer alan “anlayış” bahsinin de
temelidir. Ayrıca Büyük Doğu – İBDA fikriyâtı, şuur süzgecini meydana getiren anlayış ve duyguları
biçimlendiren, “Mutlak Fikir”e muhatab “vasıta sistem”dir.
İBDA Külliyatında pek çok defa ihtar mevzusu olmuş olan husustur; “bağlı olunan şuur
sisteminin tüteceği “Mutlak Fikre” muhatab şuur süzgecinin, ideolojik eğitimle kuşanılması ve
topluma hâkim kılınması.” İslâm’ın yayılmasında sahabilerin rolü ve mânâsının “Mutlak Fikir”e
muhatab şuur süzgecine mâlik olmaları ve öncü kadro olarak anlayışın yaygınlaşmasında izledikleri
yolun yeniden ve yepyeni bir gözle incelenmesi şarttır.
Mevcut şuur-anlayış-zihniyet sisteminin bahsettiğimiz şekilde yenilenmesi dâvâsı, hem İslâm
İhtilâlini gerçekleştirebilmenin ilk şartı, hem de bizzat ihtilâlin sebebi ve gayesidir.
“Anlayış – sır idrakı”nı anlamaktan başlayarak, “Büyük Doğu”nun “mukaddes ölçüleri” hayata
hâkim kılmanın anlayış mihrakı olduğunu kavramak lâzım; gerekli olan bu anlayışın ruhu ve sistemi.”
Ahlâk ve fikir: “İçtimaî münasebetleri düzenleyen kurallar ve ilkeler toplamı ahlâk, aynı
zamanda “fikrin içine işlemiş olan işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki, kendisinden
zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir.” (“Salih Mirzabeyoğlu – Kültür Davamız”)
Reform ve Rönesans döneminde kilise baskısını ortadan kaldırmak adına dinin ahlâk üzerindeki
rolü ortadan kaldırıldı. Ahlâk, dinin biçimlendirmesinden kurtuldu; fakat yerine içtimâi faaliyetleri
düzenleyecek bir dünya görüşü örgüleştirilemedi. Kilisenin din anlayışından doğan “kula kulluk”
ortadan kaldırıldı. Ancak hem dinin beşer üstü etkisi ahlâk üzerinden çekilmiş oldu, hem de kul kilise
yerine sermayenin kölesi hâline getirildi…
Ahlâkın, içtimaî hayatta cemiyet menfaatini ferdî menfaatin üzerinde tutacak şekilde içtimaî
münasebeti düzenlemesi gerektiği yerde, Reform ve Rönesans hareketlerinden sonra hâkim olan
materyalist-kapitalist anlayıştan hâsıl olan ahlâk, ferdî menfaati cemiyet menfaatinin üzerine
yerleştirdi. Hâl böyle olunca da, zamanın şartlarıyla beraber ahlâk kuralları, üst şubesi olan inanç
tarafından değil de, alt şubesi olan iktisat tarafından belirlenmeye başladı.
Bugün, ferd ile ferd, ferd ile toplum arasındaki münasebetin ilkeleri ahlâk tarafından değil,
ahlâkın kurallarını belirlemesi gereken modern iktisadın piyasa ilkeleri tarafından belirlenmektedir. Bu
durum, ahlâkı biçimlendirmekte dinin rolünü piyasa ilkelerine tahvil ederek iktisadı âdeta
tanrılaştırmıştır. Fikir, materyalist anlayışla tanrılaşmış piyasa ilkeleri tarafından şekillendirilen
ahlâktan nasibini almış ve ileriye zuhur edeceği yerde pagan Roma ve Mısır devrine irca etmiştir.
Bugün, Türkiye’de hâkim olan ahlâk, tam olarak Batı’nın mutlak hüküm sürdüğü diyarlardaki
gibi olmasa da, geçmişten gelen ulvî ahlâkın cesedi, Batı ve Batıcılar tarafından dayatılan piyasa
ilkeleriyle bu ahlâktan hâsıl olmuş olan popülizm arasında sıkışıp kalmış vaziyettedir.
Ahlâkın cesedi dedik ya, buna aslında köklü bir kültürün cesedi de diyebiliriz. 500 yıl boyunca
mütefekkir yetiştirememiş olan cemiyetimiz, kültürünün muhasebecisi, anlayışın yenileyicisi
olamamışsa, ancak taklitçisi olmuş demektir. Bu taklitçilik de kültürü meydana getiren anlayış, ahlâk,
dil, fikir ve temel meselelerin bedeninden ruhunun çekildiği, cesedinin kaldığının resmidir.
*
Bizim kültürümüzde ahlâkın nasıl şekillendiğine Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı
eserinin “Ana Kaynak İslâm – İslâm ve Ahlâk” başlığından şöyle bir bakalım:
-“· İlk Peygamberden Sonuncusuna, en doğrusu, İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı
getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, yalnız İslâm…
· İnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, “niçin?”i,
ahlâk da “nasıl?”ı cevaplandırır.
· Hakikatin “niçin?”leri önünde, ruhun tavır ve hareketleri bakımından “nasıl?”ları, ahlâktır.
· Hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve eda melekesi olan ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve
hâdiselerin ruhta kıymet hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktadır.
· Ahlâka fikir öncülük ettiği kadar, fikre de ahlâk yol gösterir. Fikrin gösterdiği sebepten ahlâk
doğduğu gibi, ahlâkın doğuşundan fikir sebep kazanır. Öyle ki, ikisini de, içiçe, birbirini muhit
(kuşatıcı) ve birbiriyle muhat (kuşatılmış) sayabiliriz. Âdeta fikrin “niçin?”lerini, ahlâkın “nasıl?”ları
içinde buluyoruz. Dâvanın en sağlam ifadesi şu ki, ruh, bütün melekeleriyle el ele, bir anda buluyor,
ruh bulduktan sonra fikir öne geçiyor, peşinden ahlâk zuhura geliyor; hakikatteyse hangisinin ve neyin
önde olduğu belirsiz kalıyor.· Amma ki, fikrin kuşattığı yerde bir ahlâk kümelenmesi, ahlâkın kuşattığı
yerde de bir fikir bulunması zarurî… Hacimle renk gibi bir kaynaşma…
· İnsanoğlunun, içine ve dışına doğru bütün münasebetlerinde birer fikrî “niçin?”e bağlı
“nasıl?”lar halinde ahlâk dayanağını temel kabul etmek, mütearifedir. Beşeriyet bu mütearifeyi fikir
hendesesinin ilk bedaheti sayar ve oradan yola çıkar. Onsuz ne ruh, ne insan vardır. Denilebilir ki
ahlâk, fail olmak yerine münfail sıfatta, sadece tavır ve eda hüviyetiyle, içinde fikir, mâna, sır, hikmet,
her şeyi istihlâk eden ve kendisinden zuhura geldiği ruhu zuhur ettiren üstün duyuş ve anlayıştır.
Ahlâk, anlayıştan doğar ve anlayışı tamamlar.
· “Ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim!” ve “Müminlerin en faziletlisi, ahlâkı
en güzel olandır!” buyuran Allah Resulünü işte bu incelikler içinde anlamaya çalışmak lâzım…
· İslâm ahlâkının binbir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında dört ana direği, ihlâs (samimîlik),
aşk, fedakârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sade şunu bunu değil, ruhun ve hakikat
merkezinin bütün topoğrafyasını getirmiş olan İslâm, iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefste
mihraklandırdığına göre, bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri…”
Dil: Bir taraftan kültürü meydana getiren unsurlar için zemin, diğer taraftan da kültürle birlikte
zenginleşerek gelişen ve kültürü geliştiren vasıtadır ve aynı zamanda bir kültür seviyesi belirtir.
Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber kendi öz kültürümüzle aramızdaki bağların kopartılması
için çeşitli inkılâblar yapıldı. Bunlar içerisinde en tesirli olanı dil devrimi denen “harf devrimi”dir.
Harf devrimi öyle büyük bir felâkettir ki, tarih boyunca şekillenen kültür ve kültürü meydana getiren
unsurlar ile olan bağlarımız bir kalemde kopartılıp atılmıştır.
Bir de, aydın(!) geçinen zevat tarafından, dünyanın neresine giderseniz gidin “toplu katliamla”
eş tutulacak bu kültür katliamı, sanki büyük bir kültür hâmlesiymiş, marifetmiş gibi lanse edilmeye
çalışılmıştır.
Bugünlerdeyse, siyâsetin günlük itiş kakış dili, cemiyetinse lâf ebeliğini zekâ pırıltısı sandığı bir
kültürde, dil bakımından nasıl bir tekâmül beklenebilir ki?
Bütün meselelerin birbirleriyle iç içe olduğunu hatırlatıp, devam edelim. Kültürü meydana
getiren unsurlardan birisi olan “anlayış”; anlayışın cemiyet içerisinde müşterek bir zeminde
buluşmasının dilden başka bir yolla gerçekleşmesi mümkün müdür? Oysa dil düşüncenin suretidir ve
bir milletin eğer ki kültürünün geçmişi kadar zengin, anlayışı kadar derin bir dil yoksa o kültür nasıl
yaşatılabilir? Maalesef kültürün en mühim unsurlarından birisi olan dil hususunda, büyük bir felâketle
karşı karşıyayız ve yeni bir dil, yeni bir anlayışa olan ihtiyacımızı daha yüksek bir perdeden
dillendirmek durumundayız.
Sanat: Mücerret mefhumların dil, renk, ses, şekil ve hacim kompozisyonları vasıtasıyla ahenkle
tedai ettirilmesi…
Batı Medeniyeti sanatta tekâmül etmek yerine benimsediği materyalist-kapitalist anlayış
münasebetiyle tersine tekâmül ederek sanatı metalaştırmak gibi bir garabetin içine düştü. Mücerret
olanı çeşitli suretlerin terkibiyle tedaî ettirmek gibi meşakkatli bir vazifesi olan sanat, popüler kültür
mantığıyla, estetikten yoksun bir garabet hâlini aldı maalesef… Garabeti sanat ve bu garabetin faili
olan ucubeleri sanatçı diye medya marifetiyle dikte eden Batı kültürü, her türlü estetikten, ince ve
mücerred anlayıştan mahrumdur ve bu anlayış kültür hâline gelmiştir.
Burada kültüre istikâmet tayin eden ideal bahsine de bir göz atmakta fayda var; şiir, müzik,
resim ve mimarînin gelişiminde olmazsa olmaz olan cemiyetin bir ideal ekseninde buluşmasıdır.
Rusya örneğine bakacak olursak, senelerce bir kültür meydana getirememiş olan Ruslar, Deli
Petro’nun “sıcak denizlere inmek” idealinde buluştuktan sonra; edebiyat, resim, müzik gibi sanat
faaliyetlerinde tekâmül etmiştir.
Demek ki, kültürün ileriye zuhur ettirilmesinde ahlâk kadar, o ahlâka tâbi olan ideal ekseninde
cemiyetin buluşmasının da kıymetinin altını çizmekte fayda var. Heyecanın pörsümesine mâni olmak
ve gözleri daima ötelere, ötelerin de ötesine dikmek, nihayetinde “bizim inancımızda” ötelerin ötesinin
de ötesinde O’nu bilmek ve bu hudutsuzluk cümbüşünde, kendi kendimizi yine inancımızla en keskin
çerçevenin içine almak ve tezat görünen bu iki zıt kutbun ahengini içtimaî bir fışkırışın vesilesi
kılmak…
Temel mesele: “İnsanın etkilendiği, “kendini insana empoze eden meseleler”, birinci dereceden
“öz”, ikinci derecede “özle ilgili” meselelerdir: İnsanlar için ruh, madde, zaman, mekân, hayat, ölüm,
ve ölümsüzlük gibi mevzular, izahına yanaşılmasa da, duygumuz, düşüncemiz, ve iradî
faaliyetlerimizde hâkim olan ve tüten mânâlardır.” Kültür Dâvâmız adlı eserinde İBDA Mimarı Salih
Mirzabeyoğlu temel meseleleri bu çerçevede tanımlıyor.
Globalleşmeyle beraber bugün hâkim olan kültürün bu meselelerden yalnızca madde, maddenin
de çeşitli borsalardaki maddî değerinden ötesiyle alâkadar olmadığını görebiliyoruz. Gelişen teknikle
beraber madde âlemi didik didik ediliyor fakat elde edilen veriler beşerî sistem içerisinde muvazene
edilerek bir türlü yerine konamıyor. Bu durum içinde bulunduğumuz kültürde insanı eşya ve hadiseler
tarafından teshir edilir hâle getiriyor.
Bizim anlayışımıza dönecek olursak bir kere en başta biliyoruz ki; biz Allah’ın halifesi olarak
yeryüzünde eşya ve hadiseleri teshir etmek için yaratıldık. Böyle bir yaradılış tanımından sonra, bunun
tersinin vukuu bulmasının ruhî planda neden olduğu acı ve elemi, doğurduğu arayışları bugünün
cemiyetinde çok net bir şekilde görebiliyoruz.
*
Türkiye’de iğdiş edilmiş olan kültürümüzle alâkalı esasında fazla da söylenebilecek söz yok. Ne
devlet, ne de cemiyetin diğer kesimlerinde böyle bir hastalığın varlığının idrak edildiğinin alâmeti bile
yok. Kültürle alâkalı bakanlığın ekonomik gelir kapısı olan turizmle ilişkili Kültür ve Turizm
Bakanlığı” olması bile kültür bahsinin bugünkü Batılı anlayışa mukabil nasıl da iktisadın emrine
girdiğini göstermeye yeter de artar bile.
Hâl böyle olunca iş İBDA bağlılarına düşüyor, nisbeti İBDA olanlara. Kumandan Salih
Mirzabeyoğlu “Kültür Dâvâmız-Temel Meseleler- adlı eserinde, legal faaliyetler gösterenden illegal
faaliyetler içerisinde olan İBDA Cebhelerine kadar, bu işin olması için gereken şartı şu şekilde ortaya
koyuyor:
-” Diğer taraftan mesele mücadele bakımından değerlendirildiğinde, “toplum” ve “eğitim”in
insana belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandırması açısından, ilk iş olarak “içtimaî şuur
süzgeci”nin kafalarda değişiminin birinci şart olduğunu görüyoruz; “ideolojik eğitim dediğimiz şey…
Yani, bağlı olunan “sistem şuuru”nun tüteceği akıl, duygu ve alışkanlıkların kazanılması… Bu işin en
zor tarafı olduğu gibi hem ihtilâli gerçekleştirebilmenin ilk şartı, hem de bizzat ihtilâlin yapılış sebebi
ve gayesi… Aynı şekilde, öncü kadronun gerekliliğini gösterici…”
Bahsettiğimiz kültür davasının “nasıl” gerçekleşeceğini de İBDA Mimarı’nın “Kültür Davamız”
adlı eserinden aktaralım:
“ – İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan
irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir
geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya
yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye
başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletlerde yabancı
mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışımları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında
yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.””
Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, İslâm’ın bu topraklarda esâmesi kalmaması için Batı ve
Batıcılar tarafından yapılan inkılâblarla köklerinden kopartılan kültürümüzün, bugünkü hâliyle bizi
ihtar ettiği biricik husus; yeni bir dil, yeni bir anlayış ve toplamında yeni bir kültüre olan
ihtiyacımızdır. Devlet ve cemiyet planında 90 senedir süren bağımlılığı nihayete erdirerek, gerçek bir
bağımsızlık sağlamanın şartı budur. Bu şart yerine getirilmediği takdirde seçimlerle, günü birlik
politikalarla, paralellerle, düzlerle ve ordunun teknik kabiliyetinin dünya çapının üzerine çıkmış
olmasıyla, en büyük ekonomi olmakla, bütün yer altı kaynaklarını ele geçirmekle bile bağımsızlık
kazanılabileceğinden söz dâhi edilmez…
Ömer Emre Akcebe
Aylık Dergisi 115. Sayı, Nisan 2014

Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir