Kültür birikimi olmadığı için buna “siyasi itiş kakış” diyoruz. Gerçekten bir altyapısı, ideali
olmadığı için… Şu soruyla başlayalım hocam; edebiyatta öykü-hikâye formunun ayrı bir yeri ve
önemi var. Sizin diğer branşlara değil de, bu hikâye-öykü formuna ağırlık vermenizin sebebi nedir?
Niçin o sahayı seçtiniz?
Ali Haydar Haksal: Benim yetişme dönemim daha çok öykü ve şiir merkezli oldu. Bunu birçok
konuşmamda anlattım. Elazığ’da imam hatip okulunda okurken, bir öğretmenimiz vardı. Türkçeciydi.
Beni bir kitabevine götürdü. Orada Üstad Necip Fazıl’ın “Ruh Burkuntularından Hikâyeler” kitabını, şiir
kitabı ‘Çile’yi, Üstad Sezaî Karakoç’un Allah’a İnanmak ve İnsanlık adıyla o zaman çıkardığı küçük ebatlı
bir kitabı ve benzeri kitapları ve Diriliş dergisini aldırmıştı. Üstad’ın 1969’da Yahudilerin Mescid-i
Aksa’yı yaktığı o dönemle ilgili yazdığı ‘Ey Yahudi’ isimli bir şiiri vardı. O şiir benim hayatımda çok etkili
oldu. Diriliş dergisinde öyküler vardı. Bu yolla Büyük Doğu’yu, Necip Fazıl’ı tanıdım. Büyük Doğu
Elazığ’da cami çıkışlarında ellerde satılırdı. Hilal Matbaası vardı. Sahibi yanlış hatırlamıyorsam Memduh
Bey olması gerekiyor. O’na gelirlerdi, onları orada örgütlerdi, cami önlerinde satılırdı. Büyük Doğu
dergilerini aldım. Kitapçılardan çıkmıyordum, onra bir kitabevine gittim. Oradan Edebiyat dergisi
yayınlarını aldım. Arasında Rasim Özdenören’in ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ ile ‘Çözülme’, Cahit Zarifoğlu’nun
‘İns’, Nuri Pakdil’in ‘Biat’ ile Batı Notları’nı adlı kitaplarını aldım. Bunları aldıktan sonra Ankara’da
Edebiyat dergisi Yayınları’na mektup yazdım. Dergiyi nerede bulabileceğimi sordum. Nuri Pakdil; Ticaret
Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Veli Sarıkamış’tan alabileceğimi yazdı. Her ay gidip dergiyi alırdım. Orada
öyküler falan var, okumaya başladım. Dolayısıyla şiir-öykü at başı gitti benim için. Öyle başladım.
Kaç yaşındaydınız o zaman?
Ali Haydar Haksal: 17 Yaşında imam hatip okuluna başladım. Rahmetli babam çok genç yaşta öldü. O
ölünce 5 yıl ara vermek durumunda kaldım.
Şu bakımdan sordum, çocukluktan edebiyata merakınız var mıydı?
Ali Haydar Haksal: Köy yerinde edebiyata nasıl bir ilgi olabilir. Babama kentten gelen gazeteler olurdu
arada bir onları okurduk. Benim sosyal derslerim iyi idi. Türkçe dersini çok seviyordum. İmam Hatip
okulunda edebiyata ilgim başladı. O sırada yirmili yaşlardaydım. Babam eğitmendi, okul da bizim
evdeydi. Rahmetli dedem müderristi. Evimizde kitaplar vardı. Babam ise öğretmenimdi benim.
Yani çocukken duyduğunuz bir hikâye, bir masal, bir eda, bir hava… Oradan size kalan bir bakiye
mi?
Ali Haydar Haksal: Köyde bir Rokuş Nine’miz vardı. 106 yaşında öldü. Rokuş Nine’miz komşumuzdu.
Biz çocuklar onun etrafında toplanırdık kışın. Bize masallar anlatırdı. Kürtçe masallar anlatırdı.
Seferberlik zamanında, hayvanların sırtında cephelere malzeme taşımış, onları bize anlatırdı. Bunların
etkisi var tabiî ki. Bilinçaltımızda etkili oldu. Biz de kendi aramızda birbirimize anlatırdık masalları. Daha
sonra imam hatip okuluna başladım, öğretmenim İbrahim Soysal bana, yukarıda anlattığım kitaplar
aldırdı, kendimi okumaya verdim. Okulumuzun kütüphanesi de iyiydi, Milli Eğitim Klasikleri vardı.
Onları alıp okuyorduk. Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat dergileriyle tanışınca bu sefer asıl dünyamı
bulmuş oldum. Sonra öyküler yazmaya başladım. Üç defterim vardı. Bu defterlere yazıyordum. Rokuş
Nine’nin anlattığı öyküleri de yazmıştım. Defterleri dayım, edebiyat öğretmeni Nurettin Hasköylü’ye
götürdüm. O da kırmızı bir kalemle bunların üstünde tek tek, üslup, dil ve anlatım bakımından çalıştı ve
bana verdi. O defterlerim kayboldu. Buna şimdi üzülüyorum. Rokuş Nine’nin anlattığı o masallar ve
hikâyeler işlenebilir, daha iyi şeyler çıkabilirdi. Onlar kayboldu.
Memleketin, hakikatin tarihinden bir kesit belki de..
Ali Haydar Haksal: Tabiî. Onlar kayboldu. O zaman Elazığ’da okuma yazma tutkum çok olduğu için,
yerel gazetelerde bu fıkraları, diğer şeyleri derleyip yazdım, anlattım. Onlar da kayboldu. Keşke onlar da
elimde olsaydı. Bunlar ilk yazılarım. Turan ile Harput gazeteleri var. Onların kültür-sanat bölümleri
olurdu. Oralarda bunları çok yoğun bir şekilde yazıyordum. Sonra Milli Gazete’de bir hikâye yarışması
yapıldı. 1974’te olmalı. “Tıkırtı” adında bir hikâyem mansiyon aldı. Ulusal düzeyde ilk yayınlanan
öykümdü. Yeni Asya’nın yarışmaları vardı. Oralarda da mansiyon alan öyküm ve şiirim vardı.
Diyarbakır’da İhsan Işık’ın çıkardığı Çile diye bir dergi vardı.
Necip Fazıl’dan esinlenerek mi?
Ali Haydar Haksal: Evet. O doğrultuda. İhsan Işık bizim arkadaşımız zaten. Orada bir mansiyon
vermişlerdi, ismimi gördüm. Ama sonra o dergi devam etmedi. Başlangıç dönemim buydu. Erzurum
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girince bizim yazar arkadaş grubumuz oldu. Ali Göçer;
Edebiyat dergisinde şiirleri yayınlanıyordu, İbrahim Demirci; şiirleri yayınlanıyor, Ali Fuat Altınsoy;
öyküleri yayınlanıyordu. İbrahim Sarı (Gafarlı); öyküleri yayınlanıyordu. 28 Şubat sürecinde Hizbullah
örgütü tarafından öldürüldü -öyle bilinen-, arkadaşımızdı, kitabı yayınlanmıştı onun. O karanlık dönemde
bu cinayetleri gerçekte kim işledi hala bilinmiyor. Rahmetli Ahmet Nedim Çeker arkadaş grubumuzdaydı.
Arif Ay kısa süreliğine geldi, benim odamda kaldı, Erzurum’dan ayrıldı. İlhami Çiçek ve daha birçok
arkadaşımız oldu. Mehmet Baydemir, Mustafa Bayyiğit, Kadir Atlansoy, Rıdvan Canım, Selahaddin
Şimşek. Bu arkadaş grubumuz çok kitap okurdu.
Yani bir çevreyle tanışmış oldunuz.
Ali Haydar Haksal: Tabiî. O çevrenin içindeydik. Üstad Necip Fazıl Erzurum’a konferans vermeye
gelmişti.
Siz o gece şiir okumuştunuz.
Evet, şiir okumuştum. Elazığ’a da gelmişti. Dolayısıyla kendimi bu dünyanın içerisinde buldum. Yeni
Devir gazetesi Kültür Sanat sayfasında yazılarım oldu.
Üstad da Yeni Devir Gazetesi’nde bir dönem yazdı galiba.
Ali Haydar Haksal: Onu tam hatırlamıyorum, Üstad ve Sezaî Karakoç’un Milli Gazete’de yazıyordu.
Üstat Sezai Karakoç, Mustafa Yazgan ve daha başka yazarlar vardı.
Şimdi, bir tarafta Edgar Allen Poe, Anton Çehov, Guy de Maupassant bir tarafta Necip Fazıl, Ömer
Seyfettin, Orhan Kemal, Sait Faik gibi bizim hikâyecilerimiz. Doğu’da ve Batı’da birçok büyük
hikâyeci var. Bunlar arasında sizi en çok etkileyen kim oldu? Bunları cevaplarken Poe hakkında
fikirlerinizi merak ediyorum.
Ali Haydar Haksal: Benim durumum şöyle, Edebiyat, Diriliş ve Büyük Doğu dergileriyle tanışmamdan
sonra, doğrusu ben, birinci sınıf yazarlara yöneldim.
Yani Batılı yazarları takip eden ikinci sınıf yazarlar yerine direkt kendilerini takip ettiniz.
Ali Haydar Haksal: Evet. Diriliş ile Edebiyat dergilerinde eğer William Faulkner, veya Dostoyevski’den,
A de Saint Exupery’den bahsediliyorsa onların eserlerini alıp okuyordum.
Konu açılmışken sorayım hocam, William Faulkner’in Atın Fedâ Çıkışı isimli bir hikâyesi var.
Türkçeye çevrilmedi sanırım. Ya da var mı?
Ali Haydar Haksal: Türkçeye çevrildi mi bilmiyorum. Bende, Yenilik yayınları arasından çıkmış Dr.
Martino adıl ince bir kitabı vardı. Rasim Özdenören, gelmişti, Kütüphaneye girdi, o kitap eline geldi, aldı.
“Bendekini kim aldıysa geri getirmedi, kayboldu” Bendekini götürdü, sonra kendisinden istedim. “Biri
almış götürmüş geri getirmedi” dedi. O kitabı bir daha bulamadım.
Şunun için sordum; gençler pek bilmiyor. Önemli bir isim.
Ali Haydar Haksal: Tabii önemli bir isim. Nuri Pakdil diyordu ki; “Bir şoför adayına Karamozof
Kardeşler’i okumadan ehliyet verilmesin.” Biz Dostoyevski’yi bir, iki değil; beş defa okuyoruz. Sadece
Dostoyevski de değil, Çehov’u, Faulkner’i, Ezra Pound’u, Rilke’yi, yani birinci sınıf diyebileceğimiz Batılı
yazarları okuyorum. Daha çok bunlara yöneldim. Bizim edebiyatımızda özellikle 70’li yılların öykü
yazarlarını okuduğumda Bekir Yıldız’ın öykülerini okuyorum. İçime pek sinmiyor.
Belki çıtayı ilk başta çok yüksek tuttuğunuz için…
Ali Haydar Haksal: Bir de şöyle sinmiyor; Güneydoğu öyküleri yazıyor, ağa, ırgat, işçi…
Anladım. Dolayısıyla bunlar bende bir karşılık bulmuyor. Çok uç noktada kalıyor. Ben karasaban da çift
sürüyorum, orakla ekin biçiyorum, tırpanla ot biçiyorum, çobanlık yapıyorum, köy koşullarında ne kadar
ağır iş varsa koşuyorum. Bunları birebir yaşayan biriyim.
Belki şehirli birine egzotik bir hava verebilir ama size vermemesi normal.
Ali Haydar Haksal: Materyalist anlamda, Marksist düşüncenin etkisinde olan özellikle şehirli gençlerin
çok dikkatini çekebilir. Veya Adana ve çevresi, Güneydoğu’nun bazı kesimlerinde ağalığın biraz
despotluğa dönmesi sebebiyle ilgi çekebilir ama benim dünyamda bir karşılığı olmuyor. Ben imam-hatip
okulunda Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin 1. cildini 2 günde okudum bitirdim. İkinci cildini aldım
okudum, yine bende bir karşılık olmadı. Daha sonra onun hiçbir kitabını okumadım.
Peki onu ben de sorayım hocam. Biz de Doğudan Batıdan birçok hikâyeci varken Yaşar Kemal’de
ne bulunuyor bu kadar? Tabiî o kadar yazmış, eser vermiş; kötülemek maksadıyla sormuyorum;
şahsen hiç bir karşılığının olmamasının sebebi nedir sizce?
Ali Haydar Haksal: Mesela adı Mehmet değil, Memet.
İdeolojik bir yaklaşım mıdır?
Ali Haydar Haksal: Tabii ideolojik. Kültürümüzde Mehmet kutlu bir ifade olarak kullanılır, efendimizin
adıydı. Romanda bu metafizik yanını bulamıyorsunuz. Bulamayınca size çok yabancı geliyor. O dönemde
okuduğum bir eleştiride, bir Fransız dergisinde, “Yaşar Kemal’in kahramanları hiç mi bir minarenin
gölgesinden geçmiyor?” deniyor. Batıda mesela Dostoyevski okuduğunuz zaman bir Hıristiyan tipi çok
ilginç bir şekilde öne çıkıyor. Hatta, Marksist olan Gorki en uç olanlardan birisi. Onun bile mektuplarını
okuduğumuz zaman, Hıristiyan tiplemelerini çok rahat bulabiliyorsunuz.
Kendi toplumunun gerçeğini inkâr etmediği için belki de.
Ali Haydar Haksal: Olduğu gibi yansıttığı için evet.
Hakikati feda etmiyor.
Ali Haydar Haksal: Kendi insan tipini görmezden gelmiyor. Burada birçok yazarımızda olduğu gibi
Yaşar Kemal de çarpıtıyor bunu. Bulamayınca bu sana yabancı geliyor. Ben o dönemde birçok yazarı
okudum, aşağı yukarı hepsinde geçerli. Onun metafizik dünyasına giremiyorsun. Kaldı ki, bizim en
marksistimiz ile bile birebir konuşurken, yemin ederken Allah adını kullanır, “inşallah” der, “Allaha
ısmarladık” der… Böyle bir bilinçaltı var zaten. Bunu Nâzım’ın kendisinde de görüyorsunuz. Bunlar
Rusya’ya kaçak gidiyor üç genç. Trende yolculuk yaparken, oruç tutan müslümanlarla karşılaşıyorlar,
heyecanlanıyorlar.
Demek ki o bilinçaltı, o maneviyat atılmıyor kolay kolay.
Ali Haydar Haksal: Atılmıyor. Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam”ını okuduğunuzda,
çocukluğuna ilişkin, Selimiye’de müslümanların Ramazan coşkusunu o kadar lirik veriyor ki, adamın
bilinçaltında bu var zaten.
Baran Dergisi yazarı Çakal Carlos diyor ki; “Marksizm yanlış algılandı. Dinsizmiş gibi algılandı.
Marksist geleneğin karşı olduğu dinin kendisi değil Batı’daki tahrif edilmiş Hıristiyanlıktır.”
Ali Haydar Haksal: Tabiî.
Türkiye’de ki solun problemi de bu muydu acaba?
Ali Haydar Haksal: Türkiye’de solun hem siyasî hem de kültürel anlamda, istedikleri hedefi
yakalayamayışlarının sebebi bu. Toplumda karşılık bulamadılar. Şu gün için bile Marksist diye tanımlanan
estetiğin giderek çökme noktasına gelmesinin sebebi de bu. Sol diye materyalist sol düşünce bakışı şimdi
kapitalist veya Amerikan kültürüyle aynı noktaya gelmiş durumda.
Uluslararası bağlamda böyle, Türkiye ölçeğinde bir de şöyle bir şey var; ne kadar eski solcu
dediğimiz adam varsa ya birahane sahibi, ya malı mülkü haddinden fazla olan tipler oldular.
Gerçek solcuların da eleştirdiği üzere.
Ali Haydar Haksal: Şimdi diyelim ki bunların en popüler yazarlarından romancılarına, sermayenin de
öne çıkardığı yazarlarına baktığınızda, bunların hangisi Sol diyeceğiz. Mesela Orhan Pamuk sol mudur?
Değil.
Kendini pek solcu olarak tarif etmiyor aslında ama genel anlamda böyle bir kırılma var. Solcu olan
solculuğunu ön plana çıkarmak için Orhan Pamuk’u satıyor başkasına.
Ali Haydar Haksal: Böyle bir açmaz var. Bu açmazı nasıl izah edeceğiz? Elif Şafak. Popüler kültürün bir
romancısı. Onu nereye oturtacağız?
En iyi romanlarını muhafazakâr içeriklerle satıyor hocam biliyorsunuz.
Ali Haydar Haksal: Evet. Şimdi böyle bir durumda Sol diye tanımlayabileceğimiz, Marksist edebiyatın
şuanda temsilcisi kim?
Doğan Hızlan diyelim hocam o zaman.
Ali Haydar Haksal: Hürriyet Gazetesi’ne sol mu diyeceğiz?
Diyemeyiz, bir solcuya söylesek hakaret addeder. Bu karmaşıklık nereden kaynaklanıyor peki
hocam?
Ali Haydar Haksal: Bu karmaşıklık aslında bizim düşünce dünyamızda, Üstad Necip Fazıl’ın, Sezai
Karakoç’un ortaya koydukları gibi, bunların hepsi aynı köklerden geliyor.
Aslında ortada bir paradoks yok.
Ali Haydar Haksal: Evet ortada bir paradoks yok. Aynı yerde duruyorlar. Bugün verilen kavgalarda da
böyle bir açmaz var, aslında sağ-sol diye bir tanım yok. Artık burada bizim Batıcılar ve Müslümanlar
şeklinde kesin bir ayrım ortaya koymamız gerekiyor.
Dünya ister istemez böyle ayrılıyor aslında değil mi?
Ali Haydar Haksal: Evet. Edebiyat penceresinden bakarsak, aslında başta da böyleydi ama bizim bunu
daha da belirginleştirmemiz gerekiyor. Yani edebiyattaki bakışımızda, kendi değerlerimize bağlı kalarak,
gelenekseli geleceğe taşımamız gerekiyor.
İslâm’ın dışındakilerin bu paradoksal hallerini görüyoruz, tamam. Peki İslâmî camia veya
Müslümanlar için diyelim; özelde veya genelde, bir estetik problemimiz var herhalde?
Müslümanlar olarak en başta aslında bir estetik üzerine bir bakış açısı geliştirmemiz gerekirken…
Ali Haydar Haksal: Müslümanların temel sorunlarından birisi dünyevileşmeleri. Yani müslüman
sanatçılar da dahil olmak üzere dünyevileşme ve popülerizme katılmaları. Popülizme katılma duygusu
ister istemez insanı kendi ana ekseninden uzaklaştırıyor. Nitelikli bir şeyler üretme çabası yerine buna
yöneliyorlar. Romanda da, öyküde de… Sonra bunlardan da vazgeçip gazeteci oluyorlar. Bizim
kuşağımızda birlikte yola çıktığımız arkadaşlarımızdan birçoğu, şuanda gazeteciliği, gazetelerde bir yer
edinmeyi öncelemiş durumda. Dolayısıyla estetik kaygıyı, nitelikli bir iş yapmayı, arka plana itmiş oldu.
Temel sorun buradan kaynaklanıyor. Dünyaya tutunmaya dönüştü sanat.
Böyle olduğu sürece günün geçer şartlarını kollamaya yönelik işler üretiliyor.
Ali Haydar Haksal: Bir de tabiî nitelikli işler satılmayacak kaygısı. Diğer taraftan da bazı arkadaşlarımız,
uçarılıklar yaparak kendini gündeme taşıma heyecanına kapıldı. Bu da bir kayıp oldu. Bunlar üzerinde
durulması gereken temel sorunlar.
Salih Mirzabeyoğlu geçenlerde bir röportaj verdi. O röportajda meâlen şöyle bir şey söyledi:
“Bizim memleketimizdeki asıl problem, münekkitimizin olmaması.” Sinema eleştirmenleri var
mesela. Film şöyle iyi, şöyle kötü olmuş deyip kestirip atıyor. Bunun gibi… Münekkiti nasıl
algılamamız gerekiyor?
Ali Haydar Haksal: Aslında eleştirmen, kritik etmek durumundadır. Buradaki temel sorunlardan birisi,
toptancı bir yaklaşımın olması. Toptancı yaklaşımda da diyelim ki çevre… Siz bir çevreye mensupsanız, o
çevre sizi kendi bağlamında ele alıyor.
Yani hakikatli bir biçimde eserin niteliği, nasıl olması gerektiği noktasında tartmak değil de, bunu
mensubu olduğu çevrenin bakış açısına göre eğip büküyor. Bu hakikate kıymak olmuyor mu?
Ali Haydar Haksal: Bu hakikate kıymak oluyor. Bir de siz bir çevreye mensup değilseniz, ilişkileriniz
yoksa, veya ilişkilerinizde bir takım kırılmalar, soğukluklar varsa, o eleştirmenin tutumu kusur aramak
halini alıyor. Merhum Akif’in Sadi Şirazi’den naklettiği bir beyti var. Der ki:
“Kusur arayan göz hüner görmez,
Rıza gözü kördür, kusur görmez.”
Şimdi bizim burada kendi geleneğimizde olan, Akif’in temel vurgularından birisi nekkat olmak var.
Diyelim ki bir kuyumcu, malzemenin kalitesine bakar, görür ona gere değer biçer. Bizde eleştiri kusur
tarafını görüp, o tarafını ortaya çıkarmak zannediliyor. Tabiî kusurlar da görülmeli ama merkeze
alınmamalı.
Yani tenkit bir kusuru ortaya çıkarmak, doğrusunu göstermek maksadıyla değil de, açığını bulup
sanatçıyı gömmek maksadıyla yapılıyor.
Ali Haydar Haksal: Bu da yerin dibine batırmak oluyor. Tabiî ilerleme de olmuyor. Bir eleştirmen
arkadaşımızın, çok keskin bir biçimde şöyle bir sözü oldu: “Kötü öyküye örnek: Ali Haydar Haksal” deyip
kestirip atıyor.
Şahsı kötü öyküye örnek göstermek. “Şu öyküsünün şu kısmında şu sebepten dolayı” dese tamam
da…
Ali Haydar Haksal: Kitaplarına da girdi bu. Benim kusurum yoktur demiyorum. Olabilir. O kusur her
insanda olabilir. Dostoyevski Rus edebiyatında eleştirilirken çok kusurları olan, savruk olan bir yazar
olarak tenkit edilir. Ama Dünya edebiyatında hiç bir zaman bu yönüyle ele alınmaz. Büyük bir romancı
olarak kabul edilir. Bizim edebiyatımızın sahih öykücülerinden Sait Faik’e baktığınız zaman, Sait Faik’in
öykülerinde o kadar çok kusur var ki, hatta Üstad Necip Fazıl, Sait Faik’in öykülerini Büyük Doğu’da
yayınladığında, onların çoğuna müdahale ederek yayınlar.
Kusurları var ama Sait Faik’teki dikkat, ayrıntı, samimiyeti de görmemek olmaz!
Ali Haydar Haksal: Sait Faik’i küçük düşürmez asla.
Mutlaka.
Ali Haydar Haksal: Ve bugün kimsenin o tarafların üstünde durduğu da yok. Burada Ali Haydar Haksal
öykülerinin bütünlüğü noktasında ele alınıp, incelenmesi, irdelenmesi üzerinde durulmuyor. Öyküyü de
bir iki ölçüye sığdırmaya çalışmak doğru değil. Sadece dil ve yapıyla yargılamak da doğru değil. Bunun
üzerine ben Öykü Ağacı denemelerini yazdım ve kitaplaştırdım.
Gerçekten sizin bir eksiğinizi bulsa, bir kazanım sağlamış olsa bu güzel bir şey.
Ali Haydar Haksal: Tabiî. Eleştirilerin yararlarını da gördüm. Kendi kendimi tarttım.
Mevcut yayınlanmış eserler üzerinden, tenkit; tenkide karşılık; karşılıklı mülahazalar gelişmiyor
ülkemizde. Niçin?
Ali Haydar Haksal: Eleştirinin hedefi katkı sağlamak olmalı. Yıkmak değil. Yol açıcı olmalı. Ben dergi
yöneticisiyim şu anda. Bir çok genç arkadaşımız geliyor. Oturup karşılıklı değerlendiriyoruz. Birlikte
katkı sağlayacak bir eleştiri olacaksa bunun elbette bir anlamı olur. Eleştirinin aynı zamanda kültür
hayatına bir bakış getirmesi de gerekiyor. Eğer bunlar sağlanmıyorsa eleştirinin bir karşılığı da olmuyor.
O açıdan önemli.
Tekrar bağlayacak olursak hocam; sizi Batıdan etkileyen kimleri sayabilirsiniz?
Büyük Doğu, Edebiyat ve Diriliş’te birinci sınıf yazarlara yöneldim demiştim. Mesela Knut Hamsun’un
Dünya Nimeti’ni okumuştum. Çok hoşuma gitmişti. Biraz da belki topraktan gelen bir insan olmam
sebebiyle olabilir. Dostoyevski’yi çok zevkle okudum. Anton Çehov’un ironisinin bende karşılığı oldu.
Kütüphanemi de hep birinci sınıf yazarların kitaplarıyla kurdum, hep onları okudum. Edebiyatımızda
Batıya yönelmiş olanlar doğrusu bana çok sakil geldi. Karşılıkları olmadı. Biraz bizim kendi
klasiklerimizden yola çıkmadan onları okumamın bana zararları da oldu. Dil ve üslup bakımından. Benim
ilk kitabım “Evdeki Yabancı”. İlk öykülerim de onlar. Bu kitabımın yeni baskısı yapılırken o öykülerimi
okuduğumda, bu öyküyü niye kitabıma aldım diye bir pişmanlığım olmadı.
Batı Klasikleri belki de sizin daha doğru estetik seçimler yapmanızı sağladı?
Ali Haydar Haksal: 1980’de yayınlandı bu öykülerim. O beş öyküm yayınlandığında Rasim Bey ironiyi
çok kuvvetli bulmuştu. Yani bu ironi de bende biraz zannediyorum Çehov’dan geliyor. İroni bende
çocukluğumdan beri gelen, çok muzip bir tarafı var. Bizim bir Hamdullah abimiz vardı, adeta tiyatro
sanatçısı gibiydi. Herkesi güldürmekten zevk alırdı. Bunlar bende birebir karşılığı olan yazarlar oldu.
Kırıp dökmek anlamında değil tabii. Dolayısıyla bir duruma yaklaşırken bir muziplik oluyor.
Edgar Allen Poe?
Ali Haydar Haksal: Edgar Allen Poe’nin bende çok bir karşılığı yok. Amerikan edebiyatında ben de en
çok karşılığı olan şey Jack London’ın “Martin Eden” romanı olmuştur. Birçok öyküme de yansıdı bu.
Martin’in o sefil hayattan, kenar mahallelerden gelişi falan.
O zaman sizin bir yazar olarak iyimser bir mizacınız olduğu sonucuna varabiliriz buradan? Tarz
olarak.
Ali Haydar Haksal: Tabiî evet. Şöyle bir şey de söyleyeyim. Benim ilk öykülerim Mavera’da
yayınlandığı zaman, aylık dergide yazılan bir eleştiride Kafka ile benzerliği vurgulanmıştı. Halbuki ben o
dönem Kafka’yı, kitaplarını almış olmama rağmen hiç okumamıştım. Sonradan okudum. Tomris Uyar ile
bir tanışmamız oldu. İlk çıkan 3 kitabımı kendisine vermiştim. Okudu. Okuduktan sonra karşılıklı
görüşüyorduk. “Kafka ile bir benzerlik var mı?” diye sordum. “Kesinlikle yok” dedi. “Kafka çok karamsar
ve karanlık bir dünyası var, senin dünyan çok aydınlık” demişti bana. Rasim Bey benim ayrıntı
yoğunluğumu Proust’a benzetiyor.
Proust’u okumuş muydunuz peki?
Ali Haydar Haksal: Ondan sonra daha çok okumaya başladım. Aynı rezonansta bulunma, dünya
koşulları olabilir, o koşulların insan üzerindeki yansımaları olabilir. Jack London’un bende en büyük
etkisi, kahramanın kendini aşırı bir azim ile yetiştirmesi, hapishaneye düşmesi, kitap okuması, bir bayan
yazara aşık olması, onu aşma çabası, psikolojisi beni etkiledi. O kitaba da not düşmüşüm, 25-30 yıl sonra
kütüphanemi karıştırırken gördüm. “Ben yazar olacağım” demişim. Bu azim belki de babamın ölümünden
sonra okula beş yıl ara vermem, okuma hasretim, dedemin talebelerinin beni imam hatip okuluna
göndermesi, okulun kütüphanesine dadanmış olmam, daha sonra biraz önce anlattığım Büyük Doğu
eksenine girmiş olmam beni fazlasıyla etkiledi. Köy hayatındaki çileli zamanlarım benim hayatımı
belirlemiş oldu.
Daha önce başka bir yerde söylediniz mi bilmiyorum ama Oscar Wilde’a karşı sanırım ayrı bir
alakanız var.
Ali Haydar Haksal: 1990’dan sonra ilahiyatta yüksek lisansa başlayınca o dönemde Chateaubriand’ın
Paris Kudüs Yolculuğu’nu okumuş, incelemiştim. Batılı bir yazarın Doğu düşüncesine bakışını üzerine
yoğunlaştım. Bunun üzerine batılı sanatçılardan kimlerin İslâm düşüncesinden etkilendiği üzerine bir
çalışmaya giriştim. Cervantes, Andre Gide, Puşkin, Oscar Wilde gibi İslâm düşüncesinden etkilenmiş olan
yazarlar üzerine çalışmalar yaptım. Oscar Wilde’ın hikâyelerinde Binbir Gece’den etkiler var. “Gül ile
Bülbül” öyküsü entresandır. Benim bu anlamda bir ilgim oldu. Bizim ruh dünyamız çok zengin. Zengin
bir masal ve hikâye dünyamız var.
İslâm sebebiyle Arap Kültürü de var, Fars Kültürü de var, Osmanlı Kültürü var.
Ali Haydar Haksal: Ortadoğu ve Anadolu kültürü var. Bunların hepsinin birleşiminden ortaya çıkan
yoğun bir kültür, medeniyet var. Bu medeniyetten beslenip bunu geleceğe taşıma adına Batılılar bunu çok
iyi yaptılar.
Aslında bizim yapmamız gereken şeyler.
Ali Haydar Haksal: Evet. Tolstoy’da var, Andre Gide’de var. Oscar Wilde’da var. Masal dünyamızdan
etkilenerek fantastik edebiyatı çok yoğun işlemişler. Bizde bu çok olmadı. Aslında klasiklerimizde var.
Nedir olmamasının sebebi peki?
Ali Haydar Haksal: Bunu Üstad Necip Fazıl’ın, Sabahattin Ali’nin öyküsüyle ilgili Ağaç Mecmuasında
yazdığı bir giriş bölümü var: “Bizdeki aydınlar Batıya yönelince onu oradan adapte edip, kendi imzaları
altında yayınladılar.” Zenginliğimiz yeterince işlenemedi. O yazarlar Batı yerine kendi köklerine yönelmiş
olsalar zenginliğimiz ortaya çıkacaktı. Bunu Üstad Necib Fazıl “Ruh Burkuntularından Hikâyeler”de
ortaya koydu. Daha sonra Sezai Karakoç’un hikâyelerinin üzerinde durulmadı. Bizde Rasim Özdenören
öyküsü bu anlamda dönüm noktası oldu.
Peki 80’lerden sonra ülkede bir öykü yazarlığı patlaması var. Onu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali Haydar Haksal: Birikimin getirdiği bir patlamadır. İkinci Yeni’nin getirdiği bir patlama var. Solda da
materyalist yaklaşım bunu sınırladı. Bu anlamda başarılı öyküleri de var, inkâr edemeyiz.
Mesela Orhan Pamuk’un siyasi görüşü şu veya bu. Ama Benim Adım Kırmızı’da bir akıcılık var.
Hikâye örgüsü var.
Ali Haydar Haksal: Ama yeterli mi? Yeterli değil. Rasim Özdenören başarılı öyküler ortaya koydu.
Ondan sonra bizim İslâmî düşünce geleneğinde olan birçok arkadaşımız yetişti. Kadir Tanır, Cemal Şakar,
Ramazan Dikmen, Âlim Kahraman gibi. Ondan sonraki kuşaktan gelen arkadaşlarımız var. Ciddi bir öykü
damarı gelişti.
Şu an genç öykü yazarlarından kim var?
Ali Haydar Haksal: Oldukça umut veren arkadaşlarımız var. İsimleri aklımıza gelmeyebilir alınmasınlar.
Hemen hepsi önemli bir birikim oluşturdu. Akademik çalışmalar bazı insanları sınırladı. Bir çok umut
veren arkadaşlar var.
Türkiye’de eskiden meşhur Marmara Kahvesi gibi Nâzım Hikmet’in de Necib Fazıl’ın da geldiği,
fikir tartıştığı mekanlar, ortamlar var mı?
Ali Haydar Haksal: Siyasal etkiler yüzünden dağıldı.
Yani 80’ler öncesi dönemle şimdiki dönemde; sağ-sol fark etmez, İslâmî camia için de söylüyorum;
insanlar politik gibi ama değiller.
Ali Haydar Haksal: Zaman zaman yakınlaşmalar oldu. Fakat siyasal anlamda Uğur Mumcu’ların
öldürülmesi gibi olaylar nedeniyle yeniden ayrışma oluştu. Daha önce diğer yazarlar bir araya geldiğimiz
dönemler oldu. Ancak birden bire Ankara’da ‘kahrolsun şeriat’ bağrışmaları olunca derin ayrışma başladı
ve uzaklaşmalar oldu. Siyasal kutuplaşmalar sanat-edebiyat çevrelerinin bir araya gelmesini engelledi.
Onun haricinde edebiyat mahfilleri var mı şimdi?
Ali Haydar Haksal: Dergi çevrelerinde var elbette. Biz Yedi İklim çevresinde her cuma burada bütün
arkadaşlar bir araya gelip sohbet ediyoruz, konuşuyoruz. Diriliş geleneğinden gelen arkadaşlarımız belli
sebeplerden bir yerlere dağıldığından eskisi gibi değil. İtibar, Bir Nokta, Hece gibi dergi çevrelerinde bir
araya gelen arkadaşların ortamı var. Bir problem bu. Bir diğer problem, edebiyat, mânâ ve düşünce
merkezli bakmayınca ortada bir yapaylık kalıyor. Bu eleştiriyi kendime de yöneltiyorum.
Mesela örneğin Dostoyevski mevzusu etrafında insanların şucu veya bucu olmasının ne önemi var.
Zaten eserler orada, kendisi ortada. Herkes fikrini söyleyebilir, bunun etrafında buluşulabilir yani.
Ali Haydar Haksal: Edebiyat ortamlarının buluşmasını zorlaştıran bir dağınıklık var. Üstad Sezai
Karakoç’un fikir üretmeye devam etmesi çok önemli. Maalesef oradan uzak duruluyor. Günümüz
hareketlerinde düşünce merkezli bakışta biraz gevşeme var. Buna Yedi İklim’i de dâhil etmek gerekiyor,
düşünce üretemiyorsak bir problem var demektir.
Mesela Fransa’da Fransız Akademisi diye bir şey var. Bir eser ortaya çıktığı zaman, onu
onaylayacak bir zemin vardı. Hâlen etkin mi bilmiyorum ama?
Ali Haydar Haksal: Dağıldı tabiî onlar da.
Orada kısmen vardı da, bizde hiç ortak nokta yok. Bir kıstas yok edebiyat âleminde.
Ali Haydar Haksal: Evet. Ortak bir bakış olmuyor. Ciddi bir problem var.
Yani sizin yayıneviniz kuvvetli ise, çıkardığınız roman “en güzel roman” gibi bir algı oluyor.
Ali Haydar Haksal: Tabiî orada sermaye kendisinin reklâmını yapıp, pazarlayabileceği bir ürün ortaya
koydurtabiliyor. Mesela bir okulda öğrencilerle programa katıldık. Ne okuyorsunuz diye sorduğumuzda
okuyan yok. Bir kaç kişi kitap okuyor, onlar da “Elif Şafak’ın, İskender Pala’nın kitaplarını okuyorum”
diyor. Edebiyat dergileri okunmuyor. Gençlik yıllarımızda daha düşük nüfuslu dönemlerde dergiler çok
daha fazla okunuyordu. Şimdi daha az okunuyor.
Şu an hangi kitabı okuyorsunuz ve genelde hangi kitaplar başucu kitabınız oluyor?
Ali Haydar Haksal: Benim çantam kitap dolu. Bulunduğumuz ortam kitap dolu. Şu dönemlerde çalışma
programlarım oluyor. Hastalık dönemimde 4 Halife’nin hayatı benim 4 yılımı aldı. Bunların ikisi çıktı
kitap olarak.
Bir yandan okurken bir yandan yazdınız.
Ali Haydar Haksal: Tabiî. Ciddi bir araştırma dönemim oldu. Onlar çıktı ve o seri bitti. Hz. Ali de 5-6 ay
içerisinde çıkacak. Bir ara Umberto Eco ‘nun eserlerine yoğunlaştım. Tüm eserlerini okudum, bir kaç
çalışma yaptım. Şu dönemde Selahaddin Eyyûbi epeyce zamandır masamda duruyor. Ne kadar malzeme
varsa topladım, okuyup-yazmayı planlıyorum. Öykü okumalarım devam ediyor. İlginç bulduğum bir
kitabı alır okurum. Bu ara bir de Tolstoy yoğunluğu başladı. Bir çok romanını okudum. Onlar yazmak
üzere bir kenarda duruyor. İtalyan Rönesansı hakkında çalışmalar okuyorum. İslâmî düşüncenin Rönesans
üzerindeki etkileri yadsınıyor. Bir makale çalışması yaparken onun etrafındaki eserleri de okuyorum. Yani
geniş bir okuma yelpazesi gelişiyor. Mesela Ernest Renan’ı okuyorum, temel tezi “İslâm’ın bilime bir
katkısı yoktur” diyor. Reddediyor. Onun zamanında reddiyeler yazılıyor. O dönemin bir takım Müslüman
düşünürleri reddiyeler yazıyorlar. Onlar ile ilgili bir çalışmaya başlamıştım. O yarım duruyor. Nikos
Kazancakis’in bütün eserlerini okudum, onun hakkında bir çalışma yazacağım, o yarım duruyor. Yani
masamın üstünde geniş bir çalışma malzemesi duruyor. Biraz dağılıyorum ister istemez.
Son olarak da şunu soracağım: Ali Haydar Haksal’ı eleştirseniz, tenkit edebileceğiniz yönleriniz var
mı? Üzerine düşündünüz mü?
Ali Haydar Haksal: Çok şükür birçok eser ortaya koydum. İz Yayınları şu anda bütün eserlerimi
yayımlamaya başladı. Bu eserlerin 7 tanesi çıktı. Anlaşmaya göre 38 dosya var. Yayımlanmamış olanlar
da var. Benim kendimle ilgili getirebileceğim eleştiri; bazı konularda dağıldım. Mesela aktif siyasetle
ilgilendim, halen de ilgim, ilişkilerim var. Bir yandan zaaf olarak görülebilir, ama bir yandan da insan
tanıma bakımından eserlerim açısından yararı da oldu. İnsanların kusurlarını da görüyorsunuz. Mesela
“Yalnızlık Sarkacı Öyküleri”ne bu gözle bakılabilir. “Başkanın Masasında Kalan Çanta” öyküsünde
olduğu gibi, doksanını aşmış adamın hala milletvekili olmak için gösterdiği hırs bir hastalık anlamında ele
alınmış. Bir ara aktif ticaret yaptım. Ticaret yaparken zihnen kendinizi o işe veriyorsunuz. İnsanları
tanımak bakımından bir şansım oldu benim. İnsanlara dışarıdan bakan bir yazar olmadım. Hayatın içinden
gelen bir insan olarak yazdım. Kendimle ilgili kusurum, çok yazmaktan dolayı biraz kusurlarım oldu.
Bunu inkâr edemem. Onu gideriyorum. Yeni baskısını yapmakta olduğum tüm eserlerimi sağ olsun
Mehmet Özger şu anda editöryal anlamda yeni baştan okuyup düzenliyor. Ona göndermeden önce, ondan
geldikten sonra tekrar okuyorum. Şu anda eserlerimin kendi kusurlarını giderme bakımından da böyle bir
çalışmam oluyor. Şunu çok rahatlıkla ifade edebilirim ki, 30 yıl önce yazılmış yazılarımı şu anda
okuduğum zaman, dışardan biri olarak okuduğum zaman haz alıyorum. Bu benim açımdan önemli. Nuri
Bey İstanbul’a geldi. Son çıkan üç tane kitabımı kendisine verdim. Kendisi bana mesaj attı, “Kitapları yeni
bitirdim, teşekkür ediyorum, eline-gönlüne sağlık, okurken haz aldım.” Bu benim için yeterli. Bir
büyüğümüzün bu kanaati benim için yeterli. Şimdi bir takım kitaplarım zirve oldu. Üst düzey noktaya
geldi. Bu benim için önemli ama her zaman şunu itiraf ediyorum; amatör ruhlu bir insanım. Yani her şeye
yeniden başlıyormuşum gibi bakıyorum. Bu da benim kazancım oluyor.
Çok teşekkür ediyoruz vakit ayırdığınız için.
Ali Haydar Haksal: Ben teşekkür ediyorum.
Aylık Dergisi 115. Sayı, Nisan 2014