Nasıl ki canlının en küçük yapı taşı olan hücrenin özellikleri canlıda kendini gösteriyorsa, toplumun temel taşı olan bireyin psikolojisi de sosyolojide (toplum psikolojisinde) ortaya çıkıyor. Her toplum bünyesinde içselleştirdiği hissiyat, düşünce dünyası ve hayatını idame ettirme özelliklerini, tarihten gelen tecrübeler, örf-âdet ve ananelerin istif biçiminde üst üste birikmesi ve birbirine eklemlenmesi neticesinde barındırır.
Toplumumuz (Türk toplumu) da Batı toplumlarının aksine Doğu kültürünün getirmiş olduğu maddeden çok mânâya ehemmiyet vermek, realist davranmaktan çok hissî hareket etmek gibi birçok özelliğe gerek birikimi gerekse de mensup olduğumuz İslâm dini sayesinde sahiptir.
Bir Doğulu gibi düşünen, hisseden, konuşan, tepki veren ve hayatını idâme ettiren bu toplum 18.asırdan sonra başlayan bir dönüşüm neticesinde 20.yy ile beraber yeni bir devlet çerçevesinde öz değerlerinden uzaklaştırılmış, köklerinden kopartılmış, deyim yerindeyse hayata geliş gayesinde vazgeçirilmiş bir hüviyete büründürülmek istenmiştir. Yeni devletin bu anlayışına paralel bir biçimde devrimler gerçekleştirilmiş ve hedeflenen toplumsal revizyonun sağlanması amaçlanmıştır.
Bu noktada gözden kaçan en önemli husus ise hayatının başından 70 yaşına kadar aynı şekilde yürüyen bir insanın bu yürüyüş tarzını içselleştirmesi ve bir daha asla değiştirmeyecek olması gibi Türk toplumunun da iliklerine kadar işlenmiş olan Doğulu tavrını içselleştirmiş ve değiştiremeyecek olmasıdır. Bu sebeple maymunvâri taklitçilik neticesinde maddeci Batı kültürünün yine aslını İslâm’dan alıp kendi mizaçları, düşünce yapıları ve fikir dünyaları çerçevesinde süzgeçten geçirerek materyalistleştirdiği ve yeni bir forma soktuğu normların tamamı hiçbir süzgeçten geçirilmeden bu materyalist etiket ile beraber uygulanmaya çalışılmıştır.
İktisadî ve siyasî modelimiz de bu taklit çerçevesinde oluşturulmuş ve adeta Müslüman Anadolu İnsanını uyutmak temeli oturtturulmuştur. Aslına bakılırsa diğer dünya devletlerinde de durum pek farklı değildir; demokrasi haşhaşıyla uyuşturulan ve hedonizm tutkusu ile tüketim çılgınına çevrilen insanlar…
İktisadî sistemimizle aslında hiçbir uyuşturucu rekabet edemez; verilen krediler ve kredi kartlarıyla meydana getirilen sahte bir tüketim toplumu, devlet eliyle oynatılan kumar, borsa vesaire derken müthiş bir uyuşukluk hâlinin müsebbibi…
Bu sebeplerle, toplumun gerçek mânâda sosyal refah seviyesine ulaşmasını sağlayamıyor ve tam mânâsıyla bir kalkınma için sıçrama yapamıyoruz. Rejimin 90 yıldır getirmiş olduğu çatlaklar ve demokrasi illeti sebebiyle bir kalkınma modeli geliştiremiyor, kalkınmayı gerçekleştirememe hüsranına uğruyoruz.
Kalkınma meselesine bir parantez açmak gerekirse, dünyada geçerliliği olan hiçbir kalkınma modeli bizim ekonomi politikalarımızla paralellik göstermiyor. Misâl verecek olursak, en önemli kalkınma modellerinden biri olan R. Musgrave’e göre kalkınma dört evrede gerçekleşir. Birinci evre altyapı yatırımları yapmaktır. İkinci evre bu yatırımlara binaen girişimcilik ile ekonomik büyüme hedeflenir. Üçüncü evre olgunlaşma sürecidir ve sosyal devlet anlayışı gereği eğitim ve sağlık hizmetlerinin üzerine eğilinir. Dördüncü ve son evrede ise gelir dağılımındaki adaletsizlik Giny katsayısı nisbetinde ortadan kaldırılır. Şimdi sormak lâzım, biz hangi aşamadayız? Hiçbiri… Bunun gibi daha birçok misâl mevcut. İç içe geçmiş bir iktisadî politika yumağı… Sebep? Aslında çok basit; Devlet yönetme hakkında hiçbir pratiğe deneyime sahip olmayanların devlet yönetme rejimi demokrasi ve seçim sistemi…
Aslında farklı her hadiseye bakışta gittikçe giriftleşen ve muazzam çetrefilli bir hâl olan sorunlar yumağıyla karşı karşıya kalıyoruz. Materyalist Batı düşüncesinin tek tip, mânâdan ve hissiyattan uzaklaşmış insan modelinin bir benzeri Türkiye’de de rejimin eliyle oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz; böyle bir amaç güdülmüyor olsa bile uygulanan politikaların Batı tandanslı olması sebebiyle amaç ne olursa olsun mesele buraya kıvrılıp gidiyor.
Toplumumuz kapitalizmin ve liberal ekonomik modelin aşıladığı rehavet ile beraber dünyanın sömürgeye dayalı iktisadî modelinin dişlileri arasında eziliyor; işin garibi ise bunun farkına bile varamıyor oluşumuz. Teknolojik gelişmeler etrafında insanlarımız propaganda ve reklamlar ile hedonist hayat tarzına özendiriliyor, kredi kartları, banka kredileri vesair argümanlarla ise maddî araç gereçlerle hazza ulaşmaya çalışıyor. Tüketim çılgını bir toplum haline geliyoruz. Devlet eliyle insanlar kapitalizmin tuzağına düşüyor, materyalizm illeti eroinin şırıngayla damardan verilmesi misali kanımızda dolaşıyor.
Sosyal adaletsizlik had safhada…
”Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.”
Üstad Necip Fazıl’ın dizelerinde bahsettiği vahim durumdayız. Buna rağmen tüketmenin hazzıyla dizginlenen toplum “büyüme oranımızla dünyada ilk sıradayız”, “TÜİK verilerine göre işsizlik azaldı” gibi haberlerdeki “istatistikî veriler” kapsamında uyuşturuluyor: Kimse “benim hakkımda nerede?” demiyor, diyecek takati kendinde bulamıyor; çünkü Hasan Sabbah’ın haşhaş cennetine benzer sahte bir cennette yaşadığı hissine kapılıp gidiyor.
Gelen iktidarlar ise rejimin temel dinamikleri sebebiyle görüşleri ne olursa olsun sistemin potasında eriyip ona katkı sağlamaktan öte mesafe katedemiyor. Çünkü o koltuğa oturduklarında bir şeyleri değiştirebilmeyi hayal etseler bile ahtapotun kolları misali etraflarının kuşatılmış olduğunun farkına varıyor ve koltuk rehavetiyle geldikleri yerde kalma amacını gütmekten öte gidemiyorlar.
Seçim sistemimize göre beş senede bir (ki bu hiç beş seneyi bulmadı) seçim yapılır ve hükümet değişir. Gelen her hükümet ilk göreve başladığında çevresini ve bürokrasiyi süzmeye çalışmak için gözlemlemeler yapar. Demokrasinin en büyük zaafı budur. Devlet yönetme tecrübesi ve kabiliyeti olmayan insanlar bir anda kendilerini devletin en tepesinde bulur. Tabiî ki bunda farkına vardıkları veya varamadıkları elin etkisi büyüktür ve bu elin amacı manipülasyona açık olan bu rejimde iktidarları bir kukla gibi kullanmaktır. Velhasıl ciddi ve orijinal adımlar zaten atılamaz.
Her iktidar döneminde olaylar dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor. Sistemin potasında erirken rantını kaybetmeme adına seçim dönemlerinde halka şirin görünmek adına, yine halkın parası çar çur edilmektedir. Seçim dönemindeki politikalardan kalkınma hamlesine dair bir misal vermek gerekirse, iktisadî gelişme çerçevesinde statlar, avmler, rezistanslar, gökdelenler, inşâ edildiği malumunuz; fakat dikkat edilmesi gereken en önemli husus bu projelerin hiçbirinde altyapı kaygısı güdülmüyor. Ardından trafik çilesi, kalabalık, rezalet derken olan yine vatandaşa oluyor. Nerede kaldı her fırsatta vatandaşın faydasına hareket edilmesi gereken sosyal devlet anlayışı? Ne sosyal devleti? Tek kaygı sadece yukarıda da bahsettiğimiz üzere halka şirin görünmek adına bir takım hamleler! Tek kaygı uyuşturma politikası!
Aylık Dergisi