Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Araştırmacı-Yazar Kemal Özer ile
Söyleşi
Kemal bey, kanser vakalarında büyük bir artış var ve gıda mevzuu diğer
hastalıkların oluşmasında en etkili faktörlerden birisi günümüzde. Siz Türkiye’de bu
mevzuda konuşan, eser üreten, nadir insanlardansınız. Kanser ve beslenme ilişkisine dair
neler söyleyebilirsiniz bize?
Kanseri tek başına gıdaya bağlamak doğru olmaz ama kanser yapıcı etkilere bakarsak
elbette biz birinci sıraya gıdayı ve beslenmeyi koyabiliriz. Sonra teknolojik gelişmeleri
koyabiliriz ve ardından şunu ekleyebiliriz; post modern dönemin insan üzerindeki psikolojik
baskıları en önemli nedenlerden birisi. Yine giyim kuşamımız, tekstil, kansere yol açan
nedenlerden birisi. Tırnak içinde temizlik ürünü diye satılan, kozmetik ürünü olarak satılan
ürünlerin tamamı maalesef kanserojen maddelerden… Bir de su kaynaklarının kirletilmiş olması
yine kansere yol açan nedenlerden birisidir.
Yiyecekleri koyduğumuz kapların da etkisi var mı hocam?
Tabiî sentetik bir dünya var ve tamamen petro-kimya eksenli bir hayat dayatılıyor; bu
dayatma sırasında birinci neden kanser ikincisi de cinsiyet dengesizliğine yol açıyor. Yani
erkekler kadınsılaşıyor ya da kadınlar erkeksileşiyor. Ya da kadınların kanser oranını artırıp
erkeklerin kadınsı davranışlar östrojen dengelerin bozulmasına yol açan petro-kimya ürünlerin
hepsi bunu yapıyor. Fatavat ya da BPA olarak tanımlanan bir madde, özellikle hemen her türlü
tüketim eşyasının içerisinde var olan bir madde. Özellikle fatavat. Bu da cinsiyet sorunlarına yol
açıyor. Gıdalarda kullanılan özellikle tarım kimyasalları, sentetik yani kimyasal gübreler, böcek
öldürücüler, ot öldürücüler ve mantar öldürücüler ile günümüzde son beş-altı yıldır (ki
Avrupa’da 20 yıldır) uygulanan gıdalara radyasyon verilme uygulaması var. Bunları da
eklediğiniz zaman artık kanser olmak nadirattan bir hâl değil olmamak nadir bir vak’adır. Şu an
Türkiye’de 650-750 bin kanser tedavisi gören hasta var. Yaklaşık yüz binin üzerinde insan uzun
zamandır kanser yüzünden hayatını kaybediyor. Bir de kanser tedavisi için kullanılan ve
kemoterapi denilen uygulamayla sağlam insanlar da maalesef bu sebeple ölüme terkediliyor, ya
da ölmekten beter hale geliyor. Tabi burada en temel sorunu yaşam kalitenizi bozmuş olması,
psikolojik olarak travma yaşatıyor. Zaten kanser korkulacak bir hastalık değildir. Kanser
olduğunuzu duyduğunuz andan itibaren psikolojik olarak yıkılıyorsunuz. Psikolojik olarak
yıkılmanız ölmeniz için yüzde ellilik bir neden. Burada kanser çok korkunç, çok tehlikeli ve
ölümcül bir hastalıktır. Ama kanserden yüzlerce kat daha tehlikeli hastalıklar vardır.
Türkiye gündeminde Suriye var, Mısır var; elbette olacak ve elbette konuşacağız.
İç politika ve dış politika genelde bunlarla örülü. Yani biz biraz konuştuğumuz meseleye
eğildiğimiz zaman, burada insan enteresan bir hadiseyle karşılaşıyor. Bütün mevzuları
bırakıp bununla ilgilenmemiz gerektiğini düşündürüyor bize. Siz ne dersiniz?
İlk çocukluğumda Vietnam’ı ardından İran, Afganistan, Bosna, Endonezya, Somali,
Çeçenistan, Irak ve Suriye olmak üzere birçok hadiseye şahit oldum. Bu bizim gündemimizi
hiçbir zaman bozmayacak bir şekilde ele alınır. Yani coğrafyalar değişir fakat sorunlar,
katliamlar devam edecek. Tabi bunlar bizim gündemimiz olmalı fakat gündeme kilitlenmemek
gerek. Ve geleceğe yönelik kaliteli projelerimiz olmalı. Var olanın kıymetini anlamayı bilmek ve
korumak…
İslam’da nesl-i muhafaza var zaten…
İslam’ın beş temel ilkesinden birisi neslin muhafazasıdır; çünkü yeryüzü bize emanet.
Yeryüzündeki her şey bize emanet, biz de bize emanetiz, gelecek nesiller de bize emanet. Biz
Müslümanlar olarak bu emanetin bilincinde olmamız gerekiyor. Bizim bedenimizde bizden
sonra gelecek neslin bedeni ve sağlığı da bize emanet. Emanete ihanet etmememiz gerekiyor.
Çünkü neşet edecek neslin sağlığı bugünkü insanın sağlığına bağlı bir şeydir.
Elbette o gündemler olacak ama bunların da medyada ve devletin politikalarında
yer teşkil etmesi gerekmez mi? Niçin önemsenmiyor?
Şundan önemsenmiyor. Son günlerde Kissenger biyografilerini okuyorum “Nasıl
adamdır?” diye. 1970-74’de yazılmış, 75’de Türkçeye tercüme edilmiş dünyanın en tehlikeli
adamlarından birinin geçirdiği değişimli bir ruh halini anlamaya çalışıyorum. Nasıl bir ruh
halidir ki bu adamı buraya iten? Şimdi burada bu insanlar yani Kissenger, bizim nasıl
düşünmemiz, ne yapmamız gerektiğini planlayan insanlar. Dün akşam okuduğum bir hadise var
bu kitapta. 1955 yılında akademik dünyanın seçkin ülkelerinden seçkin kişiler Harvard’da
toplanıyor. Bu toplantıda gittikleri ülkelerdeki bazı davranış hareketleri ile söylemlerde
bulunuyor. Bunun bir müddet sonra CIA tarafından finanse edildiği ortaya çıkıyor. Kissenger
diyor ki: Ben bilmiyordum CIA tarafından finanse edildiğini. Şimdi bunlar akademik dünyayı
ruhen satın alıyorlar. Yani yönlendiriyorlar ve yönetiyorlar. Bu akademik dünya da hem gündem
yapılıp hem de gündem değiştiriliyorsa yahut Batı’nın metodolojisi dayatılıyorsa; oradan yetişen
kişi, yeniden akademisyen olacak ya da siyasetçi olacak, bürokrat olacak. Onlar süreci yönetecek.
Bizim bu politikalarımızı Türkiye’de belirleyenlere bakınız, ya Boğaziçilidir ya da ODTÜ’lüdür.
Bürokrasideki insanlara bakınız ya harvard ya mutlaka doktora, yüksek lisans yapmıştır ya da
oralardan mezun olmuştur. Ankara’ya bir bakın, Türk politika belirleyicilerin büyük bir kısmı
buralardan yetişmiş insanlardır. Birbirlerinin oralara gelmelerini sağlarlar. Ve böylelikle bizi
sûnî gündemlerle gerçeğin etrafından dolaşmamızı sağlarlar.
Kemal bey, bununla bağlantılı bir sorumuz var. Siz gıda mezunu kendinden
münhasır olarak gören birisi değilsiniz. Memleketimizin siyasi geçmişi, kültürü ve tarihi
meseleleriyle de ele alıyorsunuz “Biz Kimiz ve Burası Nasıl Bir Ülke” başlıklı bir
yazınızda. Buradan yola çıkarak neler söyleyebilirsiniz?
Mevzuyu sadece bir beslenme aracı olarak görürseniz teknik bir meseleyle buluşur. Gıda
bir beslenme aracı değil, bizim sağlığımızı, ruh sağılığımızı, iman kalitemizi ve bizden neşet
edecek nesli belirleyen vazgeçilmez araçtır. Bu aracı biz sadece o anlık açlık duygularımızı
bastıran bir meta gibi görmemeliyiz. Eski seçkin ve velî insanlarımız şunu yaparlarmış.
Yiyecekleri bir lokmanın gidebildikleri kadar geriye giderek, onun nasıl kazanıldığını, içerisinde
şüphelilerin bulunmadığına bakarlarmış. Mesela, en belirgin örneklerden bir tanesi, Hz Ebubekir
örneğidir. Hz Ebubekir çok acıkmıştır ve kölesi bir düğünden aldığı yiyecekle dönmektedir.
Fakat bu yiyecek müşrik birisinin yemeği. İlk kez bir şeyi sorgulamadan ağzına alıp tam yutarken
o yemeğin nereden geldiğini soruyor. Müşriğin evinden olduğunu duyunca elini ağzına atıp
yemeği kusuyor. Şüphelilerden ve haramlardan kaçınmanın hassasiyetidir bu. Bunu yapmasının
hakikati, ibadet kalitesinin düşmemesi, imanda zaafiyet göstermemesi içindir. Yoksa sağlık
açısından bir şey düşünmüyor. Karnımı doyurdum olarak bakamaz insan. Bu işin bir adabı
vardır. Adabını bir kenara bırakalım soframıza gelen bir şeyin hem gerisini hem de ilerisini
düşünmek zorundayız. Biz o anını düşünen topluma evrildik. Gıda basit bir madde değil bizi biz
yapan en önemli şeydir. Namazınız bittiğinde okuduğunuz süreyi hatırlamıyorsanız midenize
bakın. Sorun midenizde. Midenizde temiz olmayan maddi ve fiziki anlamda kirli şeyler olmakla
beraber manevi anlamda da kirlilik var. Kur’an-ı Kerim bizden aslında sadece helal tüketim
talebinde bulunmuyor. Müslümanların en çok anlayamadığı meselelerden biri budur. Kur’an-ı
Kerim bize “Tayyib olanları tüketin” diyor. Neyi kastediyor acaba? Türkçe çok kısır bir dil, çok
sığ bir dil. Milliyetçilik değildir bu, kısır bir göçebe dilidir bu. Farsça ve Arapçadan olan
kelimelerle geliştirilmiş, güçlendirilmiş bir dil. Siz o güç veren şeyleri atmışsınız, şimdi
anlayamaz hale gelmişsiniz. Temizlik kelimesinin İngilizce‘de beş tane anlamı var ve ayrı
kelimeyle ifade edersiniz. Türkçe‘de tek kelime ile ifade edersiniz. Arapça’da beş kelime ile ifade
edersiniz. “Tayyib” Türkçe‘de hijyen olarak anlaşılır. Batı’da ise “Tayyib” hijyen olarak
anlaşılmaz. Hijyen, bir ortamın bütün bakterilerden, bütün canlı organizmalardan siterin haline
getirilebilmesidir. Ama Kur’an-ı Kerim bize siterin hale getirin demiyor. Tayyib olanları tüketin
diyor. Acaba buradan kastı ne Allah’u Teâlâ’nın? Biz burada Kur’an-ı Kerim’in kavramlarının
Arapçadaki “tahir” kelimesi yerine “tayyib” kelimesini tercih ettik. Tahirde temiz demek. Beş
yerde de “helalen tayyiben” diyor. Her şey için diyor fakat gıda için 46 kez buyuruyor Allah.
Yüzyıllar önce Kur’an anlaşılamamış olması normaldir. Çünkü modernizm sorunları yoktu şimdi
modernizmin sorunları var.
“Yüzyıllar” derken, siz bu meseleleri tarihî meselelere de bağlıyorsunuz.
Cumhuriyet döneminin hadiselerinden geçtik elbet güllük gülistanlık bir hâl
beklemeyeceğiz. Bunu açabilir misiniz? Nasıl bir akamete uğradık?
Biz kendi değerlerimizden ve kavramlarımızdan uzaklaştık uzaklaştırıldık. Anlama
kaâbiliyetimiz zayıflatıldığı gibi düşünce dünyamız Batılı gibi olmaya başladı. Ânı yaşamayı
öğrettiler aşıladılar bize… Yani Batılı gibi yiyor, içiyor, yaşıyor, düşünüyor ve konuşuyoruz.
Cuma sonrası dışarı çıkıp cemaate sorun “bugünkü hutbeden ne anladınız” çoğu insan o
hutbeden hiçbir şey anlamadı. Çünkü hutbeyi yazan anlamamış. Çevre dediğiniz mesele sizin
yatak odanızdır. Sokağınız pisse biliniz ki sizin yatak odanız da pistir. Yatak odanız pisse biliniz
ki zihniniz pistir, bilinciniz pistir. Her türlü saldırı aracını kullanarak bilincimizi, bilinçaltımızı
kontrol altına alıyorlar. Düşünce üretmemizi engelliyorlar. Bir cümlede ifade edebileceğimiz şeyi
sayfalarca yazıyoruz ama hiçbir şey söylemiyoruz. Biz felsefeyi de demagogluk olarak anlıyoruz.
Yani bir meselenin künhüne inmek, onu anlamak, kavramak oradan başka bir yere
ulaşmak değil, tartışmak,üstte çıkmaya çalışmak. Öyle mi anlaşılıyor?
Maalesef öyle. Biz felsefeyi bütünüyle Batılı zihin formunda tartışmaya çalışıyoruz, her
ne kadar yüzümüz Doğuya doğru dönecek olsak da bilincimiz Batı’ya doğru kaymış durumda.
Böyle olunca da, Batıya Batı’nın normlarıyla karşı çıkmak Batı’nın da işine geliyor.
Orijinal bir şey değil, hiçbir şey söylememiş oluyoruz.
Batılının dilini kullandığınız zaman kendi değerlerinizi ifade etmeniz mümkün değil.
Mesela İngilizce Kur’an-ı Kerim tercümelerine bakın. İngilizce konuşan biri okusa hiçbir şey
anlamaz. Siz çünkü salt bir mütercimlik yapıyorsunuz. Kelime ne ise onun anlamını
yazıyorsunuz. Yani sözlükte böyle geçmiş böyle yazıyorsunuz. Kur’anın bir ruhu var, bir maksadı
var. Bir şey ifade ediyor, sözlükten alıp tercüme edilecek mesele değildir Kur’an-ı Kerim. Tüm
meselelerimizi de tercüme eder bir hâle sokmuşuz. Bu toplumun en dindarları da Kemalist, en
dindarları da Batıcı. Ve bunun farkında değiliz. Çoğu dindarlarımız laik sistemin içinde laikçe
düşünüyor laikçe giyiniyor laikçe yaşıyor. Yani Batılı gibi yaşıyoruz. Bu şekilde davranarak
zamanı tüketiyoruz. Vaktin kıymetini bilmiyoruz. Bu da bir israftır. En büyük israfı vakitte
yapıyoruz. Kur’anın varmak istediği insan modelinin yok olması için yaşıyor ve şeytana yardım
ediyoruz. Sadece Batılılar değil batıl bizim düşmanımız ama en büyük düşmanımız da kendimiziz
kendimize.
Batının hikmetlerini alıp kullanabiliriz değil mi?
Elbet. Karşıda bir insan var. Bütün bilgi vahiyle inşâ edilmiştir. Onun üzerine insanlar
tecrübelerini koyarak metin oluşturmuşlardır. Fakat bugünün, modernitenin insanları herşeyi
mekanikleştirdi, hikmeti yok etti. Eşyanın künhüne vakıftı eskiler. Eşyaya karşı da
hürmetkardılar. İslami bir hassasiyettir bu. Eşyaya tapmayız ama eşyadan Allah’a
gidilebileceğini de biliriz.
Soracağımız soru da bu konuya evrildi hocam. “Global şirketler” dediniz. Kim bu
global şirketler? İsimleri var mı, belli mi?
Var elbet. Bunların ortaya çıkışı 1600-1700’lerdeki Avrupa’daki tefeciler. Özellikle
Almanya ve İsviçre tefecileri. 1700’lerde bunlar kurumsallaşmışlardır ve logolarında da lâtin
İmparatorluğunun renk ve sembollerini kullanıyorlar. Yani bunlar latincidir. Şu anda
Avrupa’daki sekiz tane krallığın hepsi aynı aileye aittir. İngiltere, İsviçre, Hollanda kralı da aynı
aileye ait. Sonuç itibariyle bunların hepsi Alman kökenli ve Yahudilerdir. Dünyadaki ilk on
zenginlerin tamamı Yahudi’dir; fakat bunlar bizim bildiğimiz anlamda İsrail’de tanınan Yahudi
değildir. Daha çok şeytana, güneşe taparlar, Satanisttirler.
Pagan kökenli geleneklerden gelen daha sonra Yahudi görünümünü aldıklarını
okumuştuk bir yerde.
Yok, onlar aslen Yahudi ama Musevi değiller. Yani biz mesela, Yahudi deyince artık bir
kavim olarak anlamamız gerekiyor. Musevilik bunların dini. Yahudilerin içerisinde Ateist olanlar
var, Musevi olanlar var, Satanist olanlar var. Bunları ayırmak gerek; mesela Ateist olanları
genellikle Siyonist değildir. Musevi olanların ise bir bölümü Siyonist değildir. Siyonist olanlar ise
ya Satanisttir’ler ya da fanatik Yahudi’dir yani Musevi’dir. Bunlar daha çok İsrail’deki Yahudileri
de kullanan, onlar üzerinden bir hegemonya oluşturmaya çalışan dünyadaki servetin ana
sahipleridir. Bu servetlerini ise iki yolla elde ettiler: biri tefecilikle ki o zamanlar iletişim araçları
olmadığı için savaşları manipüle etmişlerdir. Savaşlarda o dönemde oluşturdukları borsaların
üzerinden para kazanmışlardır. Devletlere borç vermişlerdir.
Rockefeller’e benzedi hocam dediğiniz.
Taşerondur o. Küçüktür. Onlardan daha büyükleri var. Bunlar Avrupa merkezleridir.
Fransa’da Openheimer ailesi var. Elmas zengini aile…
Onların hepsi taşeron. Mesela Soros dediğimiz kişi, bunların servetlerinin bir bölümünü
yönettirdikleri kişi. İtalya’da Adnan Sak diye bir adam var mesela o da bir taşerondur. Serveti bu
taşeronlar yönetir. Serveti yönettikleri için de siyaseti yönetirler. Onları da Akademi üzerinden
yaparlar. Orada bir insan inşa ediliyor, tarz oluşturuluyor. Akademide disiplin denen şey
tevhidden uzaklaştırma için hazırlanmıştır. Düşmanları, insan ve İslâm…
Geçen gezi olaylarından sonra Türkiye’nin en büyük sermayedarlarından biri Koç
şöyle diyordu: “Devlet kademelerindeki öğrencileri ben yetiştiriyorum.” Ve bu
üniversitelerde eğitim tamamen insanları yozlaştıran, materyalizme adapte eden bir
sistem.
Bu sadece onlar üzerine değildir. Bütün dünyada kurgu bunun üzerinedir. İkinci Dünya
savaşından sonra akademik yapılanma bunun üzerine kurgulanmıştır. Bu kurgu da insan denen
varlığı fıtrattan ve tevhidden uzaklaştırırsanız ucube gibi bir şey çıkar karşınıza ve her şeyi
madde olarak değerlendirirsiniz. Felsefe zihin inşaâsı yapar, o inşaânın sonunda insana sadece
bir araç olarak bakmaya başlar.
Yani kadına, topluma, aileye her şeye materyal şeyler üzerinden bakıyoruz.
Evet. Mesela Türkiye’de iki odalı evler yapıyorlar. Çekirdek aile denen sığlığa itiyorlar.
Ataerkil bir aileden hızla koparıp büyük kalelerle inşa edilmiş “rezidans” dedikleri ya da başka
adlarla adlandırdıkları yapıların içine hapsediyorlar. Dışarıya çıkmadan çamaşırın yıkandığı,
ütünün yapıldığı, ekmeğin, gazetenin ayağına getirildiği bir yapı…
Batının bize ihraç ettiği hastalıklardan olan çıkar ilişkilerinden kurulu bir hayat
düzeni, bize tamamıyla nüfuz etmeye başladı; çekirdek aileler, kendi çıkarını ön planda
tutmalar, başkasının kazancını çekememe gibi durumlar içimizde kendine yer bulmuş
durumda.
Evet. Ortada aile yok, kültür yok. Bağ kopmuş. Geleneği aktarmıyor, kültürü aktarmıyor,
inancı, ahlakı aktarmıyor bize. Torununu severek birşey anlatmıyorsunuz. Torun dedeye, dede
toruna yabancı. Tamamen batı hayatını size dikte eden bir model inşa ediyor modernizm.
Dehşetvâri bir fotoğraf var önümüzde. Sevgi ve ahlâk hissizliği ile birini rahatça
öldürebiliyor insanlar toplumumuzda…
Ben sivrisinekleri dahi öldürmeden çıkarmaya çalışıyorum evden. İlaç zaten
kullanmıyorum. Elime bir bez alarak dışarı çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü bana zarar veren bir
sivrisineğin bile fıtratında beni ısırması vardır. Her bir şeyin sebebi vardır, sebebsiz değildir.
Varlık nedenlerinin bir hikmetleri var. O bir şey için yaratıldı belki bir antikor taşıyor. Evet, beni
çok seviyorlar. Kan grubumuzla alakalı o da. 0, AB ve Pozitiflerini severler.
Hissizleşme ve duygu yoksunluğuna gelmiştik hocam.
Evet, duyguyu kaybediyorsunuz, merhameti kaybediyorsunuz. Sonra insandan nasıl
merhamet bekleyebilesin. Bundan 30 yıl önce çocuklara doktor, avukat, mühendis ol diye telkin
edilirdi. Bu hala devam ediyor yer yer. Ekonomik olarak daha çok rahat edeceği için böyle
yapıyorlar. Yani onun maddi hayatını kurtarmaya çalışıyorlar. Manevi tarafıyla değil de hep
maddi tarafıyla ilgileniyorsa aile, o zaman yanlış giden şeyler var demektir. Toplum olarak bir
fren yapmalıyız. İlk yapılması gerek şey midemizi temizlemek. Maddi ve manevi kirlerden. Fizîkî,
biyolojik ve teknolojik kirlilik var. Bunların hepsinden arındırılması gerekir. Bu üçlüden dolayı
insan denen organizma bir mekanizmaya dönüşüyor. Yani tıp dediğiniz şey, kesme, biçme,
dikme, ilaç vermeden ibaret. Benim ruhumla ilgilenmiyor.
Bugün bizim psikanaliz olarak kendi prensiplerimiz, fikirlerimiz olmadığı için mi?
Bugün psikiyatristlerin, psikologların yüzde doksan dokuzu Freud’un çocuklarıdır. Freud
bir şeytandır, iblisin en büyük temsilcilerinden biridir. Ve bilinçaltı yönetimi ile ilgili Freud’un
kızının bulduğu Tavistoch Enstitüsü İngiltere’deki, şu an artık modayı, müziği, gıdayı ve aklınıza
ne geliyorsa bunların ne olacağını, nerede ne yapılacağını, hangi sözlerin kullanılacağını
belirleyen en büyük yapı. Tam bir Freud nesli ortaya çıkarıyorlar.
İlaç sektörü büyük bir sektör. Bu sektör ne kadar güvenli?
Tedavi edici özelliği olan bir ilaç ne geçmişte vardı ne de bugün ve ne de yarın olacak. İlaç
bütünüyle sizin inancınızı psikolojik olarak destekleyen maddeden ibarettir. “Hiçbir etkisi
yoktur” anlamında söylemiyorum! Tabiî ki var, ama tedavi edici değil, destekleyici bir
materyaldir. Bugünkü ilaçlar yeni hastalıklar yapmak üzere, tevhitten uzaklaştırmak üzere. Bir
tıp hekimini… Yanlış bir terim kullandım, Türkiye’de “tıp hekimi” diye bir şey yok, o tarihte kaldı.
Şu anda doktorlar var. Doktor reçete yazar, Tıp hekimi sizin maddî mânevî sorunlarınızla
ilgilenir ve size ilaç gerekiyorsa reçete yazabilir. Fakat modern dönem doktoru, size bakar,
makineye sokar ve reçete yazar. Tıp, mekanik bir araca dönüşmüştür bugün.
Mesela parmağınızda bir sorun var, doktor oraya bakıyor, onun hakkında reçete
yazıyor. Oraya sebep olan şeye bakmıyor. Bunun gibi mi?
Tabiî ki, nedenlerle ilgilenmiyor o anı kapatmaya çalışıyor. Üstünü örtmeye çalışıyor.
Yani pisliği halının altına sürüyor. Size bir ilaç veriyor, verdiği ilaç midenizle ilgili ise
midenizdeki sorunu gidermeye çalışıyor. Fakat bu ilaç bu sefer karaciğerinizde problem oluyor,
böbreğinizde problem oluyor. Gıda, aşı ve ilaç bir silaha dönüşüyor.
Hocam, bu toplumda, bu şartlarda, bu her şeyin pratikleştirilip, sûnileştirildiği
günümüz içerisindeki kirlilikle biz nasıl ve ne ile besleneceğiz?
Allah’ın yarattığı her şey bir sınır koymadığı, yasak koymadığı her şey tüketilebilir.
“Eşyanın aslı ibahadır” hükmü tarihte kalmıştır. Yüzyıl geride kaldı. Onu unutacağız bir
kere. Çünkü eşya değişti. Eşyanın değiştiği bir yerde eşyanın nitelik ve niceliğini sorgulamak
zorundayız. Biz sadece niteliğini sorguluyor olduk. Burada şunu ifade edeyim: biz iki boyutuyla
bir meseleyi tüketir ya da tüketmeyiz. Allah yeryüzünde sayısını bilemediğimiz kadar çok şey
yaratmıştır. Biz hangi coğrafyadaysak orada yetişen şeyleri yeriz. Bunu devamlı yeriz, bazen de
başka ülkelerde olan şeyleri tadını bilmek, nefsimizi tatmin etmek için de yeriz. Fakat iki şartla
yiyebiliriz bunu.
1.Bundan Kur’an’ın öngördüğü temizliği taşıyıp taşımaması.
2. Peygamberimizin (sav) koymuş olduğu ölçü kadar ve belimizi doğrultacak kadar. Yani hayatta
kalacak kadar. Bu ölçüde tüketmediğiniz takdirde hesabını Allah’a veremezsiniz.
Röportaj öncesi bahsettik. Doktorun biri televizyon programında şöyle dedi:
Markete gitmeyin. Hocam bir handikap var. Gitmeyip nasıl bu işin içinden kendimizi
kurtaracağız?
Hastalandınız. Dediler ki tedavisi Avusturalya’nın bilmem ne yerinde. Ne yaparsınız?
Koşa koşa giderim ilk fırsatta.
Peki bu yiyip içtiğiniz şeyler, maddi ve manevi anlamda hastalık oluşturuyor ve bundan
dolayı ebedi hayatınızda da hesaba çekileceğiniz bir araçsa, ne yapalım marketten başka olmaz
mı diyeceğiz’ Her şeyi yemek zorunda değiliz. Mayasından sütünden emin olmadığım peyniri
yemiyorum. Öyle ürünler var ki, o kadar çok kirlenmiş ki tarım kimyasalları yüzünden, bunu
yerseniz ya böbreğinizi kaybedeceksiniz ya kanser olacaksınız ya karaciğerinizde sorun
yaşayacaksınız ya da zihinsel problem yaşayacaksınız. Bunları terk edebilir misiniz, edersiniz.
“Müslüman diyeti” diyorsunuz.
“Diyet” kelimesi popüler bir kavram olduğu için biz ondan faydalanmaya çalışıyoruz.
Yoksa bizim kelimemiz tarzımız için doğru değildir. Bir Müslümanın hayatının her yerinde
ölçüsü olması gerekir. Din hak koyar, sınır koyar insana. Sınırı ne kadar aşarsak meşruiyet
dairesini o kadar genişletiriz. Sınıra yaklaştıkça şüphelilere de yaklaşırsınız. Hz Ömer
“şüphelerden sakınmak için helallerin onda dokuzunu terk ederiz” diyor. Bunu yaparsak Hz
Ömer oluruz. Neden kâmil insan sayısı azaldı? Niye eski mutasavvıflar, eski ilim adamları azaldı.
Bu kadar kirlenmiş bir toplumda ne düşünce adamı yetişir ne dava adamı ne de siyaset adamı
yetişir. Hepsi de mide kirliliğiyle alakalı. 1950 sonrasında, tabi bu süreçte ben Batı’da ve bu
taraflarda yazılmış tercüme edilmiş-edilmemiş kaynakları topladım ve toplamaya çalışıyorum.
Vakit buldukça onları inceliyorum. Nasıl bir dönüşüm sağladılar ve nasıl bir mücadele
gösterdiler, nasıl bir değişime yol açtılar bunları anlamaya çalışıyorum. İşlerini güçlerini
bırakmışlar bizleri ifsat etmişler. Domuzun bizim için en önemli yasaklardan biri olduğunu
bildikleri için hayatımızın her alanına domuzu sokmuşlardır. Evinizdeki zımparadan tutun,
ayakkabı fırçasına, diş fırçasına ve midenize giren her şeye kadar. En mütedeyyin kişinin bile en
az ömründe beş altı tane domuz yediğini ispat edebilirim. Evimde domuzdan mamul
bulunmayan acaba 76 milyondan on kişi çıkar mı emin değilim. Allah’ın hadlerini bu denli aşıp
umursamaz hâle geldiğimiz için Müslümanlar bu halde.
Bu söylediğiniz korkunç bir şey Kemâl bey!
Tabiî ki korkunç bir şey. Bizim nereden vurulacağımızı bildikleri için tam da oradan
vuruyorlar. Yani bize Kur’an-ı Kerim’i öpüp, duvarlara astırttılar. Ne olur ki yani cebinizde
taşısanız, ayağınızın altında olsa ne olur yani. Evet, olmamalı, bu ayrı; fakat hükümleri
ayaklarımız altına aldık, hayatımızdan çıkardık ve kabul etmişiz. Bunu değiştirmek için hiçbir
mücadelede değiliz. İslam dünyasının kurtuluşu buradan geçer.
Peki Kemâl bey, şahıs olarak korunuyoruz, kendi çapımızda önlemler alıyoruz
diyelim. Peki, kurum, kuruluş bazında veya devlet çapında bu mevzulara nasıl
bakabiliriz?
Bu problemi cemaatlerin, vakıfların, siyaset kurumlarının tepesindeki insanların bir
problem olarak görmesi lazım önce… Geçen yıl Ramazan ayında beni İzmir’de 70 sivil toplum
örgütün bir arada olduğu bir konferansa davet ettiler. Sonra vazgeçtiler davetten.
Toplantılarında şunu tartışmışlar: “Efendim bu konular önemli olsaydı bizim kanaat
önderlerimiz bize bunları zaten anlatırdı. Bize anlatmadıklarına göre bu arkadaş işleri
abartıyor.” Oradaki sivil toplum örgütünün içindeki dindarlar, bunu bizim abarttığımızı ve
önemsiz olduğu noktasına getirdiler. Burada bir Rabbe tapıcılıktan ziyade, kanaat önderine
tapıcılık var.
Robotlaşmış bir şekilde belli ritüelleri yerine getirip “dinimizi yaşıyoruz”
konumuna getirdiler. O yüzden mi böyle olduk acaba.
Bir kere bir meseleyi düzeltebilmek için önce onu problem olarak görmek gerekir.
Problem olarak görmemiz için de o konuyla ilgilenmemiz gerekir. İlgilenmemiz yetmez,
bilgilenmemiz gerek. İlgilenip bilgilendiğimizde problem olarak görmeye ve mücadele etmeye
başlarız. Şimdi devlet ilgisiz… Dindar kitlenin tabanını bir tarafa bırakalım, tabanı ilgisiz.
Söylediklerimizin hepsini ne olarak görüyorlar? Çok terbiyesiz bir tavırla yaklaşıyorlar. Komplo
teorisi diyorlar. Bir kere bunlar bu kavramları da tanımıyorlar. Komploysa, yaşanmış bitmiştir,
biz öğreniyoruz. Teoriyse zaten size kimse söylemez, o masada gizlidir. Komplo teorisi kavramı
en uyduruk kavramlardan biridir. Komplo, neticelenmiş bir şeye denir. Teori, gizli olan bir şeye
denir. Bu mevzuu fizik formülü değil ki teori ortaya atasınız. Bir realiteden söz ediyorsunuz, bir
savaştan söz ediyorsunuz. Bir savaşın planlarını kim deşifre eder. Her savaş yaşanmışsa zaten
komplo gerçekleşmiştir.
Zaten tezahürlerinden yola çıkarak, “burada bir hastalık var” diyorsunuz.
Neticesinden yola çıkıp söylüyorsunuz.
1895’te Berlin’de yapılan toplantıda Batılılar bir karar alıyorlar: Osmanlıyı yıkabilmenin
en iyi yollarından biri midelerini ifsat etmek, bunları domuza ve şaraba alıştırmak lazım
diyorlar. Zaten şarabı içiyor büyük kısmı, domuza da alıştırmamız lazım. O yüzden yasaklarından
uzaklaştırmamız gerekir diyerek karar alıyorlar.
Salih Mirzabeyoğlu’nun genel İslami meseleler ve sosyal meseleler adına söylediği
bir şey vardı: “Bırakın mesele konuşmayı, daha nelerin bile mesele olduğunun
bilinmediği bir toplumun içerisinde yaşıyoruz”
Çok doğru. Bütün kavramlar, bütün problemler için de bunu söyleyebiliriz. Biz şekilci,
taklitçi ve anlık olaylar üzerinden bir yargıya giden insanlarız. Hâlbuki Batılılar anla
ilgilenmezler, uzun bir zamana yönelik planlarla uğraşırlar, ânı yönetmeye çalışırlar. Biz ânı
yaşıyor, anlık olarak kanaat çıkarıyoruz. Mesela Rusya-Suriye meselesinde Obama’ya tâbiri
câizse bir kazık attı. Obama’nın prestijini çizdi. Biz diyoruz ki: Rusya, şu anda statü kazandı
Obama’ya ve Rusya kiminle işbirliği yapıyor? Hâlbuki bunu çok önceden görmemiz lazım.
Putin’in bir hukukçu olduğunu, eski bir istihbaratçı olduğunu, derin güçlerin arşivlerine hâkim
olduğunu, onların adamı olduğunu bilirseniz; Putin’e akan bilginin, Obama’ya akan bilginin yüz
katı olduğunu biliriz. Putin’in, Obama’nın kim olduğunu çözmeden yapılacak hamleleri de
anlayamazsınız.
Son olarak şunu söyleyelim bugün toplumumuzda “fizik ruha tâbi” ama bizim ne
tâbi olabilecek ruhumuz kalmış ne de ruhumuz olsa dahî ona tabi olabilecek fiziğimiz
yok.
İnsan dediğimiz varlık bir enerjidir. Daha doğrusu bütün madde enerjidir. Ruh da bir
enerjidir; fizîkî yapısı olmayan bir şey olduğu için. “Ruh mu bedeni yönetiyor, beden mi ruhu”
sorusu, “tavuk mu yumurtadan çıkıyor yumurta mı tavuktan” sorusunun cevabı gibidir.
Birbirlerinden tesirlendiği çok açıkça bariz.
Bunların ikisinin de üzerinde bir iman var, bir inanç var. O inancını ruhunuza, ruhunuz
bedeninize, bedeniniz de fizîkî davraşınıza ve bilinç üstü davranışlarınıza etki eder. O zaman
bunlar bir bütündür. Bunları birbirinden ayırdığımız zaman ortada ne insan kalır ne madde
kalır. Bütün olarak ele almamız lazım. Ruhunuzu da imanınızı da bedeninizi de besleyeceksiniz.
Bunların hepsi de temiz olanlardan “Tayyib” olanlardan geçerlidir. İmanınızın da bilincinizin de
temiz olması lazım. Vahyi esas alan bir bilgiyle derlenmesi lazım. Gıdanızın da vahyin çizdiği
çerçeveler içerisinde bir gıda olması lazım. Ki kâmil bir insan ortaya çıksın. Bütün olarak ele
almadığımız müddetçe sorunu çözme şansımız yoktur.
Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz Kemâl bey.
Ben teşekkür ederim.