İnternetin hayatımızda iyice yer ettiği günümüz dünyasında ister –istemez gözden
kaçırdığımız hususlardan birisi de sanırız kitaplar. Elektronik iletişim araçlarının bir virüs gibi
toplumumuzda yayılmak suretiyle “sosyal medya” diye yeni bir kavramı hayatımıza sokmasını
da eklersek, kitaplar okuyucularını yahut muhtemel okurlarını ister istemez büyük oranda
kaybettiler. Bununla beraber internet dünyasında ve özellikle tablet PC’lerle birlikte yeni bir
okur kitlesinin doğduğunu da ekleyelim. Fakat bu “yeni okur” kitlesinin memleketimizde çok
büyük rakamlardan müteşekkil olmadığını ifade etmek lazım; Avrupa için aynısını söyleyemeyiz,
orada bu durum daha yaygın ve kullanılabilir olma durumu da çok etkin…
“Modern” hayatın artık “vazgeçilmez”i olarak kabul gören ve öyle de davranılan günümüz
irtibat vasıtalarının kuşkusuz yeni alışkanlıklar getirdiğini ve bu alışkanlıkların da (isteristemez) yeni his ve fikirler doğurduğunu söyleyebiliriz. Sadece bununla da kalmıyor, kendi
içinde yeni tabir ve kelimeleri hayatımıza katarak etrafında bir jargon da oluşturuyor bu
alışkanlıklar. Tabiî ki bu halin mahzurları kadar faydalarının da olduğu inkâr edilemez. İş
dünyası ve eğitim başta olmak üzere birçok sahada faydalandığımız internetin mahzurlu
tarafları bir kenara bırakılırsa, faydasının zararından kat be kat üstün bir noktada olduğunu
söylemek lazım. Fakat ne hikmetse hemen burada cemiyetimize baktığımızda, bu vasıtalardan
gelen fayda ile zarar arasında ikincisi lehine aşılamaz gibi görünen bir uçurum karşımıza
çıkmakta. Ve hemen bunun ardından da “zatı ile iyi veya kötü” meselesi hatırımıza geliyor;
faydaya tahvil edemediğimizin suçlusu, verimlendirmeyi başaramadığımız “eşya-alet” değil,
İBDA MİMARI Salih Mirzabeyoğlu’nun tâbiri ile “hâdiseye yanaşan insan şuuru”nun kapasitesi,
bunun derinliği yahut sığlığı olsa gerek… Yerli yerince kullanmadığımız-kullanamadığımız bir
yemek masasını öylece suçlayamayacağımız aşikâr…
Bu meseleyi sadece “internet” ile sınırlandırmak da yanlış olur; çünkü akıllı telefonlar
tarafından istilâ edilişimiz, evlerimizdeki televizyonların artık televizyondan öte birçok
fonksiyonu icrâ etmesini de bunlara eklersek durum daha da çetrefilleşiyor. Alışveriş yapmak
için bile banka kartlarına yönelmek durumunda kalınması gibi “olağan” şartların zorunluluğu
misâli bile, seçimlerimizi yapmakta (hayat tarzımızı yaşamakta) bizim hür olmadığımızı
gösteriyor maalesef… Ama bunun suçlusu olarak, hemen içinde bulunduğumuz şartları ileri
sürmek de ucuzculuk olur; aslında bu durum, bir yönü ile “faizsiz” bir ekonomi hayâli güderken,
içinde bulunduğumuz uluslararası ekonomik yapıya dâir hiçbir fikrimizin olmamasının yanı sıra,
alternatif olarak da bir şey sunamıyor oluşumuz misaline benziyor … Yani, bizi mahkûm eden ilk
ve asıl sebep, uluslararası ekonomik faiz sistemi değil, o sistemin işleyişine dâir
çözümlemelerimiz olmadığı gibi, reddederken yerine (faizsiz) neyin konulacağına dâir
çözümlemelerimizin de mevcut olmaması… Bu misalden de anlaşılacağı üzere, internet, akıllı
telefon vesâir her yeni teknolojik gelişme hayatımızın içine bir şekilde yerleşirken, bizim bu tür
teknolojik alet ve gelişmeler karşısında tepkisizliğimiz ve onların nasıl değerlendirileceğine dâir
fikirsizliğimiz, milletimizin bu husustaki vaziyetinin birinci sıradaki âmilidir sanırız. Çünkü bir
şey icat edildi ve var diye sahip olunmaz; bir şey, bizim o “şey” i nerede, nasıl ve niçin
kullanacağımıza dâir hayatımızda bir yer edinir; bizim bugünkü ilerleme ve teknoloji
karşısındaki tavırlarımızın cemiyetimizdeki aksülâmeli hiçbir fikrî ve ahlâkî kaygı güdülmeden
hayatımızda hemencecik bir yer edinme şeklindedir. Bu yeni teknolojilerin her an daha da
genişleyerek ilerlemesinden dolayı da, başta zaten düşünmediğimizi hiç düşünemez hale
geliyoruz.
“Hız çağı” deniliyor ya, esasında “hız”ın hayatı kolaylaştırması bakımından müsbet yönüne
dâir söylenen bu tâbir, teknolojinin bilgi ile örtüştürülerek etrafında belirli bir kültür
oluşturduğu toplumlar için geçerlidir. Bizim toplum ve kültür yapımızla kıyaslayınca da, bahis
mevzuu “hız” müsbet değil menfi bir çehreye bürünüyor, faydadan çok zararı oluyor isteristemez. Bir şeyi bilmek ile bünyeleştirmek/içselleştirmek arasındaki fark bilinmediğinde, fayda
sağlıyor gibi görünen her şey aleyhimize dönebiliyor teknoloji ve bilişim bahsinde.
Bütün bunlardan sonra asıl söylemek istediğimize gelirsek, derhal “sosyal medya
yüzünden kitap okunmuyor” sonucuna varılması yanlış olsa gerek; çünkü bu tip irtibat vasıtaları
hayatımızda yer etmemişken de yine kitap okunmuyor oluşu bize bunu rahatlıkla söyleme
imkânı veriyor.
Günümüz irtibat vasıtalarının bu eksikliğimizi katmerleştirdiği, dönüştürdüğü ve başka bir
şekle büründürdüğünü görmek lazım.
Öncelikle, Ocak 2013 tarihi itibariyle UNESCO’nun yaptığı araştırmaya göre, “Türkiye’de
okuma alışkanlığı yok denecek kadar az. Avrupa’da yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye’de
sadece on binde bir.”
Yani her 20 Avrupalıdan biri düzenli kitap okuyorken biz de bu rakam on binde bir; bu
rakamları birbiriyle mukayese etmek dahi herhalde ayıp olur. “Araştırmaya göre, günde
ortalama 6 saat televizyon izleyip 3 saat internette gezinen Türk halkı ne yazık ki, kitap okumaya
yılda sadece 6 saatini ayırıyor.” Gün ve yıl ortalamasının altını çizelim. Ve kitapların
“Türkiye’deki ihtiyaç maddeleri listesinde 235’nci sırada” yer aldığı bilgisi de ayrıca dikkate
değer sanırız.
Zaten istatistikî olarak iyi bir derecemizin olmadığı kitap okuma alışkanlığımızın gitgide
köreldiğinin de bir ispatı bu araştırma. Araştırmayı UNESCO’nun yapıp yüzümüze çarpıyor
olması da ayrıca başka bir fecaatimiz değil mi?
Peki, arada kayıp giden kitap okuma oranımız nereye devrolundu? Bunun cevabı ise
TÜİK’in yaptığı 22 Ağustos 2013 tarihli araştırmada:
“Bireylerin %39,5’i düzenli olarak İnternet kullandı
2013 yılı ilk üç ayında (Ocak-Mart 2013) 16-74 yaş grubundaki tüm bireylerin %39,5’i
İnterneti düzenli olarak (hemen her gün veya haftada en az bir defa) kullanmıştır. Aynı dönem
ve yaş grubunda İnternet kullanan bireylerin arasında düzenli İnternet kullanım oranı ise %91,6
olup, bu oran kentsel yerlerde %92,6 kırsal yerlerde %86,7 ve İBBS Düzey-1’e göre TR1-İstanbul
bölgesinde %96,1’dir.”
Paylaşacağımız şu veriye göre de gençlerimizin çoğunluğu internet bağımlısı: “Bilgisayar
ve İnternet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu 16-24’tür. Bilgisayar ve İnternet
kullanımı tüm yaş gruplarında erkeklerde daha yüksektir.”
Ev yahut işyerleri haricinde geçirilen zamanlarımızı da bu verilerin kapsamı dışında
tutamıyoruz maalesef:
“Ev ve iş yeri dışında İnternet için cep telefonu veya akıllı telefon kullanıldı
2013 yılının ilk üç ayında İnternet kullanan bireylerin ev ve işyeri dışında İnternete
kablosuz olarak bağlanmak için %41,1’i cep telefonu veya akıllı telefon kullanırken, %17,1’i
taşınabilir bilgisayar (dizüstü, netbook, tablet vb.) kullanmıştır.”
Bu verileri etkilemeyen ama burada gözükmeyen bir durumu da biz ekleyelim: bilindiği
gibi fatura ücretinden ötürü bir çok binada aynı ADSL üzerinden bir çok aile ortak olarak
internet erişimi sağlıyorlar evlerine…
Son bir istatistikî bilgi olarak ‘sosyal medya’: “2013 yılı ilk üç ayında (Ocak-Mart 2013)
İnternet kullanan bireyler %73,2 ile İnternet üzerindeki sosyal gruplara katılma” olarak
interneti kullandılar.
Elbette “internet kullanımı” üzerine peşin bir hükümle varılarak “kötü” diye nitelemek
yanlış olur. Reklamdan tutalım haberlere, haberleşmeden bir çok faydalı mecraya kadar
kullanılması lazım gelen bu sahanın günümüz dünyasında içtimai zararlara yol açtığı hakikatini,
eğer belli bir gaye çerçevesinde kullanılırsa zararlarının çok ötesinde bir fayda verebileceği
ihtimaliyle birlikte değerlendirelim. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, bütün bunlar, bu
karmaşa ve kargaşa içinden nasıl faydaya tahvili mümkün olabilir sorusunu sorup sormadığımız.
Şimdiye kadar söylediklerimizden yola çıkarak, toplumumuzun hayat tarzının değişerek
başka yönlere yol almasında “internet” in, “sosyal medya”nın önemli bir rolü bulunduğunu ifade
edebiliriz. Böyle bir veri ile karşılaşınca ilk sorulması gereken ise bizce “internet”in “bilgi”yi nasıl
ve hangi şekli ile sunduğu olmalı; çünkü internet arama motorlarında peşinde koştuğumuz her
zaman yeni bilgilerdir.
Sayısız fikir ve ilim adamının kütüphaneler dolusu eserler vererek bize “anlatamadığı” bir
şeyi, beş dakikada internetin bize verebileceğini sanmak maalesef günümüz dünyasının ve
özellikle gençlerin en büyük yanılgılarındandır. İnternet bize yeni bir bakış açısı yahut kavrayış
biçimi vermez; orada rastladığımız “Bilgi’dir. Peki, bu Bilgi’nin doğru-sıhhatli olduğunu nereden
bileceğiz? Tuhaf gelebilir ama bilemeyiz; sadece doğru olup-olmadığını bildiğimiz şeyleri
bilebiliriz; böyle olunca da, aslında bilmediğimiz (kavramadığımız) bir şeyi değil, hakkında
malumat sahibi olmadığımız herhangi bir şeyi oradan öğrenmiş oluyoruz. Burada, sanırız
ayrıştırılması gereken husus, herhangi bir mesele yahut kavram hakkında malumat sahibi olmak
ile onu kavramakla varılan “bilme”nin aynı şey zannedilmesi meselesi…
Gözden kaçırılan hususların başında, internetin “bütün” bilgileri parçalayarak bize
sunması ve her bir ferdin hakikatin-bilginin sadece bir tarafına bakarak ve sadece baktığı açıdan
malumat sahibi olarak “kesin” bir bilgiye sahip olduğu sanma yanılgısıdır herhalde. Bir de, elde
edilenin ne kadar doğru olup olmadığı meselesi var ki, mesele iyice çetrefilleşiyor. Aslında şu
kısa bakışla bile görülebilecek vahim durum, hiçbir denetim mekanizması olmadan her türlü
kötü tesir ve tahrifata açık olarak “bilgi” varsayılan her şeyin kayıtsızca dolaşıyor olmasıdır…
Bütün bu söylediklerimizi toparlarsak bilişim alanında üretim yapmayan ve sadece ithal
eden bir toplumun bu mevzuda ilkel bir seviyede olduğunu söylemek sanırız abartı olmaz. Bu
durum, bütün toplum yapımızın bu mevzudaki genellemelerinden çıkan bir neticedir, elbette
istisnaları vardır; ama manzaramız da budur maalesef…
Yazımızı, Adolf Hitler’in “Kavgam” isimli eserindeki kitaplar ve onların nasıl okunacağına
dair tesbiti ile bitiriyoruz. İnternet dünyasındaki bilgi kirliliğine, kitapların nasıl okunması
gerektiğine ve bütünü hâlinde kültürün ne olduğunu, nasıl oluşması gerektiğine dair:
”Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç ara vermeden kitap okurlar. Okuduklarından bir netice
çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yığın bilgi vardır. Fakat beyinleri
bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Bir kitabın bütün içeriğini adeta
ezberlerler. Kâbiliyetleri, okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp, esası zihinlerinde tutmaya
ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez. Kitap herkesin kendi meselesinin veya idealinin
tespit ettiği muayyen bir sınırı doldurmak için değerli bir vasıtadır. Kitaplar hayat
mücadelesine atılmış olanlara veya büyük ideal sahiplerinin geniş ufuklarına, yeni ufuklar
katmakta yardımcı olurlar. Demek ki okumak bir gaye değildir. Okumanın ve bilgi edindikten
sonra mütalaada bulunmanın hedefi, dünya hakkında genel bir fikre ve görüşe sahip olmaktır.
Sistemli biçimde okuyarak elde edilecek bilgiler, bir mozaik parçası gibi yerine
yerleştirilmelidir. Böylece kitap okuyanın zihninde dünya hakkında genel bir fikir meydana
getirilmelidir. Yoksa okuyucunun kafasında büyük bir değerden yoksun bir bilgi salatası
meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da, herhangi bir işe
yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası taşıyan kimseler, kendilerinin çok şeyler bildiklerine
hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son
bulur.
Böyle karmakarışık bilgi ve fikirlerle dolu beyin, istediği bilgiyi, kendisine gerekli olduğu
an,
bu kalabalığın içinden tutup çıkaramaz. Çünkü beyindeki bilgi tortusu hiçbir elemeye tâbi
tutulmamıştır. Sadece okunan kitapların içerdiği bilgilerle beraber bir sürü ayrıntı üst üste
yığılıp kalmıştır.
Bu gibi zavallı yaratıklar karşılaştıkları zorunluluklar sırasında okuduklarından
faydalanacakları akıllarına gelse bile, ancak kitabın adım, sayfa numarasını ezbere bilmeleri
gerekir. Aksi halde bu gibi kimseler işlerine yarayacak bilgileri hayatları boyunca bulamazlar.
Buldukları anda da iş işten geçmiş olur.
İşte, hükümet üyelerinin büyük ilim sahibi olmalarına rağmen, hata çukuruna
yuvarlanmalarının sebebini başka yerde aramaya gerek var mıdır? Bir kitap veya dergide,
gazetelerde veyahut bir broşürde kendi özel ihtiyaçlarına cevap veren bir malzemeyi görüp,
ayrıntının arkasından çekip alabilen kimse, okumayı bilen, okuduğunu anlayan kimsedir. Bu
kimsenin kendisi için faydalı olduğunu anladığı bilgi özü, herhangi bir husus için, derhal zihinde
oluşan hayalin içinde yerini bulur. Bu bilgi özü ya o düşünceyi ya da hayali tamamlar veya
düzeltir veyahut da onu açıklığa kavuşturur.
Okumayı bilerek yapmış olan kimse, hayat mücadelesi sırasında yeni bir şeyle karşılaşırsa,
hafızası yıllar önce de olsa çok eskiden elde ettiği fikir ve bilgiyi onun zihnine getirir.
Muhâkeme sahibi olan kimse de derhal bu bilgi ve fikirleri mantığına göndererek olay
karşısında tavır alır. İşte okuma böyle yapılırsa bir yarar sağlar.”