Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya
İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü Öğretim Üyesi & Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Sanat Danışmanı ve Öğretim Görevlisi
Müzik, melodi ve ritim duygusu hakkında kısa bir giriş yapar mısınız?
Ritm duygusu, aslında kâinatın ve varlığın hareketini ve bu hareketteki ritmi algılamamızı sağlayan, kâinatın ilâhî ritmiyle uyumlu bir duygudur. Sadece bu duyguyla bile kâinatın bir âheng olduğunu, bu muhteşem âhengi de ancak çok yüce bir kudretin vâredebileceğini anlamak mümkündür. Müzik ve melodiyi de bu ritm duygusu sayesinde ortaya çıkarabiliyor ve sesleri böylece bir sanata dönüştürebiliyoruz. Müzik, biz insanoğluna Allah’ın öğrettiği bir dildir, bir ifade aracıdır, O’nu daha güzel zikredebilmemiz için lütfedilmiş bir vâsıtadır. Hocam merhum Bekir Sıdkı Sezgin’in ifâde ettiği gibi, hakkında sayfalar dolusu yazabileceğimiz, saatlerce konuşabileceğimiz mûsikî, bir ni’mettir ve elbette hüsn-i isti’mâl gerekir.
Hangi tür müzik dinlemeliyiz?
Güzel olan her müziği dinlemek gerekir diye düşünüyorum. Ancak güzellik algısı da izâfîdir ve herkesin “güzel” algısı farklıdır. İşin cevaplanması zor olan yanı bence burasıdır. Güzellik algısının izâfî olması son derece normal ve fıtrîdir. Önemli olan bu algının seviyesini yükseltmektir. Güzellik algısı, kişinin yaratıcısı ile olan ilişkisine bağlı olarak rafine olur ve seviyesi de yükselir. Kişinin Yaratıcısı ile olan ilişkisini, O’na (Allah’a) gerektiği gibi îmân etmek olarak ifade edebiliriz. Takva ve iman, kişinin ruhunu incelttiği, amellerini düzgünleştirdiği gibi, buna bağlı olarak bedii zevklerini de geliştirir ve yükseltir. Takva ve iman sahibi, varlığı yaratıcısından gayrı düşünmez ve varlıkta Yaratıcı’nın yansımalarını görür. Allah’a iman konusunda zayıf, O’nun emir ve yasaklarına göre yaşamayan ve fakat dünyevî anlamda zenginliklere sahib olan kişinin güzellik algısı ve seviyesi de aslında aşağı seviyelerdedir. Allah insanı “ahsen-i takvim”de yaratmıştır, insan Allah’tan uzaklaştıkça ve “esfele sâfilîn” düzeyine indikçe bedii zevkleri de bu düzeye iner. Biz bu insanlara karşıdan baktığımızda toplumsal refah ve zenginlik açısından yüksek sevileyelerde ve zevk-i selîm sahibi olduklarını zannederiz. Yani özetleyecek olursak eğer, güzellik algısı kişinin “ahsen-i takvim” ile “esfele sâfilîn” arasında durduğu yere göre değişiklik arzeder. Biz bunu güzellik algısında izâfîlik olarak algılamaktayız yani güzellik algısının izâfî olduğunu bize düşündürten şey sanırım du olsa gerektir. İzâfîlik, bu iki uç nokta arasında bulunan yere göre değişir. Ahsen-i takvîm’de yaratılan insan Allah’a iman ettikçe bu yerini korur, imandan uzaklaştıkça da esfele sâfîlin’e doğru iner. Güzellik algısı da tam da bulunduğu yere göre değişiklik arzeder. Yani Allah’a iman ederek ahsen-i takvîm’deki durumunu koruyan insanın güzellik algısı ve zevkleri de ahsen-i takvîm’e uygundur, iman etmeyen ve böylece esfele sâfîlin’e doğru inen insanın güzellik algısı ve zevkleri de esfele sâfîlîn’e uygundur.
Dolayısıyla insanın güzel müzik dinlemesi noktasında güzel müzik algısı ve seçimi de aslında tamamen bulunduğu yere bağlıdır. O bakımdan nâçizâne insanın beğeni ve zevklerinin imanına bağlı olduğunu, hatta güzellik algısının ve beğenilerinin de Allah’a imanının bir göstergesi olduğunu düşünüyorum.
Dini musiki diye yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Dînî mûsikî tanımlamasını ve ayırımını doğru bulmadığımı belirtmeliyim. İslâm kültür ve inancı doğrultusunda oluşmuş medeniyet içinde şekillenen, ortaya çıkan bir mûsikî var, bu ayrı bir şey, sosyal ve kültürel olarak gelinen düzeye bağlı olarak mûsikîde bu tür sınıflandırmalara gidilmek suretiyle İslâmî bazı unsurları mûsikîde kullanmak ve buna “Dînî mûsikî” demek ayrı bir şey. Ben İslâmiyet’in hayatı parçalamadığını ve “dînî-din dışı” şeklinde bir ayırımın da bu mânâda yanlış olduğunu düşünüyorum. İslâmiyet, insanın Allah ile olan
ilişkisini hayatın küçük bir bölümü düzeyine indirgeyen bir din değildir. Hayatın en küçük ayrıntısı dahi İslâmiyet’in konusudur. Bu bakımdan dînî-dindışı ayırımı yanlış ve insanı da yanlışa götürecek bir ayırımdır. Bu ayırım veya parçalanmışlık, bizim Batılılaşma serüvenimizle yakından ilgili bir durumdur ve aslında Batı’yı taklid edelim derken onun bütün tarihsel, kültürel, sosyal yanılgılarını da olduğu gibi, adeta süzgeçsiz alıp uygulamamızla ilgilidir. Bu belki ayrıca tartışılması gereken bir mevzudur ama sorunuzda kasdettiğiniz “dînî mûsikî” diye yapılanları dinlediğimiz ve incelediğimiz zaman söylenecek şeyler daha farklıdır. Dînî mûsikî adı verilen alanda son yıllarda epey çalışmaların yapıldığını görüyoruz, bu iyi bir gelişme. Özellikle mûsikî sanatının en iyi icrâcılarının çalışmalarını anmakta fayda var. Geçmişten günümüze dînî mûsikî eserlerinin toparlandığını ve yüksek düzeyde icrâlarla dinleyiciye arz edildiğini görüyoruz. Repertuarı daha da zenginleştirebilmek için yeni besteler yapılıyor, eski bestelerle birlikte bu yeni eserler de dinleyiciye gerek televizyon kanalları ve gerekse radyolarla ulaştırılıyor. İnternet, bu eserlere ulaşmanın yollarından bir tanesi. Bütün bunlara baktığımızda repertuarın zenginleştiğini söylemek mümkün. Öte yandan iyi eğitim almış sâzende ve hânendeler de yetişiyor. Ama eksik olan şeyler de var tabii. Güzel ve bir sanatçıda bulunması gereken ahlâkî seviye ve tutarlılık, doğruluk gibi fazîletler henüz yerine oturmuş değil. İnşaallah zaman içinde bu önemli ayrıntılar ve eksikler de giderilir diye umud ediyorum.
İman ve Sanat ilişkisi ? Turan Koç Hoca “iman tecrübesi, bedii bir zevk ve tecrübedir” diyor. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ise, “iman, zevken idrakdır” diyor. Neler söylemek isterseniz ?
Az önceki sorunuzda buna müzik üzerinden cevap vermeye çalıştım. Allah’a iman, bedii zevki rafine eden, parlatan ve sanat ürünlerinin Yaratıcı ile bağlantısını da kuran bir şeydir. Allah’a iman ile başlayan bir sanat ve bu sanat eyleminin ortaya koyduğu eser de gerçek anlamda bir “eser” olacaktır. Sorunuzun da içinde bahsettiğiniz değerli şahsiyetlerin ifadeleri zaten konuyu yeterince izah ediyor ve doğrusu benim daha fazla söz söylememe gerek bırakmıyor. Yani cevab, aslında sualinizin içinde. Nâçizâne gerçek sanatın ve sanatçılığın, Allah’ın “yaratıcılık” sıfatının bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Özellikle Allah’a iman etmiş Müslüman bir sanatçı, ortaya koyduğu sanat eserinin gerçek sahibinin, kendisine öncelikle bu sanatı icrâ etme kabiliyeti ve sonrasında da ilhâmını lütfeden Allah olduğunun idrakindedir. Nitekim büyük Osmanlı bestekârı İsmail Dede Efendi’nin ve bütün tasavvuf erbâbı sanatçıların, “ben aslında sadece terkîb ettim, eserin gerçek sahibi Allah’tır” demeleri de bu teslimiyetin göstergesidir. Allah’a iman etmiş olan bir sanatçı, ortaya koyduğu eserin gerçek sahibini bildiğinden, “benlik” denilen şeyi kendiliğinden aşmış bir sanatçı profilidir.
Sanat, aslında Allah’ın bir sıfatından insana süzülüp gelen bir ilâhî eylemdir. Sanatçı, kendisine lütfedilen bu kabiliyeti ile aslında Allah’ın sıfatlarından birini yine O’nun ilhamı ile işler ve ortaya sanat eseri adını verdiğimiz ürünü çıkarır. Bunun bilinciyle sanatını icrâ eden sanatçının imanı ve bu iman ile sanatını icrâ ediyor oluşu, ahsen-i takvim hâlini muhafaza ettiğinin de bir göstergesidir. Eğer sanatçı ahsen-i takvim hâlini muhafaza ediyor ve sanatını da bu hâli ile icrâ ediyorsa, mutlak olarak ortaya koyduğu sanat eseri de ahsen-i takvim hal ve seviyesinde bir sanat eseri olacaktır. Çünkü ahsen-i takvim’ini Allah’a gerektiği gibi iman ederek koruyan bir sanatçı, sanatının ana malzemesi olan varlığa da bu zâviyeden bakmakta ve bu zâviyenin kendisine kazandırdığı, gösterdiği muazzam perspektifle varlığı algılayıp ondan gördüğü ya da işittiğini sanat eserine dönüştürmektedir. Ama daha da önemlisi, Allah’a iman eden bir sanatçının, Allah’ın eseri olan varlık âlemine bakarken hissettikleridir. Çünkü kendisine lütfedilen bir nevî “ilahî vasıf” yani sanatçılık, onu varlığa sıradan bir insanın baktığı gibi baktırmaz, varlığı sıradan bir insanın gördüğü gibi gördürmez. O, mükemmel âhengli yaratılmış varlığın her zerresinde Allah’ı görür, O’na şükreder, bu bakışla aslında O’nu zikreder ve sanatını da bu şuurla icrâ eder.
Üstad Necip Fazıl, “umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi estetik planı başa alsın” diyor. Bu çağa yönelik ve mevzuunun ehemmiyetine yönelik bir dikkat çekme var. Öyle ki estetiği iman davasından ayrılmaz bir zaruret görüyor. Neden ? Ve bu zaruretin idrakında mıyız? Nasıl olmalı?
Necip Fazıl bir şâir… Yani “hisseden” bir insan… Ben İslâm dünyasının özellikle Osmanlı tecrübesini de gözönünde bulundurarak modern dünyaya cevabının sanat ve estetik
(güzellik) üzerinden olacağına inanan biriyim. Teknolojide yeterli düzeyde değiliz ve bağımlıyız, ekonomik bir güç olamadığımız süre içinde siyasette de aynı şey sözkonusu. Düşüncemizi de Batı’ya bakarak oluşturuyoruz. Geriye kala kala bir tek güzellik duygumuz ve bunu kendi sanatımızla, mûsikî veya diğer sanatlarla ifade edebilmemiz kalıyor.
Estetik veya güzellik algısı Allah’a imandan ayrı düşünülemez. Güzellik ve güzellik algısı, benim kanaatime göre imanın cüzlerinden biridir çünkü güzelliğin sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Aslında Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin “Allah güzeldir, güzeli sever” şeklindeki hadisi de bunu anlamamız için önemli ve yeterli. Biz zamane Müslümanları ne yazık ki bu zarûretin idrâkinde değiliz. Bunun idrâkinde olmamız için galiba birçok yanımızı ve iç dünyamızdan başlayıp dışarıya verdiğimiz görüntüye kadar her şeyimizi gözden geçirmemiz ve hatta pekçok şeyi ya yeniden yıkıp yapmalı ya da restore edebilmeliyiz. Ben, Allah’a iman hususunda ciddî zaaflarımız olduğu kanaatindeyim. Bu zaaflar giderilmeden varlığı anlamlandırmamız mümkün değil. Kur’an’ı yeniden elimize almalı ve bütün samimiyetimizle onu anlayıp yaşayabildiğimiz kadar yaşayarak imanımızı tazelemeli ve yüzlerimizi aynı samimiyetle Allah’a çevirmeliyiz. Dünyadan ve ahiretten yana tercihimizi net olarak ve dürüstçe belirledikten sonra, eğer ahireti tercih ettiysek hayatımızı da da ona göre tanzim ederek yaşamalı, Allah’a iman etmenin gerekliliklerini de yerine getirmeliyiz. Böyle olunca, varlığın anlamı da değişecektir.
Modernleşmenin, duygu ve düşünce formlarının yerine bizcesini (İslamcısını) tesis etmek ancak, ideolocya bütünlüğünde, sistemli fikirle olur. Sanatçılarımız böyle bir ihtiyacın idrakında mı? Derin hassasiyet için üstün fikir gerekir. Bu açıdan BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışın yeri ve fonksiyonu hakkında neler söylemek istersiniz?
İslâmiyet, yaşandıkça anlam kazanır. Kur’an, ona tâbî olundukça hayatımızın içine daha fazla girer, akıl ve ruh dünyamızı da buna bağlı olarak hızla geliştirir. Galiba önce Allah’ın herbirimize birer Müslüman kul olarak verdiği vazifeleri yerine getirmemiz gerekiyor. Bu olmadan veya bunları yapmadan hiçbir şeyin değişmesi mümkün değil. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) Mekkeli müşriklerin karşısına kendi fikir veya düşünceleriyle değil, sadece ve sadece Allah’ın vahyiyle çıktı. Elbette bir fikir sahibi olmama ve fikri önemsememe rağmen, merkezinde Allah ve Kur’an’ın olmadığı fikirleri de sadece insanlığın “fikir tecrübesi”nin ne olduğunu anlama konusunda bir yardımcı unsur kabul ediyorum. Ben günümüz sanatçılarının –birkaç tanesi hâric- neredeyse tamamının bir fikir ve düşünce sahibi olduğunu biliyorum, ama gerek bu fikir veya düşüncelerinin merkezinde veya gerekse hayatlarında Allah ve Kur’an’a pek yer vermediklerini de biliyorum. “Derin hassasiyet için üstün fikir gerekir” şeklindeki güzel söze, “Derin hassasiyet için Allah’a sarsılmaz bir imanla bağlılık ve bu imandan neş’et eden bir algı, bakış biçimi ve arınmış bir yürek ve akıl da gerekir” diye ilavede bulunmak istiyorum müsaade ederseniz.
Sanatçılarımız maalesef böyle bir ihtiyacın idrâkinde değiller. Zaten bütün mesele idrakte. Bunu idrâk edebilmek için sanatçının kendisine içeriden yeniden bakması gerekiyor. Allah’a yönelmesi ve yaptığı işin gerçek mânâsını ve hikmetle olan ilişkisini anlayabilmesi gerekiyor.
Teşekkür ediyor, derginize yayın hayatında başarılar diliyorum